Salı, Ocak 31, 2006

Fıkra...

Peki bir fıkra da benden...

Reklam yazarının biri bir gün hazırladığı acil ilanın onayını almak için müşteriye gitmiş. Müşteri şöyle bir bakmış, iyi de, demiş, sen niye geldin, patronun nerede? Yazar sinirlenmiş, şu an kimin sunduğu değil, ilana onay verip vermeyeceğiniz önemli, demiş. Müşterinin verdiği cevap, bizim köyde yapılan reklamcılık mesleğinin en iyi tanımı olmuş; iyi de beni ilanın nasıl olduğu değil, kaç paraya yayınlanacağı ilgilendiriyor.

Pazartesi, Ocak 30, 2006

Reklam Fıkraları

Ortak Defter'in arşiv özelliğini de göz önünde bulundurarak...

Reklam fıkraları konusu geldi aklıma geçenlerde. Çoğu ilimizin, bazı mesleklerin fıkraları var da neden "reklamcılık fıkraları" yok mesela?

Kendim için yazdığım birkaç reklam fıkrası oldu şimdiye kadar, üç yıllık çalışma hayatımda. Mutlaka diğer arkadaşların da aklına gelmiştir fıkralar diye düşündüm sonra. Mesela sayın Tansu Gülaydın'ın "sefa geldim" post'unu okuyunca, "mutlaka geliyordur hepimizin aklına reklamcılığa dair fıkralar" cümlesini kafamda daha sık sarf etmeye başladım.

"Reklam yazarının biri bir gün..." diye başlayan fıkralar ya da "Sanat Yönetmeni'nin biri bir gün..." diye girişi olan veya "Kreatif Direktör'ün biri bir gün..." şeklinde giriş yapan fıkralardan bahsediyorum.

Kendi birkaç fıkramı paylaşayım burada. Sonra Ortak Defter'in "arşiv" özelliğini de kullanarak, post arka sayfalara bile düşse yeni yorumlar girebilir diye düşünüyorum. Bir gün bakıp da gülmek için. :)

Puanlı bir nevresim takımı için ilan hazırlanacakmış. Art Director, oturup görsel olarak kullanılacak fotoğraftaki tüm puanları Photoshop'la yok etmiş. Sonra arkasına yaslanıp, bir gözü ekranda; "Böyle daha sade olmadı mı?" diye sormuş.

Sevgili Sanat Yönetmenlerimiz gücenmesinler, fıkra bu. Üstelik sizler Sanat Yönetmenisiniz, fıkradaki ise Art Director. :)

Bir tane de "reklam yazarının biri bir gün.." fıkrası:

Reklam Yazarının biri bir gün, Cannes'da ödül alan çalışmalara bakıyormuş. Almanya'dan katılan bir diş macunu ilanını incelerken kendi kendine mırıldanmış:
"Aceleye getirmişler herhalde bunu."
Dikkati dağılmış. Yanındakine dönüp sormuş:
"Hey Kleinzeit, gördün mü bu ilanı?"

Eminim, hepimizin aklına geliyordur böyle şeyler. Yazmaya ne dersiniz? Belki dünyanın ilk Reklam Fıkraları Antolojisi, Türkiye'de yazılmış olur. Güzel olmaz mı?

Pazar, Ocak 29, 2006

Ne fotoğraflar yahu !!

Siz görmüş olabilirsiniz ama görmediyseniz mutlaka gidip bakın, muhteşemler.
http://msnbc.com/modules/yip05/dw.asp?nStartOn=1

"Iron Whim"

Son yıllarda okurken belki de en büyük zevki aldığım kitap, Darren Wershler-Henry adlı genç bir profesörün yazdığı The Iron Whim - A Fragmented History of Typewriting.

2005’te Toronto’da yayınlanmış kitap, adından anlaşılacağı üzere, daktilonun (ve tabii daktiloyla yazılan yazının) parçalı / dağınık tarihi üzerine ve muhteşem. Obje ve makine olarak daktiloları, özellikle de eskilerini, seven bir misiniz bilmem ama, benim gibi daktiloyla arasında aşk olanlardansanız bu kitabı mutlaka okumalısınız.

Ben şans eseri keşfettim ve daha ilk bölümde çok sevdim. Hemen her sayfası, çok azını bildiğim ilginç pek çok şey anlatıyor. Abartmayayım ama reklam yazarlığına bir daktiloya çalışarak başlamış olanlarımızın (ehhem) niçin daha -eee, nasıl söyleyeyim…- titiz olduğumuza da bir tür açıklama getiriyor satır aralarında.

Dizin dahil 331 sayfa olan eserin neresinden ne nakledeyim ?! Öyle dolu işte. Şu ünlü ‘daktiloyla çalışan ve Shakespeare’in eserlerini yazan şempanzeler’ efsanesi de var tabii Iron Whim’de… Öyle bir noktaya/ayrıntıya kadar anlatılmış ki, okusa, matematikçimiz Ceylan Pojon keyiften kaç köşe olur bilmem ! Birazını aktarmaya çalışayım diyorum : “Perhaps in response to Adams, Italian-American mathematican and philosopher Gian-Carlo Rota had written a manuscript that was unpublished at the time of his death in 1999 that “if the monkey could type one keystroke every nanosecond, the expected waiting time until the monkey types out Hamlet is so long that the estimated age of the universe is insignificant by comparison… this is not a practical method for writing plays. (…) In 1979, Dr Willam R. Bennett Jr., a physics professor and computer scientists at Yale calculated that “if a trillion monkeys were to type ten randomly chosen character a second it would take, on the average, more than a trillion times as long as the universe has been in existence just to produce the sentence ‘to be or not to be, that is the question.’”

Bir trilyon maymun saniyede rasgele seçilmiş on harf vursa, ‘olmak ya da olmamak işte bütün mesele’ cümlesini yazmak için, evrenin var olageldiği sürenin bir trilyondan fazla katı süre gerekirmiş !!!!!

Bir sonraki paragraftan : “Gözlenebilir evrendeki bütün protonlar (kabaca 10 üzeri 80) kadar daktiloda yazan maymun olsa ve bunlar dakikada 500 sözcük hızıyla, günde 24 saat ve 20 milyar yıl süreyle yazsalar, hepsinin 100 harfi (Hamletin ilk 100 harfinden söz ediliyor - HM) vurmak için 5 çarpı 10 üzeri 96 denemesi olur. Başarıya ulaşılabilmesi için, 3 çarpı 10 üzeri 46 böyle evren daha gerekir.”

Daha neler neler var. Diyorum ya, kitap müthiş. Keşke birileri oturup çevirse…

Cumartesi, Ocak 28, 2006

Reklamcılığın en büyük dersini içeren çan eğrisi - Rosser Reeves'in bir yazısı


[Efendim, bir başka bloga da konan eskilerden kalma başlıksılarımı anonim bir dostumuz 'özenti püfirizma' olarak nitelemiş ama affınıza sığınarak bir başka naftalinli çevirizma (!) sunuyorum. Yazı, editörlüğünü Rosser Reeves'in yaptığı, iki büyük boy ciltlik, "1968'in En Çok Okunan 400 Reklamı" kitabına yine Reeves'in yazdığı ön yazı. 1974'te çevirmiş olduğumu hesaplıyorum.]


"Sonuçta, reklamlar sadece bir görev yerine getiren şeylerdir. Bu nedenle, başarı ölçüleri ‘sanat eseri mi ?’ değil, ‘görevini yapıyor mu ?’ olmalıdır. Seçicileri, ticari gerekçeler olmalıdır; belli sayıda beyefendilerden oluşan kurullar değil.”

Majesteleri Edinburgh Dükü, Layton Reklam Ödülleri Jürisine hitaben, 1960


----

Bir olayı anlatmanın en iyi yolu, olay nasıl olduysa öyle anlatmaktır.

Bir grup arkadaş 1968 Haziranında kırk yıllık araştırma kuruluşu Daniel Starch Inc.’I satın aldığımızda baktık ki, eşi az bulunur bir bilgisayar orada tıkırdayıp duruyor. IBM’in bu harika makinesine yılda 8.5 milyondan fazla görüşme yüklenmekteymiş. Görüşmeler kodlanmakta, ayrılmakta, çözümlenerek 85.000 reklamın okuturluğu ancak bir bilgisayarın ölçebileceği biçimde ölçülmekteymiş.

Adını ettiğim grupta hepimiz reklamcı olduğumuz için, araştırmanın sonuçlarını sabırsızlıkla beklemeğe başladık. Daha önce hiçbirimiz yaratıcılık konusunu bir bilgisayar ile tartışmamıştık.

İşte bu fenomene göz atmak için, George Gribbin, Oscar Lubow, Dick Andersen ve ben şirkete gittik.

Bilgisayar, kendi kendine mırıldanarak, ışıklarını yakıp söndürerek, ama hiç iletişim kurmadan, orada duruyordu… Ve tabii, yaratıcı biri için korkutucu görünüyordu. Bilimkurgu yazarlarının dedikleri doğru muydu ? Bu korkunç şeyler ileride her şeyi insanlardan devir mi alacaklardı ?

İlk söylediğim, “Uğursuz görünüyor,” oldu.

“Yo,” dedi Howard Stone “hiç uğursuz değil. Bilgisayarı, ellerinde kamış kalemleriyle upuzun sayı sütunlarını toplamaya çalışan 20.000 katibin yerini tutan bir makine gibi düşün. Geçen yıl 8.5 milyon görüşme yaptık. 280’den fazla ürün türü için 1015 dergide yayınlanan 85.000’den fazla reklamın okuturluğunu ölçtük. Bu bilgisayar, bazı düğmelerine bastığımızda, orada (yani 200 milyon tüketicinin beyninde) gerçekten neler olup bittiğini anlamamıza yardım ediyor.”

Eski bir reklam yazarı olarak (58 yaşında biri gerçekten eski bir reklam yazarıdır) çok heyecanlandım.

Yılın, okuturluğu en yüksek reklamlarını, yani daha çok kişiyi durduran, daha çok ilgi uyandıran, daha çok dikkat çeken o ender reklamlarını incelemek olanağı elimizdeydi.

Okuturluk reklam sanatının özü değil midir zaten ? İşin kendisi değil midir ?

David Ogilvy’yi hatırladım. Bir gün öğle yemeğinde beraberdik. O profesörce hali yine üzerinde, (David Oxford’da hoca olmadığını unutur bazen) piposuyla havayı şöyle bir dürteleyip, yumuşak İngiliz sesiyle, “Okuturluğa dudak bükerler. Ne saçmalık ! Okuturluk net satış demektir. Ne eksik, ne fazla. Aynı ürün için yapılmış iki reklam gösterebilirim sana, boyutları aynı, ama biri ötekinden 31 kat fazla kişiye ulaşmış,” demişti. Sonra, bir tür huşu içinde, “Düşünsene, o reklam için harcanan her doların 31 kat fazla işe yaraması gibi bir şey bu” diye eklemişti.

David, bir bilgeliği kısacık bir cümleyle aktarabilen, o Churchill benzeri yeteneğiyle, okuturluk teorisini şöyle özetleyivermişti : “Kaldı ki, boş camide vaaz verilmez.”

Eh, elimizde iyi bir olanak vardı. Bilgisayar tıkırdıyor, mırıldanıyor, vızıldayıp duruyordu. Ne oyuncaktı ama !

Oscar Lubow’a “1968’in en çok okunan 400 reklamını gösterecek misin bana?” diye sordum.

“Tabii !” dedi Oscar.

Bilgisayar yazılımcılarının GIGO diye bir deyimi var. İngilizce ‘Çöp İçeri - Çöp Dışarı’ sözcüklerinin kısaltılmışı. Yani, bilgisayara saçma bir soru sorarsanız, saçma bir cevap alırsınız. Ben de saçma bir soru sormuştum herhalde, saçma bir cevap aldım.

Üç gün sonra, evimdeki dört odanın her köşesi reklamlarla kaplandı. Bu 400 reklamdan 114’ü otomobil reklamıydı ! 7’si ot öldürücü ilaç reklamı ! Teknik dergilerden birinde yayınlanan biri, kam-şaft denen şeyin teknik ayrıntılarına girmişti. Bir başkası, bir sağlık dergisinde yayınlanmıştı ve buğday özüyle, barsak kordonlarından söz ediyordu. Hasta derecede balıkçılık meraklılarının dergisinde yayınlanan bir reklam, somon balığı tutmak için kullanılan zokaları anlatıyordu.

Birkaç şeyi söylemeyi unutmuştum bilgisayara !

Değişik ürün türleri için, değişik okuturluk düzeyleri vardı tabii. Örneğin, insanların otomobile daha çok, lazer ışınıyla daha az ilgilenirler. Kadınlar, karbüratörden çok, kumaşlarla ilgilenirler.

Dahası, değişik dergileri değişik kişiler değişik ölçüde okur. Satranca meraklı birinin Satranç Dünyası dergisini okumasıyla, yorgun argın evine gelen birinin genel bir dergiyi okuması değişiktir. Bunları Howard Stone söyledi, telefonu açıp ot öldürücü reklamlarını sorduğumda. Ot öldürücü ilaçlar çok endişelendiriyordu beni. Howard neşeyle, “Tabii,” dedi “çiftçilikle ilgili dergileri de kattık araştırmaya.”

Araştırmaya, sadece, genel konulu dergilerin katılmasını söylemeyi unutmuştuk. Üstelik, aynı ürün türlerinin reklamlarının kendi aralarında karşılaştırılmaları gerektiğini de söylememiştik. Oysa, buzdolabı reklamları okuturluğu, örneğin ilaç reklamlarının okuturluğundan değişiktir.

Kendi kendine konuşan bilgisayara geri döndüğümüzde, daha akıllı sorularla silahlanmıştık :

“Bize,” dedik “her ürün sınıfının en çok okunan reklamlarını ver. Örneğin, çorba, otomobil, duvar kağıdı, boya, sigara filan. Ve lütfen, Kan - Hematoloji Dergisi gibi dergileri de katma.”

Sonuçlar çok şaşırtıcıydı. İnsan elmayla portakalı, sutyenle rulmanı karşılaştıramaz ama, en iyi elma reklamını en iyi portakal reklamını ya da en iyi sutyen reklamını seçebilir. Tabii, bu reklamları kendi sınıfındaki reklamlarla karşılaştırmak ve sadece genel ilgi alanlı dergileri araştırmaya koymak koşuluyla.



Bu ikinci araştırma sonunda çıkan reklamlar beni daha da çok şaşırttı.

Bu kitap yayınlanmadan önce New Yorker dergisinde benimle ilgili, 16.000 kelimelik bir tanıtımın çıkacağını duydum. New Yorker önceden konuşmaz ama, aceleci bir kaynaktan öğrendiğime göre, bana ‘reklamcılığın D.W. Grifffith’I’ deniyormuş. Önce bir şoka girdim çünkü kendimi hâlâ 30 yaşında sanıyordum. Ama sonra baktım ki, aslında reklamcılıkta 36 yıldır çalışıyorum(*). Şimdi de oturmuşum, kırk yıla yakın süredir yüz binlerce reklamı inceleyen ben, reklamcılıkla ilgili yeni ipuçları veren bir dizi reklama bakıyorum.

Bakıyorum çünkü bunlar benzerlerine göre okuturluğu daha fazla olan reklamlar !

(*) Yayıncının notu : Rosser Reeves hâlâ bir spor arabaya sürüyor, yelken yapıyor, dalıyor, uçak kullanıyor. Geçenlerde sabah 5.30 sularında satranç oynarken görülmüş.

“Net satış,” David Ogilvy’nin dediği gibi “ne eksik ne fazla !”

Bu reklamlarda bir araya gelen ajanslar; reklam yazarlarının, sanat yönetmenlerininin, fotoğrafçıların, müşteri temsilcilerinin, araştırmacıların kafaları geldi gözümün önüne. Bu haberleşmeye akıtılan milyonlarca doları düşündüm. Bu iletişim, habire yayılan geniş ekonomimizin ve gürleyen, kopup giden toplumumuzun temel parçalarından biriydi.

Bu reklamların ortak yönleri nelerdi ?

İlk bakışta pek yavan, pek olağan gibi duruyorlardı. Hatta pek sıradan bir halleri vardı. Zeki reklamlar değillerdi. Pırıltıları, eğer varsa tabii, göze batmıyordu. İçlerinde ne derin amlamlı laflar, ne çıplak kız resimleri vardı. Şaşırtıcı başlıkları yoktu. Harfleri süslü püslü değildi.

Reklamları birlikte incelediğimiz eski bir reklamcı arkadaş şaşkınlık içinde sakalını sıvazları. “Biliyor musun,” dedi “ben bu reklamlar ıdaha bir soluklu olurlar diye beklemiştim.”

Eh, bu reklamlar daha bir solukluydu ama durup ‘soluklu’ sözcüğünü tanımlamak gerekir sanırım.

Gelin daha yakından bakalım bu reklamlara. İştüe Fitzsimmons yataklarının bir reklamı : “Dirseğiniz 3 Beautyrest yayına dayanırken, diğer 987 yay kılını bile kıpırdatmıyor.”

İşte bir Arnold Palmer Enterprises reklamı: “Arnold Palmer bütün golf sopalarınızı tapon hale getirdi. Sevinmiyor musunuz ?”

Bu da Campbell için: “Yankee Pot Roast yapmak için 7 tür malzeme gerektir. 4’ü bu tenekenin içinde hazır.”

Sears reklamı, oto lastikleriyle ilgili :”Sears patlamaz lastiklerine 100 çivi çaktık, 100 mil yol gittik. Bir solukluk hava bile kaçırmadık.” Görünüşe göre, oto lastiklerinin bizi ilgilendirdiğini varsayıyor. Aslında ilgilendiriyor da. Çünkü hepimiz lastikler üzerinde seyahat ediyoruz.

Hele biri var ki, harikalıktan fersah fersah uzak görünüyor: “Yeni Mobil. Arabanızı, siz sürerken temizler.”

Bir başkası: ”Fuller boyalarının asıl güzelliği, fiyatlarındadır: Galonu 5.98 dolar.”

Yo, eğer bu reklamların bir parlaklığı varsa, bu parlaklık hiç mi hiç göstermiyor kendini. Bakın işte: “28 kalori. Tadına bakarsanız, milyon gibi.”

“189.95 dolara, bulaşıklarınıza pislik muamelesi çekeriz.”

“Yazın bile uzun elbise giyerdim… 53 kilo zayıflayıncaya kadar.”

“Bir köpeğin boynundaki tasma, kuyruğundaki pireyi nasıl öldürür ?”

“Corning mutfak eşyasıyla sıcak ocağa soğuk kab koymaktan korkmazsınız.”

“Saçınızı yıkayıp yapmaktan başka şeyler yapmaya zamanınız kalmıyor mu ?”

Bu reklamlardaki sihir ne ? Sihir diyorum çünkü reklam olmakla kalmıyor bunlar. Hepsi okuturluk şampiyonu şeyler. Sonuç hoşumuza gitsin ya da gitmesin 200 milyon kişilik bir jüri bu reklamları kendilerini en çok ilgilendiren reklamlar olarak seçmiş.

Gözlerimi bu reklamlara dikip baktığımı, aklımdan bazı şeylerin geçtiğini hatırlıyorum. Örneğin, Albert Lasker’ın bana “Reklamını kimse okumazsa kimse hatırlamaz. Hatırlamazsa, reklamın kimseye bir şey yaptıramaz. Bu kadar basit.” dediğini. Garip bir duyguya kapıldığımı hatırlıyorum şimdi:

Birkaç reklamcı birbirlerinin egolarını parlatmak için bir dahaki sefere bir araya gelince, bu reklamlardan çok açı o aptalca ve değersiz ödüllerden kazanırdı.

Bu reklamlardaki sır neydi ?
Kazanmalarında ne rol oynamıştı ?

Cevap çok basit: ‘Butik’ türü ajansların sahibi sakallı gençler bu cevabı kendiliklerinden bulacaklardır. (Ajansları o kadar yaşarsa tabii.) Dilerim bulsunlar, çünkü bu cevap neredeyse reklamcılığın Newton kuralı gibidir.

Günümüzde bir çok reklamcı, reklamlarında değişik bir yaklaşım kullanmak için çaba harcıyor. Yaratıcı taşkınlıklarını haklı çıkarmak için, gözlerinde kutsal bir ateş pırıltısıyla ileri sürdükleri, uydurma bir mantıkları var. Bu mantıksızlıklarının farkında değiller. Birlikte çalıştıkları firmaların yöneticileri ise hiç farkında değil.

Diyorlar ki,

1. Bir reklam, korkutucu sayıda başka reklamla rekabet zorunda.
(Doğru.)

2. Bu yüzden, reklam ilgi çekmelidir.
(Doğru.)

3. Dolayısıyla, reklam değişik olmalıdır.
(Yanlış.)

Mantıkçıların yanlış ‘çıkarım’ dediği şey bu işte. Bir doğru büyük terim ve bir doğru küçük terimden yanlış bir sonuca varmak…


En az 1000 reklam ajansının, bastırıp, duvarlarındaki Picasso’larının yanına asmasını salık vereceğim doğru biçimi şu:

1. Her ürün, korkutucu sayıda başka ürünle rekabet zorunda.
(Doğru.)

2. Bu yüzden, ürün ilgi çekmelidir.
(Doğru.)

3. Dolayısıyla, ürün değişik olmalıdır.
(Doğru.)

İşte o reklamların sırrı. Davul tozu, minare gölgesi ve baykuş gözünün karıştırılmasıyla, iletişim uzmanı cadılar tarafından bir kazanda kaynatılan, gerçekten etkili bir sihir. Bu reklamlar ürünlerinin hikayesini iyi anlatıyorlar. Nedir, nasıl çalışır, avantajları nelerdir, sizin ne işinize yarar…

Ürünü ilgi çekici yapan reklamlar bunlar, reklamın kendisini değil.

Zeki reklamlar değiller, çünkü 200 milyon kişinin pek azı zeki.

İyi bir elbise gibiler: Onu giyen adama ilgi çekiyorlar, diken terziye değil.

Claude Hopkins biliyordu bunu. Albert Lasker da, Frank Hummert de. Phil Lennon, Wilbur Ruthrauff, Sterling Getchel de bilirdi. Bruce Barton, Raymond Rubicam, Alex Osborn, Fairfax Cone, Lou Wasey ve Stanley Lesor, Leo Burnett de bilenler arasındaydı. Tabii, Bill Bernbach , Charlie Brower, Ted Bates ve David Ogilvy de.

Efsaneleşmiş bu adamların ünleri kaza eseri değildi. İşlerini bilen adamlardı bunlar.

Bu reklamların pek çoğu, onların işlerini bilen adamlar olduğunu doğrulayan reklamlar.

Geçenlerde, Algonquin’de Bill Bernbach’la reklamcılık teorisi hakkında tartışmak zevkine ulaştım. Bernbach’la daha önce hiç karşılaşmamıştım, çok çok dikkatle dinledim.

“İnancım o ki,” dedi Bernbach “gerçekten yaratıcı kişilerin birinci sorumluluğu, yaratıcı özgürlüklerini kullanmamaktır ! Neyin iyi bir yaratıcılık neyin düzmece bir cambazlık olduğunu bilmeleri gerekir.”

Sonra da eklemişti: “Hayalgücü sözcüğünü yeniden tanımlamalıyız. Çoğu reklamcıyı doğru yoldan çıkaran, hayalgücünün yanlış tanımıdır.”

Yakınlarda yaptığı bir konuşmada şöyle diyor: “Hayalgücünüzü başıboş koşturmak, birbiriyle ilişkisiz rüyalar görmek, bazı grafik cambazlıklara ve sözel cimnastiğe girişmek değildir. Yaratıcı kişi, hayalgücünü dizginlemelidir. Çılgın dürtülerini disiplin altına almadıdır ki, her düşüncesi, her fikri, yazdığı her sözcüğü, çizdiği her çizgisi, çektiği her fotoğraftakı ışığı ve gölgesi, anlattığı ürünün hikayesini daha canlı, daha inanılır, daha ikna edici yapsın.”

Böyle diyor bir usta. Bana öyle geliyor ki, ondan önce gelip geçmiş büyük reklamcılar da katılır onun bu sözlerine.

Evet araştırma sonucunda çıkan reklamların sihiri, ürünlerini sunuşlarında.. Kendileri sunuşlarında değil. Bunun tartışılacak bir yanı da yok, çünkü bu sonuca 200 milyon kişiyle yapılan 8.5 milyon ayrıntılı görüşmede varıldı.

Bir bakıma, bu reklamların Amerika’nın 1968’lerdeki bir fotoğrafı denebilir. Ama, ilgi duyduğu şeylerin fotoğrafı, yan ürünlerinin değil. Sanki zaman makinesinde dondorulmuş bir mağazaya giriyoruz, Amerikalı mallara bakarken biz de onu gözlüyoruz. Aklındakileri okuyabiliyoruz. Gördüğü materyalist rüyaları onunla birlikte görebiliyoruz neredeyse.

Çünkü bir kişi, lastiklerine batan çivilerden yana bir sorunu yoksa, lastiklere batan çivilerden söz eden reklamı okumaz. Fazla kilolarından yakınmayan biri, zayıflamayla ilgili reklamı okumaz. Beynimizin içinde, bu konuları bizim için önemli kılan küçücük elektronik devreler yoksa, motoru temizleyen yağla, saç yıkamayla-yapmayla, sıcak ocağa soğuk kab koymayla ilgili reklamları okumayız.

Ne de olsa, ayağındaki nasır, kişiyi Waterloo savaşından daha çok ilgilendirir.

Bu reklamlardan Amerika’nın zevkleri hakkında bigi de edinebiliriz. Bir oturma odasını gösteren mobilya reklamı var. Ben kendi hesabıma odayı iğrenç buluyorum, içinde yaşamazdım. Ama bir Amerikalı beğeniyor olmalı, çünkü reklam en çok okunan reklamlardan biri olmuş. Reklamı yazan adam işini biliyormuş.

Büyük reklamcıların okuturluğa bu kadar önek vermesine rağmen, bunu hâlâ kavramayanlar var.

Geçenlerde, çok bilmiş bir yönetici ‘21’de bana şöyle dedi: “Okuturluk, Rosser, saçma bir şey. 80 kişinin reklamımı okuyup malımı sadece birinin satın almasındansa, dört kişinin okuyup ikisinin malımı almasını yeğlerim.”

Bu tür fikir ayrılıkları şu soruyu sormaya zorluyor insanı: Eğer, reklamın hikayesine dokunulmadan, okuturluk iki katına çıkarılsa, satışların da iki katına çıkması sağlanır mı ?

Okuturluk, bir bakıma, reklamcılıkta gerçeğin ta kendisi.

İzin verir misiniz, yazının başında yer alan o çan eğrisine dönelim ? Eğriyi bir daha inceleyin. Göreceğiniz gibi, reklamların büyük bölümü kendi ürün sınıfında yani rakip reklamlar karşısında düşük okuturluğa sahip. Bir başka büyük bölümünun okuturluğu, ‘vasat’ın ölümcü gri gölgesinde. Bazılarının okuturluğu ise yüksek.

O kırmızı noktaya gelince, işte, sözünü ettiğimiz 400 reklamın okuturluğu oralarda.

Bu çan eğrisini paraya vurun bir an. Paraya diyorum, çünkü, müşterilerimiz paralarını bize emanet ediyorlar, reklamlarını yürütmemizi istiyorlar. Hepimiz de bu paraları en iyi biçimde kullandığımızı ileri sürüyoruz.

Eğriye göre, reklamveren bir çok kuruluş, her bir okuyucu başına 7 ila 9 sent harcıyor. Diğer bir deyişle, her yüz okuyucu başına 7 ila 9 dolar. Bazı kuruluşlar ise sadece 1 ilâ 2 sent.

Bir seferinde, reklamcılığı ‘mesajı en çok sayıda kişinin kafasına en ucuza sokmak’ diye tanımlamıştım. Bu tanıma dayanarak, bu 400 reklamı yaratan kişilerin, jürilerin en zor beğeneni olan okurlarca 1968’in Ünlü Reklamcıları listesine seçildiğini ilan edebilir miyim ?

Perşembe, Ocak 26, 2006

Ajans Ada şarabı 1977 !

Yılbaşı hediyesi olarak Ersin Salman'ın bir arkadaşının ürettiği şaraplara özel etiket yapılmış. Metni, o tarihteki Ada müşterilerinin sloganlarını birleştirip yazmışım. Grafik, tabii, rahmetlik Aydın Ülken. (Şarap çok kötüydü. Ama etiket sükse yapmıştı.)

Çarşamba, Ocak 25, 2006

Medya Zirvesinden bir başka fotoğraf

3 Aralık 1990 Medya Zirvesi. Yılmaz Büyükerşen ve Haluk Gürgen (Anadolu Üniversitesi), Haluk Mesci, Ersin Salman, Nail Keçili, Özcan Ertuna ve Ertuğrul Özkök (Hürriyet)...

1990 Medya Zirvesi

3 Aralık 1990, Medya Zirvesi, The Marmara Oteli diyor fotoğrafın arkası. Önde ise, belli ki, harika bir an. Cem Boyner, Ersin Salman, Haluk Mesci, Faruk Atasoy...

Arşiv !

1985 filan olmalı. Markom. Fab için film çekimi. ABD'den yeni dönmüş olan Rüstem Batum reklam filmi yönetmenliğini deniyor. Bu onun ilk ciddi reklam denemesi. Başarılı olamıyor ne yazık ki. Çevreden hatırlattıklarına göre, seti de bırakıp gidiyor mu ne, öyle bir şey. Yanındaki kişi kim bilemiyorum. Arkada ayakta duran genç ve yakışıklı bir Ayhan Cecan, benim Markom'daki ortaklarımdan. Benim solumda, Colgate'in epey yaşlı reklam danışmanı, Don Jordan. Hayattaysa kulakları çınlasın. Öldüyse, toprağı bol olsun. Keçi kadar inatçı, çatır çatır bağıra çağıra kavga ettiğim biriydi ama bir sürü de haklı olduğu -biçimsel- şey vardı. [Yer, Maslakta, şimdi kebapçı veya karafırın olan binanın alt katında küçük bir plato. Cenajans'ındı galiba. Sonra bir ara Atilla Öğüt'e geçmişti sanırım.]

Arşiv !

21 Nisan 1986, Reklamcılar Derneği I. Yönetim Kurulu son toplantısında. Sol arkadan, Muammer Öztat (rahmetli oldu), Haluk Mesci, Pınar Kılıç. Önde Eli Acıman, Ersin Salman. Yer, Gayrettepe.

Arşiv !

Yılını yazmamışım. Reklam Yazarları Derneği (adı o zaman öyleydi) Yeniköy İskele restoranda toplanmış, sorunları vs konuşmuştu. Fotoğraftaki kişileri tanıyanlar yazabilirler mi lütfen ??

Arşiv !


Yine 80'ler. Birleşik Reklamcılar'dayım daha. Ülker Taç Kraker çekimi için Yedi Göllere gitmiştik. Yönetmen Tunç Başaran, Görüntü Yönetmeni, rahmetli Gani Turanlı...

Arşiv...




1980-81 olmalı (tarih atmamışım ama kişilere bakarak söylüyorum). Filmciler - reklamcılar futbol karşılaşması. Organizasyon, Lale Film'de çepeçevre konuşmalarımız sayesinde yapılmış. Yer, Gümüşsuyu Teknik Üniversite sahası. Katılanlar, ohooo, kimler yok ki ? Elimde kalanlardan buraya iki fotoğraf koyuyorum. 1. fotoğraf, soldan sağa doğru, Bülend Engin, Haluk Mesci, Ümit Gülsoy, Adnan Çankaya, Neşet Kırcalıoğlu, uzaktaki kişiyi seçemiyorum, Tekin Güreken ve kulakları çınlasın Erol Batıbeki. (Benim bacaklar çırpı ! Annem diyor ki, çocukken bacakların o kadar sıskaydı ki ben sana kısa pantalon giydirmeye utanırdım...) 2. fotoğraf, biracılardan Semih Polat ve bendeniz, duvar dibinde dinlenen Nazar Büyüm, elinde limonla yüzünün birazı görünen Ersin Salman.

Arşiv !

Herhalde 1975 filan. Türkiye'nin ilk üç yıldız soğutmalı buzdolabı Presiz için film çekimi ! Sunucu Metin Serezli, Presiz'in buzluğunda gezinecek. Video, bilgisayar ne gezer ? Yaparsın oranlı maketi, gezdirirsin adamı. Kameranın başında Ümit Gülsoy var. Arkası dönüklerden en sağdaki bendenizim. Benim solumda kim var hatırlamıyorum ama onun solunda Tunç Başaran, filmin yönetmeni. Dekoru ve köpükten balıkları, tavuğu, sosisleri, karpuzu vs, Arto Berberyan yapmış. Mekan da ilginç, Tophane, İtalyan Lisesinin karşı kaldırımında tarihi bir marangozhane... Yine fotoğrafın solunda, dikkatle bakarsanız, bir sonraki sahnede kullanılacak pastanın, peynirin maketini çıkarabilirsiniz.

Reklam, Reklamcı, Reklam Ajansı, Reklamveren Üzerine Başlıksılar...

Efendim, bu yazıyı 1984 veya 1985'te yazmışım, Rapor gazetesi reklam ekinde yayınlamışım.

- Paranız varken, stokunuz yokken, zamanınız çokken reklam yapmaya bakın.
- Reklamın ucuzu pahalıdır. Asıl faturayı sonra ödersiniz.
- Reklam yapmak, karnıyarık yapmak gibidir: Malzemesini, mesarifini esirgersen tatsız olur. Kimse yemez.
- Reklam yazıldıktan sonra reklam yazarına akıl veren çok olur.
- Her dönemde, kötü reklamların sayıları toplamı, iyi reklamların sayıları toplamından fazladır.
- Bir ülkede kötü reklam yaptırma ve yapma eğilimi, o ülkede matematikten sınıfta kalma eğilimiyle doğru orantılıdır.
- ‘Ben bu reklamı anlamadım’ demek yiğitliğini gösteremeyenler, ‘halk bu reklamı anlamaz’ demeyi çok iyi bilirler.
- Reklam ajanslarının bazısı ‘pazarlama’ bilir, bazısı ‘pazarlık’.
- Zaten reklamverenin bazısı da ‘pazarlama’ konuşmadan önce ‘pazarlık’ konuşur, ajansını öyle seçer.
- Her reklamveren, layık olduğu reklam ajansını bulur.
- Reklam ajansı seçerken, ‘bir çalışma yapın da yaklaşımınızı görelim’ diyenlere, aklı başında her reklam ajansı, ‘yaklaşımınızı
gördükten sonra, çalışmasak daha iyi olur’ demelidir.
- Olması gereken, pazarlama bölümünüzle reklam ajansınızın birlikte çalışarak ‘iş’ yapmalarıdır. Eğer pazarlama bölümünüz, daha çok çalışarak, ajansınızın işini yapmak zorunda kalıyorsa, ajansınızı kovun. Yok eğer reklam ajansınız daha çok çalışarak pazarlama bölümünün işini de yapmak zorunda kalıyorsa, başınızı iki elinizin arasına koyun.
- ‘Reklamcılığı sevimiyorum ama…’ diyen bir tek kişi bile çalıştırıyorsa, o reklam ajansından kaçın. İşini sevmeyen, sevilecek işler yapamaz.

Pazartesi, Ocak 23, 2006

Sadece 24,95 $'a siz de kreatif olabilirsiniz :)


http://www.adguystarterkit.com/

Mutlaka izleyin, Bu Pazartesi kendiniz için iyi bir başlangıç yapın. Ad Guy Starter Kit ile hemen, şimdi ödüller kazanın. :)

Cuma, Ocak 20, 2006

Üstadım Tansu M.Gülaydın da gelmiş, ne iyi etmiş, hoşgelmiş. Sağol Haluk, bu çocuk yeni bir renk daha katacak deftere.

Bugünlerde ben de eskileri karıştırıyordum. Sevgili Haluk'un anıları da iyi denk geldi.

Galiba eskiden daha lezzetli, daha duru, daha naif işler yapılıyordu. Metin üzerinde bin dönüyorduk, grafik daha titiz oluyordu, bu mac çılgınlığı da yoktu. İşlerin kimin yazdığını, kimin tasarladığını daha çabuk farkederdik. Tüketim bizi de tüketti sanki.

Şimdiki çocuklar bize göre daha çılgın, daha özgür ve çok daha teknolojik, evet. Ama ben niye eskiden aldığım lezzeti, şimdi daha az alıyorum?

Eskisi kadar reklam izleme manyaklığım da kalmadı. Zaten gazetelerden nefret ediyorum, eskisi gibi de okumuyorum. Tamam, bu davranışımı eleştiren çok ama bu benim seçimim. Ama toplumun gidişini okumadan da biliyorum.

Ara ara denk geldiğimde izlediğim ya da okuduğum reklamlara bakıyorum, etkilendiğim ve yapanın, yaptıranın eline sağlık dediğim de pek yok. Hatta "yeter be, bu kadar da olmaz ki!" dediğim de pek çok.

Yahu, bu herkesin dilinde pelesenk ettiği "kalite" nerede? Bu kadar mı yitirildi bu meret. Reklamverenleri mi kesmeli yoksa bizimkileri mi?

Hobaaa, bu kadar da olmaz diyeniniz çıkacaktır kuşkusuz. Ama gerçekten böyle düşünüyorum.

Biz eskiden eskiden, su içerdik testiden edebiyatı gibi oldu ama böyle...Ham leblebi diyorum bu işlere, karın ağrıtıyor çünkü, yapan adına ben sıkılıyorum.

Hadi gençler, bunun şekerlisi var, iyi kavrulmuşu var, çifte kavrulmuşu var, hadi...

Çarşamba, Ocak 18, 2006

HM'nin Türkçe karşılık bulma eğlencesine katkı

Görme Biçimleri
John Berger
...
Örme Biçimleri
Can Berber

Sefa geldim.

HM dedi: Sen niye yoksun Ortak Defter’de? Dedi.
Anonslar yazıyordum uzunca zamandır. Garip anonslar. Onları bari anons edeyim, dedim. Olur, dedim. Geçtikleri yerlerle anılan ve fakat garip isimli, ‘Dandanakan Savaşı, Sırpsındığı Savaşı, Miryakefalon Savaşı gibi savaşlardan sonra, Lozan Antlaşması ne güzel de karizmatik duruyor, diye düşündüm sonra. Sesimi kalınlaştırarak Lozan Antlaşması, dedim. Sonra bu durumu konuyla ilgili bulmayıp, konuya girdim. Örnek bir iki:
‘Sigarayı bırakamıyorsanız, bari içinize çekmeyiniz.’ Gibi.
‘Fotoğraf çekilirken, arkadaşlarınıza ve/ya da sevdiklerinize yaptığınız ikiparmaktavşankulağı espirisini Avrupa Birliği Dönem Başkanları Hatıra Fotoğrafı’nda yapmaya kalkmayınız, zevzek sanırlar sonra.’ Gibi.
‘Lütfen küçük çocuklarınızı savaş pistinden çekiniz.’ Gibi.
‘Türkçe burkulgandır. Lütfen dik tutunuz, nemli bezle silmeyiniz.’ Gibi.
‘Eczane vitrinlerindeki ‘Arı Sütü Var. Polen Geldi. Grip Aşısı Geldi.’ türündeki yazıları ilaç reklamı sanmayınız.’ Gibi.
‘Lütfen yakınlarınıza uzaktan kumanda vermeyiniz, aranız açılır.’ Gibi.
‘Her şeyi bitişik yazmaktan gocunmayana, de’leri-da’ları ayırmamak 'ta' mübahtır.’ Gibi.
‘Verdiğimiz rahat(lı)lıktan dolayı huzur dileriz.’ Gibi.
Gibi.
Gibi. Tek başına kalınca ne kadar tuhaf duruyor değil mi?
Bazı sözcükleri yalnız yazın, bakın. Derinleşiyorlar, resim oluyorlar.
Vida, mesela. Vida.

Bir oyun oynayalım mı ?

Diyorum ki, Türk kültürü, sanatı, bilimi bugün batının olduğu yerde olsaydı ve batı da Türkiye'nin bugünkü yerinde bulunsaydı...
Acaba bazı şeylerin, kavramların, karakterlerin vb adları Türkçe ne olurdu ??

Örneğin, Mickey Mouse pekala Fahri Fare olabilirdi.
Edizoğlu diye biri Edison'un yerine ampulü ve başka şeyleri icad edebilirdi.
Aykut Amber'in serüvenleri oralarda Mike Hammer adıyla çıkardı.

Gelin azıcık oynayalım, örnekleri çoğaltalım. Eğleniriz.

Salı, Ocak 17, 2006

İyi cesaret doğrusu...

3, 4 ve 6 Ekim 1978 günleri Hürriyet gazetesinde yayınlanmışlar. Ajans Ada imzalı ama Aydın Ülken - Haluk Mesci imalatı... Tarihe bakılırsa, Ajans Ada'dan ayrılıp Birleşik Reklamcıları kurduğumuzdan sonra yayınlanmışlar : Ada'dan ayrılmadan yaptığımız son işimiz belki de. İyi cesaret bu ilanları böyle yapmak diyorum çünkü siyah beyaz ilanlarda gri zemin kullanılmış ! Mustafa Taviloğlu'nu bu ilanları yayınlamaya ikna etmiş olmamız, metinlerde -o döneme göre- rakip markaların adını edebilmiş olmamız, kendi işimiz diye demiyorum ama, bence önemli. (Kulakları çınlasın, Taviloğlu sadece rakip markaların birini çıkartmış, metne başka karışmamıştı.) Basit ama güzel tasarım, lezzetli tipografi hep rahmetli Aydın Ülken'in elinden çıkma. Sokak tabelası fotoğrafını bile Moris Maçaro çekmiş. Beni en çok şaşırtan, fotoğraf çekilirken dükkan daha hazır olmadığı için grafikte eklenen tabela : Aydın nasıl böyle bir şeyi atlar, inanılır gibi değil. Hergelelik olsun diye yapıldı desem, böyle hergelelik olmaz. Kafayı çatlattım ama hikayesini hatırlayamadım. (Taramaları, bu kadar yıldır duran kesiklerden ben yaptım, kalitesi için özür diliyorum. Başka türlü taranabilir mi bilmiyorum.)

Pazartesi, Ocak 16, 2006

"Her şey"e ölümm!!!!

Siyasi partilerden birine ait
bir kampanya var dışarıda...
Daha ne olduğunu bile görmeden, ne dediğine bile bakmadan
gözlerim yapıştı sol alt köşeye...

"HERŞEY TÜRKİYE İÇİN" yazmışlar.

Ne iyi etmişler!!!

: ( Kişisel tarihimden, bir acemilik !


:(
Bu taslak benim Fulmar zamanımdan (1975 filan olmalı) kalma. Fikir benim, grafiğini rahmetli Necati Balaban benim zorlamamla böyle yapmıştı. Niye kötü bir iş olduğunu anlatayım : Hem metin, hem grafik uygulama, yanlış !! Pakette çıtlamış, kırılmış olanlar bir yana bırakılırsa, iyi bir cipsin pakedinden her biri standart biçimde ve büyüklükte taneler çıkmalı. Ben ne yapmışım ? Tam tersi !! İrili ufaklı taneleri seçtiğim gibi, bunların güya müziklerini (!) de tanelerdeki dağınıklığı destekler/pekiştirir gibi yazmışım.

Allahtan ilan yayınlanmadıydı.

Cumartesi, Ocak 14, 2006

Şövalye Tanıtım Hizmetleri

Marketing Türkiye 15 Ekim 1999 sayısında Şövalye Tanıtım Hizmetleri kendini böyle tanıtmış. Düzgün bir grafik, herkesin altına imzasını koyabileceği ilkeler... Kimlerdi kuranlar, daha sonra hiç mi duymadık Şövalye'yi ? Ben mi bilmiyorum ? Böyle bir ajans hâlâ var mı, varsa aynı adla mı devam ediyor ? Hangi işleri yapıyor ? Bilen varsa yazabilir mi lütfen ?

Anla-miyor baen...

Bu ilanın (ilan olduğunu düşünüyorum yani, olmayabilir tabii ki) dilini çözebilen var mı ? Nece bu ilan ? Esperantonun Türkçe lehçesi filan mu acaba ?? [İlanı,Fotospor gazetesinden kesip saklamışım. Ne yazık ki tarihini not etmemişim ama arka sayfalardan bir ipucuna göre, Rüştü reçber Fenerbahçe'ye yeni transfer olmuş ama sezon sonuna kadar Antalyaspor'da ter dökecekmiş... Fotoğrafında da gencecik görünüyor...]

Perşembe, Ocak 12, 2006

Şu malum ilan

(Rahmetli Aydın Ülken affetsin : Daha geniş bir tarayıcıda daha iyi tarayacağım veya ek yerlerini daha iyi birleştireceğim.)

Ne içersiniz ?

Buyrun, bu da 12 Ağustos 1975'te yayınlanmış bir 'meşrubat' reklamı ! Ankara Gazozu vardı, onun kolası 'akola' olarak çıkmıştı... Ne günler !

İlk Tipitip mi ?

Kesik arkası güzelliklerine devam ! Bu da, metnine bakılırsa, Tipitip'in lansmanı... (Tarih 27 Ağustos 1975)

Ne hoş ! Ve yıl 1975...

Arşiv kurcalamaya devam. Bir reklamımı kesip saklamışım. Tarih 12 Ağustos 1975. Ama asıl güzellik arka sayfada ! Küçük bir ilan ama içeriği müthiş ! İnsanlar daha mı çalışkanmış ne ? Var mı şimdi seçme şiirleri bir başka dile çevrilip hem de Türkiye'de yayınlanan ??

Salı, Ocak 10, 2006

'Noktasında'

Dikkatinizi çekti mi hiç, Başbakan ve çoğa bakan konuşmalarında 'noktasında' sözcüğünü ne çok kullanıyor ? Ve ne kadar kötü, yersiz, anlamsız kullanıyor ?

Google'a rakip yeni bir arama motoru!

http://www.hakia.com

Fince "araştırmacı" anlamına geliyormuş "hakia". Kurucusu bir Türk: Dr. Rıza Can Berkan... Özelliği "anlam bazlı bir arama motoru" olması. Hakia'ya soru soruyorsun, o cevabını buluyor. Üstelik soru sordukça öğreniyor ve kendini geliştiriyor imiş. Hatta yakında SMS ile de soru sorulabilecekmiş ve tüm dünya dillerine hizmet verecekmiş... Ben denedim, güzel... Zamanında Altavista ve Yahoo'dan başkasını bilmezdik. Google geldi bunları görmez olduk. Öyle görünüyor ki gelecek bu Hakia'nın... Teknolojik gelişme çok baş döndürücü. Nasıl yetişeceğiz bilemiyorum.

Türkçe'nin kurtuluşu!

Müjde! Türkçe internet adresi servisi başladı. Artık adres çubuğuna "www, com, org, gov.tr" gibi ifadeleri yazmaya gerek kalmayacak. Bir şeyin ismini bilmek yeterli yani. Onun bir de internet adresini bulmak, aramak, hatırlamak gibi işlerle vakit kaybedilmeyecek. Adres çubuğuna "ziraat bankası" yazacağız mesela (evet 'ı" ile :). Tak, site açılacak.

İşin ilginci bunu Güney Koreliler bulmuş ve ana dilde internet servisini tüm dünyaya taşıyorlar. Netpia isimli şirket Türkiye'deki servis sağlayıcıların 5'te 3'yle anlaşmış durumda ve Türk Telekom'la anlaşması da an meselesi. Bu gelişme reklam sektörü için de ilginç açılımlar getirebilir. Kampanya mı yaptınız... Yazın sloganı adres çubuğuna, açılsın özel kampanya sayfası...

Ben fazla açılmayayım, siz kendiniz okuyun, öğrenin. İstiyorsanız gidin kendi isimlerinizi 50 dolara satın alın (bu çok saçma). Bu konuyu biliyorsanız "aa evet ben yeni duydum".

http://www.netpia.com.tr

Pazartesi, Ocak 09, 2006

Reklam yılıyla yaşınız kaç ?

1994'te Lürzer's Archive'da yayınlanmış bir fotoğrafçı ilanını saklamışım. Türkçeleştirdim. Fotoğraftaki kişi kadar nuranî olmasak da, bu işin insanı çabuk yaşlandırdığı kesin. Soldaki dertlere bakınca, hangi ülkede reklamcı olduğunuzun fark etmediği çıkmıyor mu ortaya ?

Pazar, Ocak 08, 2006

Bir Anket

Sizce blog'lar ileride nasıl bir konumda olacak?
Blog'lar, bir trend mi yoksa büyük bir buluş mu?

Yirmi sene sonra blog kullanımı nasıl olacak? Bloglara dair genel fikirleriniz nelerdir? Herhangi bir kehanetiniz var mı bu konuyla ilgili?

Merak ediyorum... Avantajları neler, dezavantajları neler? Sevdik mi blog'ları yoksa boğulduk mu içinde?

Cuma, Ocak 06, 2006

43 Things

Ben yeni keşfettim, siz belki biliyorsunuzdur ama, ilginç bir site. Istanbul'dan da birileri var...

http://www.43things.com/

Şecaat arzederken...

Çok sevdiğim bir dostum, herkes gibi, ilginç olduğunu düşündüğü şeyler yolluyor bazen. Bazıları gerçekten de ilginç oluyor. Ama bu gönderdiğinde yaman bir çelişki var ve beni isyan ettirdi. Siz de yazar gözüyle bakın hele, şecaat arzerken nasıl sirkat söylemiş birileri.

(Dostum sağlam biridir, yazıyı o yazmamış, biliyorum. Nereden aldığını ise, uzatmadım, sormadım.)

Dar zamanlar, geniş insanlar

Sabah yatakta gözümü açtığım andan itibaren yapılacak işlerin düşüncesi beni esir alıyor. Ahım şahım bir işim yok aslında, bir reklam yazarıyım sadece. İşten başka vakit ayırmak istediğim birkaç “iş” daha var. Ve de yalnızca 24 saatim!

Sanki koskoca İstanbul’da herkes ve her şey yavaşlatma eylemi yapıyor. İşe giderken, evden ne kadar erken çıkarsam çıkayım biraz sonra yüreğimde bir darlık: “hay Allah trafiğe bak, ya hadi gitsenize, açın yolu, geç kalıyorum.” Halbuki sıradan bir yoğunluk. Bana nedense anormal geliyor. Neyse TEM’e çıkınca su gibi akıp gidiyoruz. TEM’i seviyorum.

İşe geliyorum. Bilgisayarımın düğmesine basıyorum. Aa, yoksa fişi mi çıkmış, ekran hala karanlık. Kasaya kulak veriyorum. Evet “tır tır tır” çalışıyor. Hah tamam açıldı. Simgeler masaüstüne bir bir yerleşiyor. Amma da yavaş açılıyor.

Yapılacaklar listesi gayet makul. Ama sanki listede olmayan işler mi var nedir? Ya da unuttuğum bir şeyler?! İçimde bir huzursuzluk. Sanki yapılması gereken bir şeyler var, ben yapmıyorum ve zamanı geçiyor. Yok, yok, kesin atladığım bir şeyler var! İç sesim beni rahatlatmaya çalışıyor: “Biraz keyfine bak, kitap karıştır, gazete oku, mail’lerini kontrol et. Rahat ol ya!” Daha da içerideki sesim dürtüyor: “Ajandana bir daha bak. Her işi yaptıysan bile gözünden kaçan bir deadline olabilir. Ya da ödenecek bir fatura, doğum günü kutlanacak bir arkadaş, not alınmamış bir sunum vardır belki”

Neyse öğleden önce biraz isim çalışıyorum. En sevdiğim işlerden biri. Yoğunlaşınca ne iç seslerimi, ne de her gün aynı şeyleri çalan radyoyu duyuyorum. Bir süre sonra gözlerim yanıyor. Ekrana fazla bakmaktan mı, içmeyene gider kuralıyla etrafımı saran sigara dumanından mı, bilmiyorum.

İnternette dolaşan bir yazı geliyor aklıma, imzasını hatırlamıyorum. Orta Amerika’da yerlilerin rehberlik ettiği bir turist grubu dağa tırmanıyormuş. Çıkmışlar, çıkmışlar, tepeye az bir mesafe kalmış, rehberler durmuş. Turistler, onlara neden durduklarını sormuşlar. Yerliler de “çok hızlı çıktık, ruhumuzun bize yetişmesini bekliyoruz” demişler.

Hadi biz de biraz yavaşlayalım.

Reklam Yazarı ne yazar ?


Nedense, şimdiki gençler reklam yazarlığını genellikle -ödüller kazanacak- tv ve basın işleri, hadi olmadı açıkhava reklamları yazmak gibi görüyor.

Arşiv resmindeki 'sakız karikatürü'nü Ajans Ada'da çalışırken 'yazmışım'. Evet, sakız karikatürü yazıyorduk yani. CinCin tipini yarattıktan sonra, onun tek veya iki kare maceralarını yazmaya başladık; çizeriyle senaryo çalışır gibi konuştuk. Yazı grubumdan Selma Serdaroğlu da CinCin karikatürü yazanlardandır. Bu karikatürü özellikle saklamamın nedeni, karakteri çok iyi anlatması. Anlatılan olayın karikatüre uygun ve iyi çizilmiş olması...

(Sol üst köşedeki siyah kare, fotosel için...)

Perşembe, Ocak 05, 2006

Mesela yani...

ABD'li bir reklam yazarı olarak bir filmde dünyanın en iyi aktörlerinden Robert De Niro'yu, o olmazsa Al Pacino'yu kullanmayı ve kendisine "Gukuruk Gukuruk" dedirtip göbek attırmayı düşünüyorum. Bu senenin en iyi işlerinden olacağına eminim. NY Fest'tekiler deliler gibi alkışlayacaklar biliyorum.

Çarşamba, Ocak 04, 2006

Bir başvuru mektubu... '80'li yıllardan.


Markom'un ilk yıllarında bir reklam yazarı ilanı yayınladık. Reklam yazarı arayacak hale geldiğimize göre, 1984 olmalı en erken... Gelen başvurulardan birini, iyi bir düzeyi olduğu ama yazan kişi adını vermediği için saklamışım. Birini yakıştırmıştım adının soyadının harflerine bakıp. Sonra, yok canım niye o kişi olsun da dedim ama, işte... Siz ne diyeceksiniz bakalım. [ Adresi -bu kişi hâlâ orada yaşıyor olabilir diye- kapatıp koyuyorum mektubu.]

Salı, Ocak 03, 2006

Tüm Başvurular Gizli(!)

Burası bizim "Dertleşme Köşemiz" değil mi? O zaman bir derdim var. Çok sinirlendim ve çok üzgünüm. Paylaşayım. Belki de ters bir gün, bir okuyun derdimi, akıl verin, fikir verin ya da "Aman Ayşe, sen de buna mı takıldın durup dururken, boşver, hep böyleler işte" diye sakinleştirin beni. Bilmiyorum.

Kiminiz biliyor, kiminiz bilmiyor ama bir süredir iş arıyorum. Ben de pek çok arkadaşım gibi eleman ilanlarını dikkatle takip ediyor ve uygun gördüklerime "cv" gönderiyorum. Tabii ki bunu pek çok arkadaşım gibi e-posta yoluyla yapıyorum. Bundan 1.5 ay kadar önce 42. Paralel adlı ajansın "Reklam Yazarı" ilanını hatırlarsınız. Kendime uygun görüp "e-posta" ile "cv" gönderdim. Ben nereden bileyim ilanın altına koydukları "Tüm başvurular gizli tutulacaktır." cümlesinin bir "leke"den ibaret olduğunu.

Aradan geçen 1.5 ay süresince hiç ses çıkmadı. Önemsemedim tabii. Normaldir bizde, iş başvurularına olumsuz olsa bile yanıt almamak. Lakin bugün bir e-posta geldi. Gönderen "Aysun Yavuz" (Allah Allah kim ki bu), "Konu: Yok" (Spam mi acaba), "Kime:" kutusu ise 100'ün üstünde e-mail adresi dolu. Ekte ise bir jpeg! "cevap.jpeg!"(Ne cevabı ola ki!)

Ve şok!
"Toplu iş başvurusu reddi"
Göreniniz, duyanınız oldu mu böylesini bilmem ama benim cinlerim tepeme çıktı! Herkesin e-posta adresi ortada, bir umut yanıt bekleyen herkese tek seferde, uğraşmadan yanıt (ee server yorulmasın tabii).

Sayın Yavuz'a ve o e-posta'da adı geçen tüm arkadaşlarıma "Reply All" düğmesini tıklayarak bir yanıt yolladım. Buyrun yanıt burada:

"Sayın Yavuz,

Sizin şahsınızda kurumunuzun bu "ilginç" "iş başvurusu toplu red" yönteminizi şiddetle kınıyorum. Özellikle "gizlilik" prensibini, mail adresleri ve isimleri açık ve net bir şekilde görünen herkes adına ihlal etmiş bulunmaktasınız. Eleman ilanlarınıza sırf "leke" olarak koyduğunuz "Tüm başvurular gizli tutulacaktır." cümlesinin sizi aynı zamanda yasal bir yükümlülük altına aldığını sanırım önemsemediniz. Bu tavrınız, bugün ve gelecekte "insan kaynakları" yaklaşımınızı net olarak ortaya koymaktadır. Gelecekte görüşmeyeceğimiz çok açıktır.

Bu kadar önemli bir konu için, sadece "cevap.jpeg" adı altında bir resim hazırlayıp, emek ve zamana olan saygınızı da ifade etmiş oldunuz.

Burada adı geçen tüm arkadaşlarım adına çok üzgünüm. Herkes için en kısa zamanda, "ahlaki değerlere saygılı, kurum olmanın bilincinde, işini profesyonelce yapan bir işyeri" diliyorum.

Saygılarımla
Ayşe D. Tüzel"


Sinirim yine de geçmedi. Hızımı alamadım. Buraya da yazıyorum. Biri beni sakinleştirsin.

Pazartesi, Ocak 02, 2006

Bir sözcüğümüz daha varmış meğer...

Hürriyet gazetesinden bir haber :

"Konya'da, bölgede devam eden alt geçit çalışmaları nedeniyle Konya-Haydarpaşa seferini yapan yolcu treninin bir tekeri raydan çıktı. Edinilen bilgiye göre, Konya-Haydarpaşa seferini yapan 71319 sefer sayılı yolcu treni, Meram İlçesi'nde, Büyükşehir Belediyesi'nin alt geçit çalışması yaptığı bölgeden geçerken, vagonlardan birinin tekeri raydan (tekerin dray olması) çıktı."

Nasıl ama ?!

'Dray' olmak... Biliyor muydunuz böyle bir sözcüğümüz olduğunu ? Ben bilmiyordum. Allahtan biraz İngilizce biliyorum da 'de-rail' karşılığı olabileceğini akıl edebildim. (Eminim Fransızcada da var bir şey...)

Yaşadıkça neler öğreniyor insan.

Pazar, Ocak 01, 2006

Ben, sen, o

- "Ne yazsam, ne yazsam?"
- "Ne demek 'ne yazsam'? Defter'i açtığına göre yazmak istediğin bir şeyler olsa gerek."

Tanıştırayım, biri iç sesim, biri dip sesim. Bunlar, uyanık olduğum saatler boyunca konuşuyorlar. Çoğunlukla varlıklarının farkında değilim. Bazen aklımı karıştırıyor, bazen işe yarıyorlar.

Her şeye maydonoz oluyorlar. (Mesela "maydonoz mu? maydanoz demek istedin herhalde" diye, biri lafa karıştı şimdi) Düzeltiyorum, her şeye maydanoz oluyorlar. (Mutlu oldunuz mu?)

Her zaman iktidar - muhalefet çekişmesi yaşamıyoruz, ittifak da yapıyorlar. Yeni yılda daha çok yazayım diye içimden geçiriyorum. Hemen biri atlıyor, "okumaya da daha çok zaman ayırmalı", diğeri durur mu "evet evet, gerekirse daha az uyu, daha çok yaz-oku". Tamam diye cevap veriyorum. Nasıl emrederseniz.

Ya, ne iyi oldu, yeni yılın ilk dakikalarında derinlerden bir şeyler çıkardım diyorum. İç sesim "yok, şimdi de çok açtın kalbini, içini gösteren cümleler kurdun" diye uyarıyor.

Ve onu dinliyorum, şimdilik duruyorum.