Salı, Ekim 31, 2006

FIAT'ın logosu değişti!



Ajansı: Robilant Associati

Pazartesi, Ekim 30, 2006

Bir güzel ilan



İlanın başlığının tercümesi:
Eğer kadınlar yemek yapmak için az zaman harcasalardı...

Pazar, Ekim 29, 2006

Bu da benden

Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun



Hayal gücümüzle neler yapabileceğimizi,
bir ülkeyi hayal gücünle ayağa kaldırmandan öğrendik.

Reklam Yazarlarının Ortak Defteri

Sahaf Pegassus


Özellikle tarih kitaplarına meraklıysanız tavsiye edeceğim, yurt içi kargoyla tıkır tıkır işleyen, bir sahafım var: Pegassus. Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla yolladıkları kartı mesajıyla birlikte buraya alıyorum.

Cuma, Ekim 27, 2006

Türk reklam sektörü için bazı yeni terimler...

Aboovvv dı layn: Abboovv dedirtecek güzellikteki ilanlara verilen ad

Degetlayn: Olmayacak zamanlarda “dedlayn” diye gelen müştem arkadaşlara verilebilen bir cevap türü

Noluyo layn? : İşlerdeki yoğunluk seviyesinin aşırı yükselmesi hali

Şampanya: Kampanyanızın elinizde patlaması hem de pahalıya patlaması

Mecra peşinde koşmak: Peşinde koşmaktan hiç bıkmayız. Hep yenisini hep yenisi isteriz.

Cüruf: Brif kötü ya da imkansız zamanlıysa ya da o gün havanızda(!) değilseniz ortaya çıkan iş

Hedef dütle: İdıyıt puruuf, idıyıt puruf! diye diye malum kitleyi habire düt-leme

Badikopil: Türlü şekillerde “piç” edilmiş ilan metni

Hadilan ! : Işık hızında yetiştirilmesi gereken ilanlarda kreatif direktörünüzün sizi motive etmek için söylediği sihirli sözcük

Müştemilat: Müştemlerin müşterilerle bir olup işinize yaptığı tüm eklentiler... ( bayii listesi, şok fiyat patlangoçu, inanılmaz fırsat balonu, detaylı kampanya mekanizması, olmadı milli piyangonun yasal yakarizması...

Logosantrik: Logoyu sağa alalım, yok yok bi tık sola alalım, oldu olucak ters çevirelim, bi de böyle görelim merkezli yaklaşım

Logo zortlatması: Bir tür logosantrik durum. Biraz daha, biraz daha büyütelim derken logonun ilandan zortlaması

Kurumsal çimdik: Kurumsal kimliğe uymadığınızda müşterinizin size attığı şey

Stratejik pilavlama: Bir kaşık ondan bir kaşık bundan oh oh bir kaşık da şu markanın stratejisinden alalım diyerek oluşturulmaya çalışılmış planlama

"devam edebilir..."

Perşembe, Ekim 26, 2006

Beyaz kağıt ve boş tahta

Bugün size son derece bencilce bir yazı hazırladım, umarım sonuna kadar katlanabilirsiniz. Hayatımın merkezinde yer alan, biri profesyonel diğeri amatör iki uğraşımın ortak noktalarından, bana yaşattığı benzer duygulardan bahsedeceğim. Reklam yazmak ve go oynamak.
E. Hemingway yazı yazmak isteyenlere tek bir tavsiyesi olduğunu söylemiş zamanında: beyaz boğadan korkmayın. Yeni bir iş sunulduğunda, yaşadığım heyecan, korkuyu da tetikler hemen: ya başaramazsam… Boş kağıt, Hemingway’in tabiri ile "Beyaz Boğa" ürkütücü gelir bana biraz. İlk taslakları karalamaya başlamamla bu tedirginlik geçiverir. İlk eleme ile fikirler içinde en parlakları bir kenara ayrılır. Go oyununa başlarken de tahta boştur. Oyuna otururken, Beyaz Boğa’dan korkarmışçasına ürkerim boş tahtadan. Çoğu zaman mağlup olmaktan korkarım, kimi zaman da onurlu bir galibiyet alamamaktan. İlk hamle her zaman zordur. Boş tahtanın başındayken zihnime (taslaklara) hamleleri dizerim, sonra bir yenisi, bir tane daha… İçlerinden birisine (o an için) en iyisi olduğuna karar verir ve hamleyi yaparım. Ama bilirim ki "daha iyi bir hamle mutlaka vardır". Yazarken de aklımdadır, yazdığım şeyin aslında yazılabilecek en iyi şey olmadığı. Bu nedenle ikisinde de düşünme süreci çok sancılıdır her zaman…
Go bir alan oyunudur. Oyunun amacı yaptığım hamleler ile rakibimden daha fazla alanı elde edebilmektir. Reklam yazmamın da farklı bir amacı yoktur bence. Hizmet ettiğim ürünün, rakiplerinden daha fazla pazar payını elde etmesini sağlamak için uğraşır, dururum.
Her reklam yeni bir go oyunudur belki de. Reklama konulan her kelime, her renk, her imge doğru işleve sahip olmalıdır. Eğer reklamı oluşturan parçalardan bir tanesi sadece bir tanesi işlevini yerine getiremiyorsa o reklam bir an önce unutulmaya yani kaybetmeye mahkumdur. Tabi o reklamın yazarı da… Tahtaya konan hiçbir taşın da geri dönüşü yoktur. Eğer hamle iyi düşünülmemiş ise ileride ayakbağı olacak hatta oyunun kaybedilmesine neden olacaktır.
Go oynarken, rakibime beklediği hamleyi vermek işime yaramayacaktır. O’nu şaşırtmam gerekmekir. Reklamda ise, tüketiciye daha önce defalarca gördüğü şeyi vermek kaybetmeye giden yoldur. Oyunda rakibim saygıyı sonuna kadar hakeder, reklam yazarken de tüketici.
Go oynarken bir anlık konsantrasyon kaybı, çoğu zaman oyununun kaybedilmesine neden olur. Reklam yazarken konsantrasyon kaybı çok daha ciddi sorunlar yaratır.
Reklam düşünmenin, reklam yazmanın mekanı olmadığını benden daha iyi
biliyorsunuz. Go oynamanın da yeri yoktur. Eğer oyuncu tahta başında oynama şansı bulamazsa, zihnine bir tahta yerleştirir ve oynamaya başlar. Oynadığı o oyun ya ileride oynayacağı bir oyunun provası ya da geçmişte yaptığı bir maçın kritiği olur.
Yorucu bir oyunun gecesinde, yatağa girince tavanın karanlık görüntüsü go tahtası oluverir. Oyunu tekrar yaşar go oyuncusu. Yorucu bir iş gününün ardından gece de bütün gün uğraştığı o iş reklam yazarının dönen durur karşısında.
Go oyunu asla bitmeyen, tam olarak öğrenilemeyen bir süreç başlatır. Reklam yazma süreci de asla bitmeyecektir. Çünkü reklama duyulan ihtiyaç bitmeyecektir.
Reklam yazarı yenilikleri takip etmek zorundadır, hayattan beslenmeledir. Yazar yaşadıklarını yazar.. Go oyuncusu da tahtaya kişiliğini yansıtır ne eksik ne fazla.
Reklamda da go oyununda da bir sorunun sayısız doğru çözümü vardır. Yapılması gereken "en doğru" hamleyi bulmak, en doğru reklamı yazmak için durmadan çalışmaktır.
Go oyuncuları da reklam yazarları gibi aşırı stres ile yakın ilişkiler içindedir. Öyle ki hemen hemen bütün go oyuncuları aşırı stresten dolayı ülser ya da kalp hastasıdır. Reklam sektörünün hediyesi olan hastalıklar da malum…
Son hamleyi yapıp bitirdiğim her oyun, bana kısa süren bir rahatlama verir. Oyunu kazanıp kaybetmek ikinci plandadır. Önemli olan oyunun hakkını vererek oynamış olmamdır. Son noktayı koyup da gönül rahatlığıyla bitirdiğim reklam da bana tarif edilmez bir rahatlık yaşatır.
Go boş tahtada başlar ve tahta dolunca oyun son bulur. Reklam yazmak beyaz kağıt ile başlar ve sayfalar dolunca son bulur. İkisinde de önemli olan boşluğun nasıl dolduğu, doldurulduğudur.

Biraz uzun oldu, affola!
Son not: İkisi de çok ama çok keyifli:))

Salı, Ekim 24, 2006

Kaos teorisi

Kaos teorisi üzerine bir sürü yer gezdiydim. Ama böyle kısacak, çok güzel hazırlanmışını herhalde görmemiştim:

http://hypertextbook.com/chaos/

Cumartesi, Ekim 21, 2006

Rüyalarınızın farkında olmak ister misiniz?

"Lucid Dreaming" diye ilginç bir şey var. Gördüğünüz rüyalarınızı kontrol edebiliyor ve onları görürken farkında olabiliyormuşsunuz. Geçen aylarda Aktüel dergisi de farkında olarak rüya görenleri yazmıştı. Siteyi görünce hatırladım.

Konuyla ilgili daha fazla bilgi için:

http://www.dreamviews.com/whatislucid.php

Toplarla arası iyi olanlara...

http://www.balltoucher.com/

Bu sitede 4 farklı ve eğlenceli top oyunu var. Siteye girdiniz zaman aşağıdaki oyun kutularından istediğiniz birisine tıklıyorsunuz. O sizi nasıl oynayacağınız konusunda yönlendiriyor. İyi eğlenceler. :)

hüzün

Hani şu çocukluktaki bayramları hatırlama konusu vardır ya, beni hep hüzünlendirir bilir misiniz?

Babaannemin içine hindistancevizi katılmış kahvesini artık içemeyeceğim, almaktan hiç vazgeçmediği renk renk akide şekerlerini yiyemeyeceğim için olabilir mi?

Babam onun için binbir çeşit çikolata ve şeker almasına karşın o hiç üzerine alınmaz, birini gönderir akide şekerleri aldırırdı. Her arife gününde hepimiz toplanırdık onda. Babaannem, hamurunun içine hafif karanfil koydurarak yaptırdığı yufka ekmeklerin arasına, illaki kendi kümesinden kestirdiği ve özenle haşladığı tavuk ile nohutlu pilav koyar, yoksullara dağıttırırdı. Eğer erken gitmişsek, dağıtıcının yanına beni de verir, bazı evlerdeki muhtaç yaşlılara, mendil içine koyduğu paraları benim vermemi isterdi. Ellerini öpmemi de sıkı sıkıya tembih ederdi. Dönüşte de görevi tam olarak yerine getirdiğimi anlatır, bol havadis verirdim.

Babaannem.. ışıklı yüzü, minicik bedeni ve gülen boncuk gözleriyle şimdi, fotoğraflarda ve anılarımızda yaşıyor.

Çok yıllar geçti, bir daha hiç hindistancevizli kahve içmedim, karanfil kokulu yufka ekmek de yemedim.

Hüzünlenmek sadece babaannemle ilintili mi acaba diye düşünüyorum, belki. Zaman çok hızlı geçiyor. Neredeyse bir yılı daha bitirmek üzereyiz ve yeni bir bayram arifesindeyiz.

Benim hüznüm bende kalsın, size gülmek yaraşır.

İyi bayramlar ya da belki iyi tatiller...

Cuma, Ekim 20, 2006

Ana dil Hanım...

" http://www.youtube.com/watch?v=S54apxVdO0w&eurl "

Böyle de bir şey var. Gülüp geçmeli mi, bilemiyorum?

Perşembe, Ekim 19, 2006

İcat şampiyonu

Son zamanlarda yazılanlarla çok alakasız olacak ama bu sabah kendime şaştım, yazmadan da bırakamadım. Arçelik reklamlarını görmüşsünüzdür, ben de bir süredir aşinayım onlara. Bu sabah, uyku sersemliğinden midir bilmem, bir otobüsün arkasındaki icat şampiyonu yazısını yanlış okudum. Ama ne yanlış! "Ayket" şeklinde okudum ben onu! Başına i yerleştirilmiş her üç harfli kelimeye Mac ile ilgiliymiş gibi bakmaya başlamışım; kaldı ki ben PC kullanıcısıyım.

Nasıl bir algıdır bu yaratılan... Saygıyla eğiliyorum karşılarında.

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Eğer...

Eğer "o konu"ya dönmeme izin verirseniz, ben de şunları düşünüyorum:

Sanatçı ya da aydın, genellikle çoğunluğa aykırı olagelmiş bir birey değil mi? Adı üstünde "aydın" yani şüpheci, sorgulayan, irdeleyen ve her ne olursa olsun dünya görüşü çerçevesinde yorum yapan demek...

Pamuk, pamuk gibi değil, demir gibi sert konuşuyor, evet. Ama bu onun fikri ve özgürce söyleyebilir. Fikirlere, düşüncelere rest çekilemez.

Nobel ödülünü çok ciddiye almasam da popülaritesi açısından Pamuk bir şekilde almış, aferin, eline sağlık. Fikirlerini, kendine göre doğru noktada, doğru biçimde dile getirmiş, propagandasını ya da başka bir deyişle kendi reklamını iyi yapmış. Sonuçta da başarılı olmuş.

Ben kişisel olarak, pek çok çağdaşının olduğu gibi Orhan Pamuk'un da tüm kitaplarını okumuş, arada bazıları için eline sağlık demiş sıradan bir okurum. Ama bir Türkiyeli olarak da şöyle bakıyorum:

Tarihi gerçekten iyi bilenler, didikleyenler şunları söyler; Osmanlı dönemi - her ne kadar kökenlerimiz oradan olsa da - Türkiye Cumhuriyeti'nden farklı algılanmalıdır. Osmanlı dönemi fetihlerin, savaşların dönemidir. Bugün katliam olarak nitelenenler o günün değerleriyle fetihlerin bedelidir. Kaldı ki salt Osmanlı değil, fetih peşinde koşan tüm ülkeler, birilerini boyunduruk altına almak isteyenler ve hatta ve özellikle haçlı seferleri.. tümü arkalarında toplu ölümler bırakarak yürümüştür.

Bizim atalarımız, kesinlikle kimseyi öldürmedi diyemezsiniz. Fetihler daima, çoğunluğun acıları üzerine kurulur.

İşte bu nedenle, objektif bakabilenler, "savaşlarda ölümler olur" der. İşte bu nedenle "savaşa hayır!" der.

Sonuç olarak, bir Türkiyeli, objektif bakmaya çalışıp da yüzüne gözüne bulaştıran biri, evrensel değerler sıralamasında - bunu kabul etmeliyiz - bir değer kabul edilen Nobel ödülünü almış. Bize de yorum yapması kalmış.

Sevgili Ömer'in gönderdiği Ahmet Taner Kışlalı'nın yazısını okumuştum. O zaman da sinirlenmiştim, bugün de sinirleniyorum. Sinirlenmem Sayın Kışlalı'ya değil, yanlış anlamayın, yine Pamuk'a ya da okur/yazar dünyasındaki iki yüzlülüklere...

Kızsam da sinirlensem de ve hatta köpürsem de, gerçekleri değiştiremem.

Ama bilmeme kimse engel olmaz, bilirim, bilmeye çalışırım.

Not: Sivil Örümceğin Ağında adlı kitabı okumaya çalışıyorum bugünlerde. Tırnaklarımın diplerinde yenmedik yer kalmadı. Komplo teorileri üzerine çalışmak isterseniz tavsiye ederim. Pamuk da nasibini almış gibi görünüyor.

Açıklama

Tansu'nun yazısını okudum ve tepkisini benim de yazımda belirttiğim şekilde 'aşırı' buldum. Aşırı üzüntü... Aşırı duygusallik...Tansu, yıllardır tanıdığımız, sevdiğimiz biri. Değerli meslektaşımız...
Üzülmesi üzer bizi. Sanırım tepkisi de A. Taner Kışlalı'yla ilgili olarak yapılan alıntıyı içeriyor. Ama ucunun bana da dokunduğunu biliyorum. (Linç 5, Linç 6). Bu da 301 gibi oldu...

Buraya yazdığım yazı, 10 Ekim tarihli Posta Gazetesi'ndeki köşemde de yayımlandı. Yani Ortak Defter'e yazıp kaçmadım. Yazdıklarımdan tornistan edecek de değilim. Omurlu ve onurluyum. Bir arkadaşın benim yazıma yazdığı yorumdaki dokundurduğu gibi 'gizli milliyetçiliğim' de yok. Siyasal görüşlerim bilinir, dönek de olmadım hiç.
Gizli milliyetçiliğin daha çok, 'Orhan da Türk edebiyatçısı' sözünde gizli olduğunu
düşünsün onu yazan arkadaş, yeterli. Milliyetçi de olsaydım, son şiir kitabimın adı
Ürk Şiirleri olmazdı, Türk Şiirleri olurdu. Ayrıca ulusunun onurunu düşünmek
her aydının görevi...

Yazım, yeniden okunursa, edebi bir değerlendirmeyi içermiyor.
Bunu yapabilmem için, ödülün ölçütlerini, jürisini vb. bilmem gerekiyor.
Benim yaptığım sadece Nobel tarihçesine bakmak. Yorumlamadan da görüşe sunmak. Demek ki tarihe bakmak gerekiyormuş sonucuna da varılabilir art anlam olarak.

Edebiyatçılar, sanatçılar, ayrıcalıklı kişilerdir ve aykırı fikirler taşırlar.
Toplumları, yöneticileri gibi düşünmek durumunda değildirler. Yol açıcıdırlar.
Bu doğal. Orhan Pamuk da böyle bir duruş sergileyebilir. Kendi ifade özgürlüğüne girer. Ne ki, tarihi çarpıtma hakkına kimse sahip değildir. Nalına vururken mıhını da
göz ardı etmemektir doğrusu.

Ödülü önemsemeyenlerin ya da sonucu sindiremeyenlerin olması kadar, sevenlerin ve alkışlayanların da olmasını doğal buluyorum. Bu da tavra, tarza tahammul eşiği anlamındadır ve fikir özgürlüğü kadar önemlidir. Paniğe gerek yoktur, sivil edebiyat tarihi hükmünü verir.

"Vurma deniz vurma
Su kardeşiyiz..." dizeleri benim.

Bunu yazan birinin linçle ilgisi de olamaz sanırım. Tarihi çarpıtanlara, çifte standartlara, amaca giden yolda her şeyi mubah sayanlara karşı olmanın da
yargılanabileceğini düşünmek bile istemem.

Kıskananlara bile söyleyecek sözüm yok. Kıskançlık, yaratıcılığın doğasında vardır. Kıskanmayan çatlasın derim.
Edebi değerlendirmenin yeri burası mı bilmiyorum. Edebiyat blogu daha uygun sanırım.
Soran olursa söylerim. Kısaca; birinin ödül alması onun iyi bir yazar, şair olduğunu göstermez. Yoksa gösterir mi? (Şu şiir, roman ödüllerini de tartışalım mı Türkiye'deki?) Kristal Elma yazılarımda da yazdığım gibi jüri kararları sübjektif kararların objektif toplamıdır. O toplama, lobileri de eklemeli sadece. Nobel de öyle. Zaten Akademi, diğer ödüllerinin arasina edebiyatı niye katmış anlamıyorum...
İşin içinde bu kadar para olduğunu Türkler önceden bilseydi, eminim defalarca alirdik:-)

Sonuçta hiç kem küm, ama vb. demiyorum. Fikrimi söyledim. Beğenen beğenir, beğenmeyen küçük kızını vermez denir Anadolu'da...

Beğenene de bir şey demiyorum. Beğenmeyene de...
Buradan çıkmaya gelince... Benden kaynaklanıyorsa hemen izin isteyebilirim.
Alınganlığın da aşırı tepkinin de gereği yok aramızda.
Madem fikir özgürlüğü var!

Tansu Gülaydın

Sevgili dostum Tansu Gülaydın, sizlerin de okuduğunuz tepkisinin ardından, bana yazdığı özel bir notla böylesi bir Ortak Defterde olmak istemediğini belirtmiş ve onu çıkarmamı söylemiş. Ben de rahatsızlıklarına katıldığımı, isteği doğrultusunda Defterden çıkaracağımı yazdım cevap olarak. Ancak düşündüm ki Tansu Gülaydın gibilerinin Ortak Defterden yok olması gibi bir lüksümüz, hovardalığımız olamaz. Tansunun ve onun gibilerin kafasına, diline çok ihtiyacımız var. Tansu'yu çıkarmanın doğru olmayacağı sonucuna vardım.

Salı, Ekim 17, 2006

Edep, bilinç. Edebi bilinç. Edebi linç.

Linç No:1
Edebiyat açısından, ortada yazma eyleminin tekilliği, yazana göreliği ve
okuyana kalmışlığı gibi pürüzsüz bir gerçek varken;

Bir yazarı eleştirirken, hayatını yazarak kazanan ve yazmanın ne olduğunu bilen,
bilmesi gereken insanlar gibi davranamamak.

Linç No:2
İmzalı eleştiri yazmayıp, başka bir yazardan alıntıladığı eleştiri metninde gusto, kalite, objektivite aramamak, edebi linç eylemini başka bir yazar üzerinden gerçekleştirerek Ortak Defter’i yazarların değil, söverlerin defteri haline getirmek. Ortak Defter’le, bayrak, kitap yakanlar arasındaki çok ama çok anlamlı farkı hızla ortadan kaldırmak.

Linç No:3
Her ödülün doğasında var olan tartışmalı durumu ve ödülün verene göreliğini unutarak,
bir yazarı bu ödülü aldı diye cezalandırmak, ödülle birlikte yazarı da yere yapıştırmak.

Linç No:4
Yüzyıllardır felsefenin, edebiyatın, güzel sanatların ve hatta tüm bilimlerin evrensel boyutlara taşımaya çalıştığı, evrensel boyutlarda tartışmaya çalıştığı düşünce özgürlüğünü eve kapatarak insan düşüncesindeki akışı ehlileştirmek.

Linç No:5
Bu kötü olayı, yani yazarın ödüle layık görülmesini, yıllardır sürdürdüğü/sürdürmüş olabileceği pazarlama planının bir sonucu olarak göstererek, ekmeğini yediğimiz mesleğimizi, bu mesleğe sahip olmayanların gözünde kepaze bir işmiş gibi göstermek. Pazarlamanın yanlış ve kötü emelli ellerde nasıl bir dinamite (Nobel’inki gibi) dönüşebileceğini tüm insanlığa kanıtlayarak içimize su serpmek.

Linç No:6
Önümüzdeki yıllarda, Nobel Tıp Ödülü’nü alabilecek genç doktor arkadaşlarımıza veyahut Nobel Barış Ödülü alabilecek bankacı kardeşlerimize bu ‘Öcü Ödül’ün ne kadar fesat birşey olduğunu anlatarak onların hedeflerini değersizleştirmek.

Linç No:7
Bu sahtekar Fıransızların (‘Soykırım yoktur!’ cümlesinin yasaklanmasına “d’accord” demiş olması muhtemel Fıransız Aslanları’nı kastediyorum) evsahipliği yaptığı, kurumsallaşmasına öncülük ettiği çeşitli çap ve ebattaki yaratıcılık ödülleri konusundaki hedeflerimizi değersizleştirmek.

Pirinç No: 1
Allah için Fıransızlar meselesinde çok ileri gitmedi bu defter. Nedense yazarın ipliğini –bunda soyadının Pamuk olmasının bir etkisi var sanırım- pazara çıkarmayı tercih etti.
Alınlık ve ardından gelen 4 paragraf itibarı ile yazı gergin başladı/yürüdü ama yaza yaza o gerginlik gitti üzerimden. Linç No: 5 ve 6’dan sonra sırıtmaya başladım. 7’nin varlığı bu yüzdendir. Şimdi ayıkla lincin taşını.

Berdevam:
Peki, yazdıklarını kitaplaştırmış bir insan olarak ben, Orhan Pamuk’u, Abdurrahman Dilipak’ı, Soljenitsin’i, Oğuzhan Akay’ı, Haydar Ergülen’i, Orhan Veli’yi, Murat Uyurkulak’ı, Murat Sohtorik’i, Gani Müjde’yi, Bedri Rahmi’yi, şu günlerde bir yandan kitabıyla uğraştığını bildiğim Murat Kaya’yı, Lautremount’u, Tolstoy’u, Maksude Kılınç’ı, Nazım’ı, Vatan Şaşmaz’ı yazardan sayıyor muyum? Ben kimim?

Sona Doğru:
Unutmamak lazım;
Tarih eser verenleri hatırlar, onları yok sayanları değil.

Sona Köşebent:
Kendi türünü katleden bir Caretta Caretta.

Son:
Gergin bitti.

Pazartesi, Ekim 16, 2006

Çalışırken müzik dinlemek

Hürriyet Cuma, Ebru Çapa'dan öğrendim.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5249087&yazarid=100

Süper bir adres http://www.pandora.com/. Bir şarkı veya bir şarkıcı ismi giriyorsunuz. Peş peşe o tarz müzik dinliyorsunuz. Birbirinden farklı radyo istasyonları da kurabiliyorsunuz. Yaşasın internet:)

Cuma, Ekim 13, 2006

Nooobel

Dünyaca ünlü şu yazarlar bugüne değin Nobel alamadılar : Anna Ahmatova, Jorge Amado, Antonin Artaud, Georges Bataille, Maurice Blanchot, Jorge Luis Borges, Bertolt Brecht, Paul Celan, René Char, Anton Çehov, Hugo Claus, Joseph Conrad, Julio Cortázar, Jacques Derrida, Theodore Dreiser, Lion Feuchtwanger, Robert Frost, Hans-Georg Gadamer, Graham Greene, Aldous Huxley, Henrik Ibsen, James Joyce, Nikos Kazancakis, Arthur Koestler, D.H. Lawrence, William Somerset Maugham, Sándor Márai, Arthur Miller, Yukio Mishima, Alberto Moravia, Robert Musil, Vladimir Nabokov, George Orwell, Fernando Pessoa, Ezra Pound, Marcel Proust, J.D. Salinger , Gertrude Stein, Wallace Stevens, August Strindberg, Leo Tolstoy, Arnold Toynbee, Marina Tsvetaeva, Mark Twain, Franz Werfel, Thornton Wilder, Tennessee Williams, ve Virginia Woolf. Ama İngiliz Devlet Adamı W. Churchill’e (1874-1965), 1953 yılında nedense Nobel Edebiyat Ödülü verilmiş. Hem de sadece özlü sözleri ve anektodlarıyla bilindiği halde. Geçen yıl ödül kazanan İngiliz oyun yazarı, senarist, şair Harold Pinter’in Ilk demecini biliyor musunuz peki? “ Ödülü siyasal duruşum nedeniyle aldığımı biliyorum. Ama Orhan’a neden verilmediğini anlayamadım.” demişti. Akademi Genel Sekreteri Engdahl ise ödülün bu yıl Pamuk’a verilmesinde siyasal tutumunun etkili olmadığını söyleyip sonra da şunları eklemiş: “Pamuk kendi ülkesinde tartışmalı bir kişilik, ama ödülümüzü alanların hepsi böyle.”. Akademi neye vermiş ödülü: “Yaşadığı kent İstanbul’un izlerini sürerken, kültürlerin birbiriyle çatışması ve kaynaşmasının simgelerini buldu” ğu için. Orhan Pamuk, ne kadar para alacak? Bir milyon otuz yedi bin dolar. Bahis sitelerinde Orhan Pamuk Nobel’i alır diyerek kazananlar kimler? Fransızlar ve Ermeniler. CNN canlı yayınında Orhan’ın romancı kimliğiyle ve kitaplarıyla ilgili soru soruldu mu? Hayır. Ödülün isim babası Alfred Nobel’in aslında dinamitin ve dumansız barutun mucidi olması nedeniyle ödülün bu kadar yankı yapması mümkün mü? Espri olarak evet. Bir TV kanalında yapılan oylamada, oylamaya katılanların yüzde kaçı, ödülün edebi nedenlerle verildiğine inanıyor. Yüzde biri. Eurovison Şarkı Yarışması’nda kazanmamız Türkiye’de müziği bir yere getirdi mi? Hayır. Nobel Edebiyat Ödülü, Türk edebiyatına da verilmiş olabilir mi bir yönüyle? Türk Edebiyatı bu sayede sıçrama yapacak mı? Hayır. Ödülün Fransız Meclis’inin malum yasayı kabulüyle aynı gün ilanı, unutulacak mı? Hayır. Edebiyatla siyasetin karıştırılmaması gerektiğini söyleyenler, siyasetten bağımsız bir edebiyatın tanımını yapıyorlar mı? Hayır. Orhan, kendi inandığı siyasal gerçekleri dile getirmekten kaçınmazken Fransa’daki akla ziyan yasayla ilgili olarak da konferanslara katılıp karşı çıkacak mı? Sanmam. Peki bizler akılla duyguları, araştırmalar ve belgelerle yani bilgiyle fikirleri, aşırı sevinçlerle aşırı üzüntüleri dengelemeyi becerebilecek miyiz bir gün. Belki... Yukardaki cümle ve soruların arasındaki bağlantıları kendimiz kurup, yorumlayıp kendi fikrimizi oluşturduğumuz gün ise evet!
Tarihi tarihçilerle değil yasalarla belirleyenlere, benden sonuna kadar hayır. Çifte standartçılara hayır. Amaca giden yolda her yol mübah diyenlere de...

Sürmanşeti al, manşete vur!




Orhan Pamuk ilk kızından sonra ikinci, üçüncü ve dördüncü kızını ya da oğlunu da aramış mı aramamış mı, insan merak ediyor doğrusu.

Ayrıca üç noktadan sonra ünlem uygulaması da Sabah'ın bugünkü birinci sayfasına tüy dikmiş.

Perşembe, Ekim 12, 2006

AcılıForum...




Sabah uyanıp keyifle ulaşmışsınız ajansa. Sahilden yürüdünüz ya da metroyla geldiniz. Bir kahve alıp masanıza oturdunuz. Bilgisayarınızı açarken, gazeteyi elinize aldınız, bugünkü ilanınıza baktınız ve böyle bir durumla karşılaştınız....

İlk tepkim “Neyse ki bu ilanı ben değil bir başkası yazdı.” oldu. Ama hemen ardından bu ilanı hazırlayan ajanstaki meslekdaşım geldi aklıma.

İlanın içeriğinden, uygulamasından bahsetmiyorum, ki bahsedilebilir. Reklamveren tarafından kabul edilmiş ve yayınlanan bir kampanya sonuçta. Süren bir kampanyanın en önemli adımı, açılış haberini veren ilanda böyle üst üste yazım hataları...

En ağır cezayı hak ettiğini düşünen, sadece utanç hissinden oluşan kıpkırmızı bir kütle olarak karşı karşıya kaldığım hatalarımı düşündüm.

Mesleki yeterlilik sorusunu bir yana bırakıp, tanımadığım meslekdaşıma hayatın başarılar kadar hatalardan da oluştuğunu hatırlatmak istiyorum, ne hissettiğini tahmin edebildiğimi düşünerek. Kalkıp devam edecek gönül gücünü göstermek bazen kolay olmuyor. Umarım ben aşırı duyarlılıkla yaklaşıyorumdur duruma.

Küçük, büyük veya ajansınız ölçeğinde bir titanik etkisi yaratan bir hatanızda neler hissedersiniz? Ajansınız sizlere ne yaşatır? Siz kendinize neler yaşatırsınız?

Nobel goes to...

Orhan Pamuk Nobel'i aldı.

Üstelik Fransa'nın senatodan geçirdiği
'soykırımı inkar yasası' ile aynı günde!

Ne düşünüyorsunuz?

Orhan Pamuk ve Nobel

Orhan Pamuk, -Fransa'da Ermeni soy kırımı ile ilgili yasa tasarısının kabul edildiği günde- Nobel Ödülü aldı bildiğiniz üzere. Bu konuyla ilgili herkesin söyleyecek şeyi var ama ben Reklam Yazarları'nın bakacağı pencereden neler dökülür çok merak ediyorum.

www.stumbleupon.com

Bu siteye giriyorsunuz. İlgi alanlarınızı yazıyorsunuz. Konuyla ilgili en hoş siteler karşınıza çıkıyor. Ayrıca gelen siteyi begenip beğenmediğinizi de belirtebiliyorsunuz. Beğenmediğiniz bir site bir daha asla karşınıza çıkmıyor... Böylelikle çember gittikçe daralıyor. İlgilendiğiniz konuda -en tatmin edici- sitelere ulaşıyorsunuz. İlginize, bilginize...

Salı, Ekim 10, 2006

Cervantes kardeşler... Sorum size.

Yeldeğirmenleriyle şavaşılır mı? O kadar deli miyiz? Reklam yazarı mıyız canım biz? Metin yazarı mıyız yoksa? Bu işi neden yapıyoruz? Bu işi neden yaptığınızı sorabilir miyim? Neden reklam yazarı olmayı seçtiniz öğrenebilir miyim? Derdiniz neydi?

Pazartesi, Ekim 09, 2006

Basın ilanı böyle yapılır!


Jim Aitchison'ın Cutting Edge Advertising'i "Basın ilanı böyle yapılır!" ismiyle artık Türkçe. Serdar Erener'in önsözünü yazdığı kitabı Serkan Balak çevirmiş. Az önce elime ulaştı. Bayağı ağır. 2 kg vardır herhalde. Kitapla ilgili bilgiye ulaşmak için kapağa tıklayabilirsiniz. Teşekkür bölümünde Ortak Defter yazarlarından Volkan Dalkılıç'ın da ismi geçiyor. Biz de teşekkür ederiz.

Sevgili Ayşe Tüzel ile kitapları dizdik peşpeşe.

Bir reklam: Annemin ilk romanı çıktı :)

Annem Afife Demirtaş'ın ilk romanı "Aslan Osmanlı", Anfora Yayınevi’nden çıktı. Kitabı, D&R'lar dahil pek çok kitapçıda bulabilirsiniz. Alırsanız sevinir, okursanız çok çok seviniriz. :)

Peki nasıl bir kitap bu diye soracak olursanız, annemin deyimiyle bu bir "tarih" kitabı değil. "Tarihi bir aşk romanı." Konu ne derseniz, basın bülteninden bir cümleyi buraya "yapıştırayım":

"Yaşanmış bir aşk öyküsünün anlatıldığı “Aslan Osmanlı”, raflarda unutulmuş belgeler ışığında ortaya çıkarılmış sıkı bir araştırmanın ürünü. 1912-1918 sürecinin sosyal, kültürel, siyasi özelliklerinin yansımasında Medine’deki İngiliz esir kampında tutsak olan Aslan’ın kamp subaylarından birinin karısıyla yaşadığı yasak aşk ve sonrasında esir kampından kaçarak çölde verdiği yaşam mücadelesini anlatıyor."

Anneme gelince, annem "Afife Demirtaş", 6 yıldır Antalya Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapıyor. 2002-2004 yıllarında Antalya Gazeteciler Cemiyeti`nin geleneksel olarak düzenlediği Basın-Yayın ve Gazetecilik Başarı Yarışması'nda “Güncel Yazı Dalında” Yılın Gazetecisi ödülünü aldı. 2001`de “Darmadağındı Düşüncelerim”, 2003`de “Koyu Siyah Gidişin” adlı iki şiir kitabı yayımlandı.

Kısaca; fidesi hâlâ toprağa tutunmaya çalışadursun, ağaç kocaman gölgesinin altında konuklarını ağırlamaya devam ediyor.

Pazar, Ekim 08, 2006

Türkçe ve Yunanca'daki ortak sözcükler

Bazı ortak kelimeler:
Kabadayi --- Kabadais
Kapak--- Kapaki
Karakol--- Karakoli
Marangoz --- Marangos
Mahmur --- Mahmouris
Zevzek--- Zeuzekis

Daha fazlası için:
http://yunus.hacettepe.edu.tr/~sadi/bilgi/turkce-yunanca.html

Memleketimden İnsan Manzaraları 1

Çağlayan: Kolay gelsin dayı. Bu ev kiralık mı?

Adam: Kiralık değil yeğenim.

Çağlayan: Olsun ben ev sahibiyle bir görüşeyim de. Kiralık yazısı olduğuna göre... Ev sahibi kimdir peki?

Adam: Benim, ne oldu ne vardı?

Çağlayan: (hem gülmemek hem de kızmamak için kendini zor tutarak) Ev arıyorum da.

Adam: Kiralık değil yeğenim.

Çağlayan: E o zaman neden kiralık yazısı camda duruyor?

Adam: Sen ev mi arıyorsun yeğenim?

Çağlayan: Dayı(!) haydi sana kolay gelsin...

:) Gerçektir.

Cumartesi, Ekim 07, 2006

Taş Kemer

Marco Polo tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor.

“Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han.

“Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavisi,” der Marco.

Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler:

“Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.”

Marco cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”


Italio Calvino, Görünmez Kentler, YKY Yayınları

Sessizlik hakim deftere...

Bir kaç gündür yazar arkadaşlarımın değerli yazılarını okuyamıyorum defterde. Özledim yazılarınızı arkadaşlar. Dilerim bu durum, işlerin çok yoğun olmasından kaynaklanıyordur. Dışarıda muhteşem bir hava var. Tüm ustalarıma güzel bir hafta sonu diliyorum. :)

Cuma, Ekim 06, 2006

Umut

Biliyorum,
umut var.
İnanmayanlara inat
geziyor aramızda...

Perşembe, Ekim 05, 2006

Efe, Mercan ve Çilingir rakıya reklam durdurma kararı

Reklam Kurulu Efe, Mercan ve Çilingir rakının reklamlarını durdurma kararı verdi. Bunun üzerine etiketlerde yer alan 'rakının hası', 'her şişede aynı tat' gibi ifadeler çıkarıldı.
Rakıda artan rekabet, tanıtım etiketlerine de 'en has' 'orijinal' ve benzeri türde ifadelere yol açınca, Reklam Kurulu Mercan, Efe ve Çilingir rakılarının tanıtım etiketlerinin değiştirilmesi kararı verdi. Reklam Kurulu, 12 Eylül'de yaptığı toplantıda, Elda İçecek ve Enerji Hizmetleri San. ve Tic. A.Ş. tarafından üretilen 'Efe' ve 'Çilingir' marka rakılar ile Tariş Tat Alkollü İçkiler San. ve Tic. A.Ş. tarafından üretilen 'Mercan' marka rakıya ilişkin ürün etiketlerinde yer alan ibarelerin mevzuata aykırılıklar içerdiği gerekçesiyle reklamlarının durdurulmasına karar verdi.
Edinilen bilgiye göre, kurul Mercan rakı etiketinde yer alan 'Daima iyi rakı Ege'nin en kaliteli ürünlerinden özenle üretilmiştir' ve 'Her şişede aynı tat aynı muhabbet' ifadelerini, Efe rakıda 'Türk rakısının hası", Çilingir rakıda da 'Kalitesi efe kalitesinde orijinal Türk rakısı' ifadelerinin etiketlerde yer almaması gereken ifadeler olarak değerlendirdi.


Kozmetikçilere de ceza geldi.

Yetkililer, "Bu ifadeler tanıtım amacı taşımıyor. Haksız rekabet yaratıyor" derken firmaların etiketlerini değiştirerek bu ifadeleri çıkardıklarını vurguladı.
Kurul, ilaç gibi tanıtıldığı için kefir ve bazı gıda reklamlarını durdurdu. Naturel Diyet Ürünleri firmasına 54.9 bin YTL para cezası verirken birçok kozmetik ürünün reklamına da yanıltıcı ifadeleri nedeniyle para cezası kesti.

DHL

Sevgili Defterdarlar, DHL'in Avrupa veya Amerika'daki
ajansını bilenleriniz var mı acaba?
Acil lazım oldu da.

Şimdiden teşekkürler.

Çarşamba, Ekim 04, 2006

Eti Wanted reklamları

Sevgili Eda Çizioğlu'nun 27 Eylül'de Ortak Defter'e yazdığı Eti Wanted'ın reklamları hakkında bir gelişme var. ( http://ortakdefter.blogspot.com/2006/09/bar-giriimi-ikolata-reklamndan-ikayeti.html#comments ) Reklam Özdenetim Yürütme Kurulu, işin, bu haliyle yayımlanmamasını istemiş. Konuyla ilgili haber aşağıda.


ETİ'NİN 'MİLİTARİST' REKLAMINA VETO 04.10.2006 10:28

Barış Girişimi'nin, Eti'nin bir ürününün reklamı hakkında, "savaş, şiddet ve silahı çağrıştırdığı" gerekçesiyle yaptığı şikâyet başvurusunu değerlendiren Reklam Özdenetim Yürütme Kurulu'nun, reklamın söz konusu haliyle yayımlanmamasını istediği kaydedildi.
Yürütme kurulunun, Eti'nin "Wanted" adlı ürününe ait açık hava reklamlarıyla ilgili yapılan başvuruyu, reklam verenin görüşünü de dikkate alarak değerlendirdiği belirtildi. Söz konusu reklamda yer alan mesajların hedef kitlesinin gençler olduğunun dikkate alındığı kaydedilen yazıda, "(Parça tesirli pirinç patlakları), (uzun menzilli karamel) ve (kamufle edici sütlü çikolata) mesajları, günümüzde dünyanın ve toplumumuzun bir numaralı sorunu olduğuna kuşku bulunmayan şiddeti simgeleyen unsurları taşımaktadır" denildi.

http://www.medyatava.net/haber.asp?id=31369

Salı, Ekim 03, 2006

Bu reklamda yanıltma var mı?


PILSNER_URQUELL_ALARM

Bu film 2003 yılından beri bilgisayarımda duruyor. Geçenlerde aklıma geldi, bir daha seyredeyim dedim. Sonra da aklıma "acaba bu reklamda bir yanıltma var mı" sorusu geldi. Ortaklarla paylaşayım dedim.

Dünyanın ilk hırsız alarmı 1858 yılında Boston'da yapılmış. Hırsız alarmı yapmaya yönelten sebepleri öğrenemedim ama bu filme bakılırsa Pilsner Urquell'i korumak için yapılmış..

Bu film Türkiye'de yayınlansaydı... Acaba kıyamet kopar mıydı? Merak ettim.

Murathan Mungan, Cenk Hikayeleri. Tam olarak ne zaman okumuştum, hatırlamıyorum. Kitabın bir bölümünde usta-çırak ilişkisinin derinliklerinde ne varsa çıkaran bir hikaye vardı. Burada ancak bir bölümünü aktarabiliyorum;

Çıraklığımın ilerleyen günlerindeydim artık. Ustama söyleyip söylememekte kararsız kaldığım duygular yüreğime ağırlık veriyordu. Ustamı kendime bir rakip, ya da kendi varlığım için bir tehlike olarak ne zaman hissettim, bilmiyorum.

Evet.

Bu ve benzeri vurucu kelimelerin kol gezdiği hikayenin sonunda, ustasının öldüğünü öğrenen çırağın kederini taa yüreğimde hissetmiştim.
İnsan bir kere çırak olmaya görsün işte, ustasından koptuğu andan beri onu özlemez mi hiç!

"Rüyada reklam yazarı görmek" maddesini bulamadım ama...

Rüyada reklam görmek!

Hatalı davranışlar nedeniyle arkadaş çevrenizden dışlanacaksınız demektir. Rüyada bir reklam ilanı okumak, düşmana yenik düşme tehlikesi içinde olduğunuz anlamına gelir. Dikkat edin.

Rüyada bir şeyin reklamını görmek, birisi tarafından iş veya para hususunda aldatılacağınıza delildir. Reklam bir rivayete göre yalanla da tabir edildiğinden rüyada reklam görmek, bir kimsenin yalan ve düzenle mal elde edeceğine işarettir.

Şaşırtıcı, sürprizli durumdur. Düşmana yenik düşme tehlikesi içinde olduğunuz anlamına gelir.

Rüyada yazı yazmak!

Rüyada yazı yazmak hileye; yazı yazan bir kimseyi görmek, hile yapan bir adam manasına gelir.

Bir kimsenin kendi yazdığı yazıyı beğenmediğini görmesi, onun günahlarının kefareti olarak tövbe etmesine ve herkese hile ve dalavere yapmaktan vazgeçmesine, kendisi ile halk arasında her şeyi inkar etmesine yorumlanır. İbn-i Şirin’e göre; bir kimsenin kendisini bir kitap yazarken görmesi haram mala sahip olacağına işarettir.

(Büyük Rüya Tabirleri Kitabı)

Yorum yok!

Pazartesi, Ekim 02, 2006

Doğum günümde evlendim.

Sanki bugün aklım daha berrak… Kelimelerim daha keskin. Sanki bugün bir yerlere aidim.

Sahi ya, ben İstanbul’daki ilk evime taşındım.

Duvarları mor olsun, halısı turuncu olsun dedim. Yaptım da. Neden acaba? Hem intihar eğilimi taşımayan bir bilgeliğe sahip olayım hem de her yerimden enerji fışkırsın diye mi? Olabilir. Ya da sadece sevdiğim içindir. Reklam Sanat Yönetmeni bu konuda fikrini belirtti ve odama yeşille biraz huzur katmam gerektiğini, böylece mor ve turuncuyu birbirinden ayırabileceğimi söyledi. Ben yeşili hiç düşünmemiştim, acaba içimde diye mi?

Merak ettiğimden soruyorum: Fikirler sahiden kendilerine rahat bir yatak ve rengârenk kılıklarını içlerine koyabilecekleri bir gardırop arıyorlar mı? Yoksa bir yıldan uzun zamandır valizin içinden kıyafet çıkarmakla uğraştığım için miymiş içimdeki sıkıntı?

Evet, artık bir odam var. Serin ama bana sıcak geliyor, küçük ama bana büyük geliyor, yamuk ama bana simetrik geliyor, pahalı ama bana ucuz geliyor. Algım, doğamamış fikirlerimle bir olup bana oyun oynuyor ve mutluluktan karnımda hissettiğim sancı, artık doğum hazırlığına işaret ediyor.

Gerçekten de bugün güneş parlıyor, sanki ben İstanbul’a yeni gelmişim de beni karşılıyor, beni kendiyle birlikte yeniden doğuruyor. Doğum günüm bugün, bu kez ben ilan ediyorum kendi doğum günümü! Bu yüzden üç cümlede beş kez “doğum” diyorum ve sonuncuyla altılıyorum.

Diyebilirim ki; Şişli Belediyesi, Fulya çukurunun tam üstüne Sarıgül’e haber vermeden yeni bir durak koydu. 30 M’nin geçmediği bir yol üzerine. Uzun zamandır seyyah olan biri, biraz durmanın ne demek olduğunu iyi bilebilir diye. Ah! Güler yüzlü, temiz Şişli!

Oturup biraz dinlenmek isterseniz, durak dinler ve durağın kapısı olmaz, bilirsiniz!

Ezgi

Tuğbay'ın anlamı nedir? Nereden gelir?

"Tuğbay is. (tu'ğbay) ask. esk. Tugay komutanlığı yapan albay."


Ne zamandır "Tuğbay" isminin anlamını merak edip duruyordum.
Ortak Defter sakinlerinden Tuğbay Bilbay'ın ismi.
En sonunda merakımı daha fazla bekletmeden açtım sözlüğü, öğrendim anlamını.
Ohh be! Bir isim için bu kadar zahmete ne gerek vardı?, diye sorabilirsiniz.
Sadece merak... Ah şu merak yok mu...
Defter'e de yazmasam çatlardım artık. :)

Dönen o üçkağıt!

Bizim ajansın yaramaz bir kedisi var. Ama öyle böyle değil tam bir yaramaz. Az önce tuvaletin kapısını açık bulmuş, rafta duran üç rulo tuvalet kağıdını yere düşürmüş. Bir baktık üç rulo kağıt ve Mırmır birbirlerine girmişler. Ajansın bir bölümü gülerken bir bölümü de kızıyordu. Benimse aklıma yıllar öncesinden bir slogan geldi, daldım gitti.

Bunca unutkanlık abidesi, bu anlamda özel insan olan ben, zamanında çok ilginç bulduğum bir reklam filmini yeniden hatırladım.

İşin kötü yanı markayı hatırlamıyorum ama içeriğini unutmak mümkün değildi.

Film yanyana duran üç tuvalet kağıdı ile başlıyordu. Dış ses "Bakın şu dönen üç kağıda" gibi bir cümle ile başlıyordu, hatırlarsınız. Sanırım sonradan davalık oldu kağıtçılar, film yayından kaldırıldı falan.

Kızdığım ama son derece cesur bulduğum bir filmdi. "Diğerleri kötü yapıyor, onlara kanmayın ama ben iyi yapıyorum"un acayip cesur söylenişiydi.

Her ne kadar başkalarının eksiklerini öne çıkararak iş yapmanın yanlış olduğu söylense de Türkiye reklam tarihinde iz bıraktığına inanıyorum bu işin.

Pazar, Ekim 01, 2006

Bilmem nereden başlamalıyım?

Sevgili Haluk, öncelikle yazının başlığından yola çıkalım. Herhalde başlıktaki “sonra” sözcüğünü yanlışlıkla kullandın. “Önce” olması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca yazı içinde de “...bazı noktalama işaretlerinden sonra niçin boşluk bırakılması gerektiğine inancımı...” diyorsun. Buradaki “sonra” sözcüğü de “önce” olmalıydı sanırım. Bunları yanlışlıkla yazdığını düşünerek düzeltme gereği duydum.

Bana yönelttiğin iltifatlara sonsuz teşekkürler. Evet haklısın, titizliğimin en belirgin örneği, Türkçe için gösterdiğim özen.

Sevgili Haluk, burada bir gerçeği tüm açıklığıyla ortaya koyalım istersen. Uygarlığın ve çağdaşlığın temel koşullarından biri de, özellikle yaşamı kolaylaştırmak için, yasal ve meşru yetkelerce konulan kuralları tanımak ve onlara uymaktır. Hukukun kuralları, insan haklarına ilişkin kurallar, ticaretin kuralları, demokrasinin kuralları, kentte yaşamanın kuralları, trafik kuralları, iletişimin kuralları, dilin kuralları vb. Kuralsız yaşamanın ne anlama geldiğini düşünmek bile istemiyorum. Eminim bu konuda sen de benden farklı düşünmüyorsun. Sırf trafik kurallarına uymayanlar ve kendi kurallarını koyanlar yüzünden İstanbul’da yaşamanın zaman zaman cehennem azabına dönüştüğünü görmezlikten gelebilir miyiz?

Her neyse, burada kurallar konusunda ahkâm kesmek gibi bir niyetim yok. Yalnız dilin kurallarıyla ilgili bir şeyler söyleyebilmek için bu girişi yapmak zorunda kaldım. Dikkat ettinse, Türkçe’nin değil, dilin kuralları diyorum. Çünkü bütün dillerde noktalama imleriyle ilgili olarak aynı kural işliyor. Bu konuda da toparlayabildiğim birkaç örneği buraya koyuyorum.


Ne yazık ki, Türkiye’de son yıllarda, özellikle 80 darbesinden sonra, Türkçe’nin kuralları konusunda bir yetke boşluğu yaşıyoruz. Bunun nedenleri de son derece açık. Tapu dairesi haline getirilen Türk Dil Kurumu’nun zırvalamaları, Türk Dil Derneği’nin başına buyruk davranışı, Türkçe konusunda yetke sayılan kimselerin aralarındaki anlaşmazlıklar, özellikle yazım kuralları konusunda önemli bir kargaşa yaratmış durumda. Ancak bir nokta var ki, bu kargaşanın tümüyle dışında. İşte o da “nokta”lama imleri...


Bilmem dikkat ettin mi, bugüne kadar Türkiye’de noktalama imlerinin kullanımı konusunda en küçük bir tartışma çıkmadı. Ya da çıktı da benim haberim yok. Birleşik ya da ayrı yazılması gereken sözcükler, inceltme ve uzatma iminin kullanılıp kullanılmayacağı, Türkçe’ye giren yabancı sözcüklerin yazımı gibi konularda hâlâ ortak görüşler oluşmuş değil, ama noktalama imleri öyle mi?.. Bu konuda hiç kimsenin ettiği ya da edeceği tek bir söz yok. Çünkü, bildiğim kadarıyla bütün dillerde noktalama imi var ve hepsinde de bugün Türkçe’de kullanıldığı gibi kullanılıyor. Yani sözcükten sonra boşluk bırakılmaksızın...

Ayrıca, yalnız dil konusunda değil, başka konularda da konulan kurallara uymaz ve her birimiz kendi kuralımızı koymaya kalkarsak, ortaya çıksa çıksa bugünün Türkiyesi çıkar.


Diyelim ki ben, trafikte sağa dönerken sağ, sola dönerken de sol işaret lambasını kullanmayı sevmiyorum (Gerçi İstanbul’da artık kimse kullanmıyor ya...). Öyle sadece sağa dönerken yakıp sonra cup diye söndürmek, sonra sola dönerken yakıp, döndükten sonra cup diye söndürmek tatmin etmiyor beni. Ya dörtlüleri yakıp trafiğe çıkmak... Arabamı herkes daha kolay algılayabiliyor; hangi yöne döneceğimi kestiremedikleri için de beni daha dikkatle izlemek zorunda kalıyorlar. Böylece de olası bir kazadan kendimi korumuş oluyorum. Arabanın donanma feneri gibi şıkır şıkır görünmesi de caba... Bu anlamsız kuralı kim koymuşsa koymuş, ben inanmadığım için uymuyorum be kardeşim...

Kurallar ve kurallara uyup uymama konusunda yazılacak ve söylenecek o kadar çok şey var ki, sayfalar yetmez. Onun için burada kesiyorum.

Virgül konusunda doğru bulmadığım bir değerlendirmene de değinmek istiyorum. Virgül sadece birbirini izleyen ve birbirini tamamlayan iki tümce arasında kullanılmaz. Virgülün daha pek çok işlevi var. Ali Püsküllüoğlu, sözlüğünde birbirinden ayrı 10 işlev sıralamış.


Sevgili Haluk, niçin kendimizi zorluyoruz, anlamak güç. Soru tümcelerinin ya da sözcüklerinin sonundaki mi, mı, mu ve benzeri soru ekleri görevlerini anlatma konusunda yetersiz mi kalıyor ki, soru imini de kurallara aykırı olarak ayrı yazalım?

“Değil mi ? Şahin ?” diyorsun.

Bu ilginç tümceden sonra yazdıklarını hoş bir fantazi olarak değerlendiriyorum ve

Değil Haluk, diyorum.

Her birimiz, yetkelerin bize dayattıkları kuralları sonuna kadar eleştirebiliriz, önerilerde bulunabiliriz, eylemler gerçekleştirebiliriz ve değiştirilmesi için gereken neyse yapabiliriz ama, onların yerine biz kendi kurallarımızı koymaya kalkışamayız. Yalnız kalırız, kötü örnek oluruz, benzer konularda öneriler getirme, görüş açıklama ve hele hele eleştirilerde ve uyarılarda bulunma hakkımızı tümüyle yitiririz. Bir de belirisizlik ortamı yaratırız. Buna hakkımız olmadığını sanıyorum.

Bak, Çağın Türker nasıl yakınıyor. Soruyorum sana, bu genç arkadaşımız, senin söylediklerine mi, benim uyarılarıma mı uymalı?

“Ancak daha siz kendi aranızda anlaşamazken ben hangisi doğru hangisi değil nasıl anlayabilirim?Yani gerçekten kafam karışıyor.Haluk bey farklı söylüyor ve Şahin bey farklı ama hangisi gerçekten doğru olan ve hangisini uygulamalıyım?”

Sevgiler...

Öldüm mü?

Aradığım kişi en başından beri ulaşılamaz gelmiş bana.Şimdi ulaşamamışım çok mu...Yalnızlık ikliminde ilerliyor bedenim gözleri ağlamaklı.Kussam çıkarır mıyım içimdekileri, yoksa sezaryenle mi aldırmalı gebe olduğum ölümü...Kendim bile terketmişken beni, ben kime sığınabilirim ki?Kapatmış kapılarını kalbimin sığınma evleri, eylem hazırlığında yine düşünce balonları ellerinde dövizler. "Terk et bizi" diye bağırarak geziyorlar arka sokaklarında üzüntümün.Bense sadece biber gazı sürebiliyorum ağızlarına bir suni teneffüs zilinde.Kış mı geldi? Yoksa ayaklarımın üşümesi ölümden mi bilinmez.Çıkmıyor ayak izlerim arkada, aynada da aksim yok...
BEN

Her zaman gelen gideni aratmaz

Bugün pazar ve ben ilk defa çok mecralı bir kampanyanın fikrini bulduğumun ve son haline getirdiğimin doyumsuz sevincini yaşıyorum. Nasıl oldu bilmiyorum. İçim kıpır kıpır. Görüntüsü olmayan ama sesi olan 37 ekran televizyonuma bakarken(gerçekten de ses var görüntü yok)ne zamandır özlemini çektiğim fikrin bir anda gelmesi... Beni sarması... Beynimin sayısız hücrelerinde kendi sesimin tamamen kapanıp fikrin yankılanışı, ben buradayım, işte beni buldun en sonunda!, demesi... Beni dün geceden beri uykusuz bırakması... Nasıl oldu da geldin anlamıyorum. Üstelik ben tek bir ilan fikrinin peşinde koşarken... Gel hadi, biraz da yemek yiyelim şimdi. Dün akşamdan beyi heyecanımızdan yemek yiyemedik. Kutlayalım bunu. Sana Tanrı misafiri mi demeliyim bilmiyorum ama şu anda benim en değerli varlığım olduğun kesin... Hoş geldin.

Devlet Tiyatroları'nda online bilet

Müjde, tiyatroya sık gidilmeyişinin en önemli mazereti ortadan kalkmış bulunuyor! https://www.dtgm.gov.tr/dtgmana.asp adresinde, tüm illerdeki DT sahneleri için online bilet satışı yapılıyor. Örneğin bugün AKM Büyük Salon'da 15:00'teki oyunda yer var, şıp diye bilet alınabiliyor. Üstelik koltuk seçme olanağı bile var. Daha ne olsun:)