Çarşamba, Kasım 30, 2005

dailymotion.com

Uzun süredir paylaşmayı düşündüğüm videoyu dailymotion.com adresine yükledim. Copyright konusundan çekindiğim için "public" kullanıma açmadım. Yalnızca "private" kullanıma açık. Bu da sizin videoyu izleyebilmeniz için benden davetiye almanız gerektiği anlamına geliyor. İlk seferde [NedDorsey ismi ile] belirli sayıda davetiye gönderebildim. Ancak bu davetiyeler blogger info'sunda mail adreslerini bulabiğim katılımcılarla sınırlı kaldı. Blogger info'sunda mail adresi olmayan arkadaşlar bu "enterasan" videoyu izlemek istiyorlarsa benim juniorcopywriter@gmail.com adresime bir mail atmaları yeterli.

Daha da enteresan bir şey söyleyeyim; benim de blogger info'mda mail adresim görünmüyor:) Ancak günlüğüme "tıklarsanız" mail adresime de ulaşılabildiğini biliyorum. Valla reklam yapmak, blog'uma izleyici çekmek için demiyorum. Konu oraya geldiği için belirtme ihtiyacı hissettim.

Söz konusu video üzerine Ortak Defter'in yorumlarını da merak ediyorum ve post'uma burada son veriyorum.

-------------------------------------------->>

Bu defter, kapanıyormuş diye üzülen, niye kapanıyor diyen, geri sayıma rağmen yazan, zaman bulup yazmaya devam edenlerin.

Onlar için olmaya devam edecek.

Yazmayanları, yazmayışları ayıklayacak.

Salı, Kasım 29, 2005

Dexia'dan tam sayfa tashih!

Bugün Hürriyet'in 7. sayfasında, tam sayfa bir Dexia ilani var. Sloganı Avrupalı Banka. Başlıkta hiçbir şeyi koskocaman birleşik yazmışlar. Hiçbirşey olarak. Metnin başlangıç cümlesindeyse, her şeyi birleşik yazmışlar. Sanki dalga geçer gibi. Zaten metinde başka hata yapılacak bir kelime de yok:) Yazık, üzüldüm açıkçası.

Kağan İşmen

İnsan neler keşfediyor... Keşfediyor da özeniyor...

Bir arkadaşım, benim tanımadığım bir arkadaşının evindedir. Ev sahibi arkadaşın babası polistir. Evin salonunda ordan burdan konuşmaktadırlar. Derken içerdeki odalardan birinde bırakılmış Nokia markalı bir cep telefonuna mesaj gelir. Mesajın tonu 'artarak' diye isimlendirilmiş tondur. Bilenler bilir. Sesi gittikçe artan ve melodisi bir şeye benzemeyen bir tondur bu. Polis Baba kulak kabartır ve sorar:

- İçerde telsiz mi var? Biri connecting people diyor.

'Artarak' tonunun mors alfabesiyle 'connecting people, connecting pepople' diye bağırıp durduğunu öğrendiğimizde çok şaşırdık. Ancak arkadaşın anlatmasıyla yetinmedik. Mors alfabesi bilen birine dinlettik ve doğrulattık.

Böyle bir öneri yapıldığında, üretici firma bunu 'Kaç kişi mors alfabesi bilir ya da buna dikkat eder? Bu iğrenç melodiyi ürettiğim cihazlara koyamam.' diye reddedebilirdi. 'Kaç kişi anlar bu işi?'lerle ne çok karşılaştığımızı düşünürsek...

İyi ki öyle olmamış, umarım bundan sonra da olmaz.

Pazartesi, Kasım 28, 2005

Bir esinti

Bu düşünce hafta sonu Çapa'dan geçerken aklıma geldi. Hastaneler çeşitli birimlerden oluşuyor öyle değil mi? Kardiyoloji, nöroloji, dahiliye gibi bölümleri var. Adı geçen bu bölümlerin hastaları genellikle hastalık belirtilerini hissettikleri zaman randevu alarak hastaneleri ziyaret ediyorlar. Kontrol amaçlı veya belirtiye dayalı ziyaretler yapıyor bu bölümlere gelen insanlar. "Acil vak'alar" değil çoğu zaman o katta gezenler. Sağlıklı sayılırlar, aksayan bir kaç yerleri var sadece.

Ancak hastanelerin de en gerekli bölümleri "acil servisler" oluyor. Randevusuz girebiliyorsunuz o kapıdan içeriye. Gece-gündüz, hiç durmayan bir tempoda çalışıyorlar. Çünkü acil serviste, hız önemlidir.

Peki reklamcılık yalnızca "acil servisi" olan bir "hastane" midir? Nedense bu hastaneye gelen herkesin durumu acildir de.

Kapanmaya 3 gün kalmış. Belki de bu hastanın 3 gün sonra hastaneye bile ihtiyacı kalmayacak..

Cuma, Kasım 25, 2005

Babam ve Oğlum

Dün izledim filmi. Çağan ırmak ne yapmış böyle?
Sinema salonunun hepsi ağlar mı? Ağlıyordu(k).
O kadar acıttı ki...

Siz çok çok çok yakınınızı kaybettiniz mi hiç?
Eğer kaybettiyseniz dikkat edin, dudaklarınızı ısıracaksınız belki,
belki de yumruklarınız hiç açılmayacak filmin bir yerinden, sonunda çalan parçanın son sözcügüne kadar.
Ya da koşarak kaçacaksınız sinemadan film biter bitmez, kimse görmesin kan çanağı gözlerinizi diye.
Üstelik bir de Egeliyseniz. O sabahları hatırlayıp, etrafınızda bir tane bile sevimsiz insanın olmadığı günleri,
kahvaltıları, akşam yemeklerini, samimiyeti...

Kaç mendil ıslatıldığı ile güzelliği ve başarısı ölçülen filmler hatırlıyorum,
anneannemlerin kendi aralarındaki konuşmalarından.

"Nasıldı film Dilber hanımm??"
"Sorma sormaaa, iki düzine mendil ıslattık ağlamaktan, şırkıldık!"
"Anaaaa filme bak... Gidelim biz de hemenn..."

Ne meraklıyız ağlamaya. Unutulmuyor işte o ağlatan filmler.
Güldüğümüz filmleri mi hatırlarız yoksa ağlamaktan öldüklerimizi mi?
Bir de şu canlanıveriyor gözümde.
Düğünlere kim gelmiş kim gelmemiş unutulur gider, ama ya cenazelere?
Bitmeyen bir kin, belki o kadar değil ama unutulmaz işte cenazeye gelmeyen kişi.
Hiç unutulmaz ve gelmeyen de bilir ki bununla beraber hayatı boyunca yaşar o sıkıntıyı.

Sonra...

Ağlatan reklamlar geliyor aklıma. En doğru yerden vuran ve asla unutulmayacak olan reklamlar.
İlk sırada -yaşımla mı alakalı bilmem- Kent reklamı var. Torunları bekleyen amca ve teyze,
arkada hiç alışık olunmayan tarzda çalan, ama yine dinleyeni mahveden Harmandalı.

Peki ya ikinci sırada? Ne gelmeli?

Perşembe, Kasım 24, 2005

Huxley

Elinde Aldous Huxley'in reklamla ilgili denemesi olan bir arkadaşımız var mı ? Varsa, üşenmeyip metni buraya -çevirenin adıyla birlikte- koyabilir mi rica etsem ??

İki kitap

Ali Püsküllüoğlu'nun 'Ereğli yokken armudun adı neydi - Çalımlı sözler kitabı' (Can yayınları) incecik ama hoş bir kitap. İçinde, bildiklerimiz kadar bilmediğimiz 'çalımlı' sözler de var. Eğlenceli, öğretici. 6 TL.

Ambroce Bierce'in The Devil's Dictionary en sonunda İngilizce aslından Türkçeye çevrilmiş. Şöyle bir baktım ama güzel iş çıkarmış Cemal Atila. Omega yayınları. 10 TL.

Çarşamba, Kasım 23, 2005

Taklit sorununa ilişkin bir sorum var...

Uno bir 'kahvaltı' kampanyası yayınlıyor. Jingle 'Mazhar Alanson' gibi. Gibi diyorum çünkü emin değilim.

1. O ise, sorun yok.
2. O değilse, burada bir markanın taklidi söz konusu değil mi ????????

Yani, Mazhar Alanson, ona özel niteliklerin maddi çıkar sağlamak amacıyla başka bir kişi tarafından usulsüz kullanıldığını ileri sürerek dava açsa ne olur ????????

İlginç bir durum değil mi sizce ?

Salı, Kasım 22, 2005

Bu post'u okumak için bile vakit gerekiyor...

Sevgili Ortak Seyir Defteri (Favorilerim arasına eklediğim zaman "Reklam Yazarlarının Ortak Seyir Defteri" hali ile kaydolmuş) ...

Girişimi yeniden yapayım.

Sevgili Ortak Seyir Defteri,
hem eski bir post'u hatırlatacağım, hem de yeni bir post "çizmiş" olacağım (Sayın Önder Öncel'in post'undan ilham aldım:)

Ekim 2005 girişlerinden bir tanesinde Sayın Erçin Sadıkoğlu ne okuyup/yazdığımızı sormuştu. Comment'lere bakarak (haydi yorumlara diye düzelteyim kendimi) Sayın Ayşe Tüzel'in "Anketlere bayılıyorum" notuna bayılmıştım. Sevgili Ayşe Tüzel'den yeni "anketler" yapmasını da bekliyorum hala.

Bu eski post'u hatırlamak idi.

Yeni post.-
"Yazanlar" okumuyor mu acaba? Bunu kendimde de gözlemliyorum. Mesleğe ilk başladığım zamanlar en ufak boşlukta bile kitaplarımı açar sanki birileri beni sınav yapacakmış gibi okurdum. Eve dönerken otobüste, ajansta lavaboda.. Açıkçası her yerde ve her zaman okurdum. Fakat zaman ilerledikçe okumaya "vakit ayıramaz" mı oluyoruz yoksa "biz zaten biliyoruz bunları" mı diyoruz?
Şu anda arkamda, önümde, sağımda, solumda birikmiş kitaplar -Allah korusun- bir deprem sırasında üstüme yıkılsa kalıcı hasar verebilecek kadar çoğaldı. Hepsi beni bekliyor. "Nerede eski günlerim?" diye hayıflanıyorum onları mahzun gördükçe.

Acaba sizlere de aynısı oluyor mu? Sektör dergileri bile "okunmak üzere" birikiyor mu etrafınızda?

George Orwell'in Aspidistra'sını okumaya başladım geçen gün. Reklamdan nefret eden bir metin yazarının hayatını okuyorum. Bir süredir Ortak Defter'e bu konuyu sormak istiyordum. Yaşca bizden büyük olanlar belki gençliklerinde okumuşlardır bu kitabı. Peki ya "Türkçe'deki ilk baskısına denk gelen" bizler yani genç kuşak?

Yoksa GSM'ciler insanları gerçekten "iletişime" kavuşturdu mu? Hani bu kadar çok konuşabiliyorsak iletişim de sağlanmıştır ve belki okumaya gerek kalmamıştır artık. SMS'ler hariç.

İyi ki varsın hem hem...

Kendisi ben de alışkanlık yapmış durumda. Bu belki bir reklam yazarı için hoş bir alışkanlık değil. Bazı sözcükleri, sözcük gruplarını ya da bağlaçları çok sevmek, sık sık kullanmak, dağarcığında onların özel bir yeri varmış gibi hissetmek... Çok dadanılırsa sıkıntı yaratır diye düşünüyorum. Ama elden bir şey gelmiyor. Ben bu "hem hem" bağlacını pek seviyorum. Bağlaç demek ne kadar doğru bilemedim. Ara ara biraz klişe galiba diye düşünsem de , ben de bir türlü eskimiyor. Çünkü hem çok kullanışlı, hem çok samimi, hem de çok kurtarıcı.

Cumartesi, Kasım 19, 2005

Best Rejected Advertising


Reddedilmiş veya yayını yasaklanmış reklamlar sitesi.

http://www.bestrejectedadvertising.com

Cuma, Kasım 18, 2005

Tüm bunlar ne demek oluyor ha?

Bazı sözcükler/sözcük grupları o kadar sık kullanılıyor ki artık hiçbir şey ifade etmiyorlarmış gibi geliyor bana. En küçük işletmeden, büyük şirketlere kadar sanki herkes aynı sözcükler üzerinde dönüp duruyor. Yoksa sadece bana mı öyle geliyor? Hemen aklıma gelen bir kaç örneği yazıvereyim :

Kalite: Herkes için ön planda olan şey. Kimse kalitesinden ödün vermiyor, vermedeğini söylüyor. Herkes farkını kalitesiyle anlatmaya çalışıyor ya da vizyon ve misyonunda mutlaka Kaliteden ödün vermeyen... diye başlayan cümlelere yer veriyor.

Vizyon-Misyon: Muhteşem ikili gibi birşey. Tencere ile kapak, Edi ile Büdü... Siyam ikizleri. Onları ayımak mümkün değil. Yok mu birilerinin onlar yerine kullanabileceği başka bir şey?

Müşteri memnuniyeti: Bizim için önce müşteri memnuniyeti... E onlar için de öyle. Bunlar da aynı şeyi söylüyor. Herkes aynı şeyi söylüyor.

Üstün teknoloji: Maşallah her şeyimiz üstün teknonoljiyle üretiliyor. Arada üstün Alman teknolojisi, üstün Japon teknolojisi de var tabii...

Fark: En başa bela olanı bu. İstediğin herhangi bir sözcğün önüne getir hemen farklı olsun. Farklı tasarım, farklı dünya, farkını kat, farkı hisset, farkı yaşa.... Fark yerine kullanabileceğimiz daha farklı bir sözcük yok mu?

Profesyonel çözüm: Artık bizim bakkal bile profesyonel çözümler sunabildiğini söylüyor.

Uzman kadro: Ben artık bunu bisiklet kadrosu üreten bir firma adı gibi algılıyorum.

Haa bir de Yaz aylarında çıkan bir sürü reklam kampanya ve fırsat bizi serinletirken, kış aylarında çıkanlar içimizi ısıtıyor.

Bilemiyorum bu durumdan siz de rahatsız mısınız ama bana artık hepsi boş laf gibi gelmeye başladı.

Perşembe, Kasım 17, 2005

Gözümüz aydın

'Herşey'den sonra nurtopu gibi bir derdimiz daha oldu. Bu sabah işe gelirken, bahçe hizmetleri veren bir şirketin kamyonunda "Bahçenizde birşeyler oluyor" diye bir reklam satırı gördüm !!!

maç sonrası dil bilgisi


Kanalımız flash tv, tam seçilemiyodur belki.

Hakikaten çok çarpık bir vaziyet. Ne dediği belirsiz, yarı İngilizce, saçma sapan bir yazı. Word'de bunu yazmaya kalksam, program alt alta düzeltme çizgileri gösterir, bilgisayardan da dumanlar yükselir.

Sweden' da nerden çıkmış? Türkçenin yanında İngilizceyle de problemlerimiz olduğu kesin. Bu durumun reçetesine kaç sözlük yazılmalı ki???

Çarşamba, Kasım 16, 2005

"Bir gol yeter"

Diyordu maçı anlatan arkadaş, maçta 70'li dakikalar oynanırken.. Belki de cümleyi "Tur atlamamız için bir gol yeter" diye kurması gerekiyordu. Çünkü gerçekten de "bir gol yetti" bizi dünya kupasından etmeye. Üzüldüm.

Makina

Türkçemiz'de böyle bir kelime var mı? Arıyorum, bulamıyorum. Neden sürekli makine değil de, makina kullanılıyor.

Salı, Kasım 15, 2005

Bir atımlık post'um vardı bu gece...

... O da Ortak Defter'e geliyor. Günün yorgunluğu, kafamın dağınıklığı ile farkettim ki "tek post'luk" gücüm kalmış bu saatte. Dashboard'da "hangisine tıklasam acaba?" diye kararsız kaldım. Dün gece yazmıştım kendim için, bu gece de bir kaç gündür suskun olan Ortak Defter'e yazayım dedim.

Hani o çok büyük Microsoft firması bir Windows versiyonu çıkarıyor. Bu işi Bill Gates tek başına yapmıyor elbette. Belki de binlerce programcı oturup yazıyor. Her takım elemanı, işin bir ucunu yakalıyor. Kusursuzluğa yakın bir sistem oluşturmak için çalışılıyor. Ürün piyasaya çıkacak kadar kusursuzlaştırılıyor ve bizlere kadar ulaşıyor.
Tam elimize alıp da "nasıl bir şey bu acaba?" diye düşünürken, "küt" diye bir "service pack" geliyor peşinden. Bunca "kusursuzlaştırma" operasyonuna rağmen "kusurlu" kalmış ürününü "tamir" ediyor Microsoft. O da yetmiyor ardından "service pack 2" geliyor. 3, 4, 5 ..

Bu durum bana şunu hatırlatıyor: "Tek başına, tüm ayrıntıları düşünüp, kusursuz bir mısra hatta bir "başlık" bile yazamazsınız" diye düşündürtmek için mi acaba böyle yapıyor Microsoft? Yani "biz binlerce kişi birleşip, bir kusursuz program yapamadık, siz tek başınıza (veya iki kişi)nasıl bir kampanya düşünebilirsiniz ki?" demek mi istiyor?

Bazen böyle hastalıklı düşünceler de geliyor işte aklıma. Bir toplantıda "Buradaki altı kişiyi yalnızca dört kurşun kullanarak öldürmem istense idi ilk hangisinden başlardım?" diye bir soru takılmıştı kafama. Okuldaki hocalardan birini de "top sakalı olmasa nasıl görünürdü?" diye kafamda şekilden şekile sokmaktan dersi dinleyemezdim.. Bir kadın hocamın da erkek kılığında nasıl görüneceğini düşünürdüm.
O derslerin hepsinden geçtim elbette.

Şimdi Microsoft acaba bana ne anlatmak istiyor?

Tüm anlattıklarımı sildiğimi varsayın ve şu cümleye odaklanın:
"Ortak Defter neden susuyor?":)

Pazartesi, Kasım 14, 2005

Ke'ler bazen Ka oluyor.

Bu aralar KC Yap?'n?n tv filmlerine rastl?yorum. 'Kace yap?' diye konu?an bir d?? ses duyuyorum. Oldum olas? ke'lerin ka olarak okunmas? beni rahats?z eder. Seseka, kadeve ve de ho? olmayan ba?ka bir k?saltmada daha 'ka' yerle?mi?. Ama pek yap?lacak bir ?ey yok sanki. Ekte B�Y�K HARFL? KISALTMALARDA /K/ HARF?N?N OKUNU?U konulu bir link yolluyorum. Ba??nda " 20-26 Eyl�l 2004 tarihleri aras?nda Ankara'da toplanan Uluslar Aras? 5. T�rk Dili Kurultay?nda sunulan bildirinin �zetidir." yaz?yor. Dikkatinizi �ekerse, uluslararas? ayr? yaz?lm??, g�leyim mi, a?layayam m? bilemedim:)

http://w3.gazi.edu.tr/~pekacar/bildiri_kisalt.htm

HER?EY ?LET???M

Bug�nk� H�rriyet ?nsan Kaynaklar? Gazetesi'nde 'her?ey ileti?im'in ilan? vard?. Reklam m�d�r�, event(!) y�neticisi ve bilgi pazarlama temsilcileri ar?yorlar. Ve 'her ?ey'i biti?ik yazm??lar. Her ?eyin bir do?rusu var diyorum:)

Pazartesi, Kasım 07, 2005

Oh Kurtuldum!

Geçen haftadan beri bunu yazacağım ama hep unutuyordum. Son günlerde kendime aşırı yükleme yapmaya başladım yine. Her tarafa yetişmeye çalışıp "blog"ları ihmal ettim biraz. Söylemek istediğim şeyi söyleyip "oh kurtuldum" diyeceğim.

Son zamanlarda neredeyse hiç kullanmadığım bir ürün olsa da banyoda (nasıl çıktı ise artık raftan) Taft marka jölemin kutusu ilişmişti gözüme. Üzerindeki etiketi okumaya başladım dişimi fırçalarken. Tüketici hattı numarasının yazıldığı bölüme "Saçınıza takılan sorular için..." ibaresi yerleştirilmiş. "Beğeni oranı yüksek" bir an idi herhalde benim için, çok hoşuma gitti. Gülümsedim aynadan kendime bakıp.

Oh kurtuldum:)

Sonra içimi bir huzur kapladı. Küçük bir ayrıntı mutlu etti böylece beni (her zamanki gibi). Teşekkür ederim o ayrıntıyı kim düşünüp oraya yazdı ise. Eskisi kadar sık tüketemiyorum jöleyi ama sizin için "söz" bir daha başlayacağım:)

İşte bu kadardı diyeceğim. Bu arada bir sorum olacak; "her kez" mi yoksa "her kes" mi yazılır?(Şaka şaka:)

“Yavuz hırsız ev sahibini bastırır”

Yavuz hırsız ev sahibini bastırır. “Biri, suçunu zarar verdiği kimseye yüklediğinde söylenen bir söz” diyor Türk Dil Kurumu. Ve şu örneği veriyor açıklık getirmek için : "Yavuz hırsız ev sahibini bastırır sözüne uygun olarak açtı ağzını, yumdu gözünü."- H. R. Gürpınar.

Marketing Türkiye dergisinin Kasım 2005 sayısında Hulusi Derici inciler döktürmüş gene. Konu, Avis – Atlas Jet. Yazıya konan başlıkla söylersek, ‘kekelemiş’ hazret bence. Ayrıntısına girmeyi zül addediyorum ama, yazmamı gerektiren çok önemli sataşma var yazıda :

İsim vermeye cesaret edememiş veya hukukçusu ‘başın derde girer’ demiş olmalı ama iması ile aklı sıra beni işaret ediyor.
“KLAN yönetim kurulundan biri, yönetmene film kasetini göstermiş, işte bu filmi istiyoruz demiş’ diyor Derici bey. KLAN’ın bir tarihte Ülker Peki için yaptığı bir film, İtalyan Telekom firmasının bir filminden arakmış ! (Bu iddiayı daha önce de ileri sürmüştü. Sevine sevine, o dönem katılmaya karar verdiği TASEAD'ın Başkanı Nail Keçili beye koşturmuştu iddiasını, o da oturup Reklamcılar Derneğine yazmıştı !)

1) Farkında olmadan, bir ‘şecaat arzederken merdikıptı sirkatin söyler’ durumuna yol açmış : KLAN’dan Haluk Mesci bile film arakladı, ben niye yapmayayım demeye getiriyor ! Ben araklamadım ve araklamam kardeşim, senin mezhebin elveriyorsa yapmaya devam et.

2) İtalyanca bildiğini hiç sanmıyorum ama reklamdan anladığı da şüpheli : Sözünü ettiği İtalyan Telekom filminin laflarını hadi anlamadın, görüntüsünü de mi anlamadın be kardeşim ? Film, İtalyan Telekomda fiyatlar öyle ucuz ki, lejyonda idam mangası önündeki adamın eline son arzusu olan telefonu verirseniz sonsuza kadar konuşabilir diyordu.

Ülker Peki filmi de, evet, lejyon ve idam mangası klişesini kullanıyordu ama, piyasaya yeni sunulan ‘kek’ lüksünün, her yerde, hem de çeşitleriyle bulanabildiği üzerine kuruluydu : İdam mangası önündeki adam aklı sıra zaman kazanmak için son arzusunda allengirli bir kek istiyordu ! Aklı sıra, çünkü askerin hemen kantine gidip çölün ortasındaki kalenin kantininde o keki bulabileceğini tahmin etmiyordu. Lafı da 'yırttık, nereden bulacaklar çölün ortasında öyle keki...' gibi bir şeydi.

Stratejinin ne demek olduğunu, buna göre reklam metninin nasıl yazılacağını bilen, kısaca reklamdan anlayan bir 'yaratıcı' (!) kişinin bu iki filmi aynı şey olarak görmesi, o kişi kötü niyetli değilse, nasıl mümkün olabilir ?

Araklama, aşırma, yürütme vb ile, örneklerini her gün gördüğümüz 'fotokopiyle çoğaltılmış reklamlar'ı yaratmanın nasıl mümkün olduğunu ise çok iyi biliyoruz.

Meraklısı için bilgi vereyim : Söz konusu İtalyan filmini, Peki filmini yöneten Ali Erdemci’ye, lejyon kalesini, askerlerin giysilerini vs anlatmak için ben kendi elimle gösterdim. İtalyan filmi o dönem zaten Shots’da vs’de idi, ben göstermesem Erdemci zaten kendisi görecek, art direktörüne gösterecekti. Kimse kimseye bir filmin araklanmasını önermedi.

Hadi bütün bunları geçelim, herkesin bildiği yaygın bir gerçek var : Benim adım Haluk Mesci. Bir başkasının fikrini, eserini çalacak, araklayacak kadar alçalmak için hiçbir nedenim, hırsım veya çıkarım yok ve olmadı.

Derici bey 'etik' konusuna da dokunmuşlar ! ‘Etik savunucuları neler yapıyor bakın’ türünden bir kelam etmişler.

Derici beyin etikle filan ilgilendiğini hiç duymamıştık bugüne kadar ! Daha önce yayınlayıp sektöre önerdiğim Reklamcı İçin Etik Kurallar yazımı buraya alayım da (özellikle 3. Kurala dikkat !), bari katkım olsun :

Reklamcı için profesyonel etik.

Tanım : Profesyonellerin mesleki davranışlarını düzenleyen ve kişisel düzeyde işleyen iç hesaplaşma kuralları.

Temel kural : İnsana, topluma, kuruma bile bile zarar vermemek.

Kural 1 : İlgili yasa, yönetmelik ve düzenlemelere titizlikle uymak.

Kural 2 : Yaşama bakışta olumlu, sağlıklı ve kaliteli olanı benimsemek; zevsizlik ve bayağılıktan kaçınmak, yararlanmamak.

Kural 3 : Başkalarının eserlerine saygı göstermek; taklit, kopya, ihtilas ve intihal yapmamak.

Kural 4 : Mesleki eğitim ve deneyim konusunda eksiksiz ve hatasız bilgi vermek.

Kural 5 : Etik kurallarını desteklemek ve yaymak için çaba göstermek.

Kural 6 : Etik kurallarını bilerek çiğnerse, meslekten çıkarılmayı kabul etmek.


*******

Not : Bu yazının daha geniş bir versiyonunu, cevap hakkımı kullanarak Marketing Türkiye dergisine yollayacağım. Bakalım yayınlayacaklar mı, nasıl yayınlayacaklar.

"Doğruk"

Bir şey çalışıyorum ve 'doğruk' diye bir sözcük estirdim. Var mı yok mu diye merak edip aradım.

Bazı Ticaret Odalarının sitelerinden "TS Tüzüğü madde 29'a göre taahhütname; Fuarcılık alanında faaliyet gösterecek şirketlerin ortaklarına ve müdürlerine ait savcılık doğruk belgesi..." diye bir şey çıktı. Belli ki yasayla veya yürütmeyle ilgili.

Ne olduğunu anladığımı sanıyorum. Yine de TDK sitesine girdim, arattım. Böyle bir sözcük bulunamadı diyor.

Bilgisi olan var mıdır ?

"Herşey" aslında "hiçbir şey" mi?

Feyza Hepçilingirler’in Yıldızların Suya Döküldüğü Türkçe Günlükleri kitabından bir alıntı:

Yazının başlığı “Herşey mi, Her Şey mi?”...


"..........

AKP’nin “herşey”i de bıktırdı beni. “Mustafa Hakkında Herşey” filminin yönetmeni Çağan Irmak bile, “Her şey, biliyorsunuz, bitişik yazılmayan bir kelime, ayrı yazılır. Biz bir deformasyonu işaret etmek için bitişik yazdık.” dedi bir televizyon programında. “Her şey”, bir kelime değil, iki kelime. O yüzden ayrı yazılıyor zaten. Ayrıca bu iki sözcüğün, “deformasyon”u işaret etmek için, bile isteye yanlış yazıldığı açıklaması hiç inandırıcı gelmedi bana; ama Çağan Irmak’ın, eleştirileri dikkate alması, yanlışa açıklama getirmeye çalışması, yine de takdir edilesi bir davranış. Çağan Irmak’ın gösterdiği bu duyarlılığı, R. Tayyip Erdoğan’dan beklemeye hakkımız yok mu?

........

“Göz belleği” diye bir şey var. Yalnızca seçim süresince, binlerce kez gördükleri bu yazımın yanlış olduğunu, doğrusunun “her şey” biçiminde iki ayrı sözcük olması gerektiğini nasıl öğreteceğiz çocuklara? Herkesin beynine tek sözcük, tek kavrammış gibi kazındı o yazım. Türkçe’ye yapılmış bir ihanet değil mi bu? Hele, dilde “önemsiz” diye göz ardı edilebilecek hiçbir şeyin bulunmadığını biliyorsak.

“Her şey”, “her” diye sıralanan “şey”lerin tümüdür. “Herşey” nedir? Öyle bir “şey” yok. Öyleyse “Herşey Türkiye için” derken, olmayan bir şeyi mi vaat ediyor AKP?

........."

Ne dersiniz, yoksa “herşey” yazanlar, aslında hiçbir şey vaat etmiyorlar mı?

Pazar, Kasım 06, 2005

Herşey devam


Bu da az önce biten Malatya-Beşiktaş maçından. Malatyalılar pankart yapmışlar, 'Çocuklar bizim herşeyimizdir' diye...

Reklamcı olmak isteyenlere

Hürriyet gazetesi İnsan Kaynakları ekinden bir ilan;

Reklamcı olmak isteyenlere

Reklam ustasından, gerçek reklam ajansı ortamında, Uygulamalı Reklamcılık Eğitimi Semineri.
(Seminer sonunda katılımcılara sertifika verilecektir)
Detaylı bilgi ve başvurular için
Tel: 0216 550 14 40

Aylarca hiçbir ücret ödemeden 'staj' adı altında eleman çalıştırmak yeterli olmayınca, iş öğretiyoruz işinize gelirse diyerek, hem çalıştırmak hem de para mı almak istiyorlar acaba?

Daha neler! Neler?

Ahmet mesleğine kaldığı yerden devam etmek isteyen bir reklamcı. Sizin için adını Ayşe de yapabiliriz, sorun değil. Ajansın biriyle görüşme yapıyor, sonuç olumlu. Önüne bir sözleşme koyuyorlar. “Vaaay!” diye geçiriyor Ayşe içinden. “Anlaşılan ciddi bir kuruluş burası. Benim de işime gelir.”

Sırf ‘usuldendir’ diye sözleşmenin maddelerine göz gezdiriyor Ayşe ve bazı usüllerin ne kadar yararlı olduğunu oracıkta anlayıveriyor.

Sözleşme maddelerinden biri Ayşe’den, sözleşme imzalamak üzere olduğu kuruluştan şu ya da bu nedenle ayrıldığı takdirde, ayrılma tarihinden sonraki 18 ay boyunca aynı sektörde hizmet veren başka bir kuruluşta çalışmayacağına dair söz vermesini istiyor. (Söz vermek de hafif oldu.)

Ayşe sözleşmeyi imzalamıyor. Önerilen teklifi de reddediyor. Gerekçe olarak da son 18 ay içinde aynı sektörde hizmet veren başka bir kuruluşta çalışmış olmayı gösteriyor. İş ilanında aranan nitelikler arasında ‘Geçtiğimiz 18 ay boyunca aynı sektörde hizmet veren başka bir kuruluşta çalışmamış olmak.’ gibi bir madde yer almadığı ve zamanını boşa harcadıkları için de söyleniyor görüşme yaptığı kişiye.

Bazı ajanslar sözleşmelerine bu maddeleri yerleştirmeye çalışıyorlarmış. Duydunuz mu? Hikayenin kalan kısmı benim gönlümden geçen. Sizin gönlünüzden, aklınızdan ne geçiyor?

Reklam yazarı ne yazar?

Ne yazmalı da denilebilir, nereye kadar yazmalı, önüne her getirileni kayıtsız şartsız yazmalı mı yoksa ayırabilme, karşı çıkabilme, müdahele edebilme lüksü var mı?
Ürünle ilgili ya da ilgisiz sırf müşteri istiyor ve patron da onaylıyor diye sayfalarca bir konu üzerine bir haber-makale yazar gibi yazmalı mı mesela yoksa bu işi herhangi bir dergi çatısı altında çalışan birisi mi yapmalı?

Siz neler yazıyorsunuz bir reklam yazarı olarak?

Cumartesi, Kasım 05, 2005

ÖLÜM NEDENİ: BELİRSİZ(LİK)

...

“Çevredekilerin kayıtsızlığına klasik bir örnek olan, gazetecilik, siyaset ve bilim çevrelerinde pek çok polemiğe yol açan olay, New York’un Queens bölgesinde olağan bir cinayetle başlamıştı. Otuzuna yaklaşmış bir kadın Catherine Genovese, gece geç vakit işten dönerken evinin sokağında uğradığı bir saldırıda öldürülmüştü. Cinayet hiçbir zaman hafife alınacak bir şey değildir. Ne ki, New York büyüklüğü ve havasındaki bir kentte Genovese olayı New York Times’ın bir sütununun küçük bir bölümüne sıkışmaktan öteye gidemezdi. Catherine Genovese’nin öyküsü, eğer bir yanlışlık olmasaydı kendisiyle birlikte 1964 Mart’ının o günü ölüp giderdi.

Times’ın Büyükşehir editörü A. M. Rosenthal bir hafta sonra kentin polis müdürüyle öğle yemeği yiyordu. Rosenthal, müdüre Queens’deki başka bir cinayet hakkında bir soru sormuştu. Müdür, sorunun Genovese olayıyla ilgili olduğunu sandığından, polis tahkikatında ortaya çıkmamış şaşırtıcı bir şeyi açıkladı. Bu, polis şefi de dahil işiten herkesi ağzı açık bırakan ve açıklama istemeye iten bir gerçekti. Catherine Genovese, hızlı ve sessiz sedasız bir şekilde ölmemişti. Bu uzun, gürültülü, işkenceli ve kamuya açık bir olaydı. Katil, bıçağıyla, sonunda imdat çığlıklarını susturmadan önce, otuz beş dakikalık bir süre içinde Genovese’yi üç kez kovalayarak saldırmıştı. İnanılır gibi değil ama, tam otuz sekiz komşusu onun ölümünü, polis çağırmak için parmaklarını kımıldatmak zahmetine katlanmadan, pencerelerinin güvenli sığınaklarından seyretmişlerdi.

Pulitzer Armağanı sahibi bir muhabir olan Roshental, iyi bir öyküyü işitir işitmez ayırtına varırdı. Polis şefiyle yemek yediği gün, bir muhabirini Genovese olayının “Şahitler Açısı”nı araştırmakla görevlendirdi. Times, bir hafta içinde baş sayfasında, polemikler ve spekülasyonlara yol açan uzun bir yazı yayımladı. Raporun ilk birkaç paragrafı yayılan öykünün tonu ve odaklandığı noktayı belirlemekteydi:

Queens’de oturan saygın ve yasalara saygılı otuz sekiz vatandaş, bir katilin
Kew Gardens’da bir kadını takip edip üç ayrı saldırıyla bıçaklanmasını yarım saatten
fazla incelediler.

Sesleri ve ansızın yanan yatak odası ışıkları katili iki kez durdurdu ve kaçırdı.
Her defasında geri döndü, onu buldu ve tekrar bıçakladı. Saldırı sırasında hiç kimse
polisi aramadı; kadın öldükten sonra ancak bir kişi telefon etti.

Olay iki hafta önce bugün olmuştu. Fakat beldenin yirmi beş yıllık polis şefi olan ve
dedektiflerin başında bulunan başkomiser yardımcısı Frederic M. Lussen olayın
şokundan hala kurtulamadı.

O, pek çok cinayet olayını duygularına kapılmadan anlatabilir. Ancak Kew Gerdens
cinayeti onu şaşkına çevirdi. Olay sadece bir cinayet olduğu için değil, “iyi insanlar”
polis çağırmadıklarından.



Hiç kimse, bayan Genovese saldırıya uğradığında otuz sekiz kişinin kendileri bile
açıklayamazken, neden telefonu kaldırmadığını bilemez. Bununla birlikte,
kayıtsızlıklarının büyük şehir kayıtsızlığı olduğunu varsayabiliriz. Bu, eğer kişi
milyonlarca insan tarafından kuşatılmış sıkıştırılmışsa ve onların sürekli baskılarından
korunmak için tek yol onları göz ardı etmekse, psikolojik bir yaşam sürdürme
meselesi haline gelir. Komşuya ve onun sorunlarına kayıtsız kalmak, diğer büyük
kentlerde olduğu gibi New York’ta da şartlı bir reflekstir.

Genovese öyküsü yaygınlaştıkça (Rosenthal’ın kitabı yanında olay, pek çok gazete ve dergiye, birkaç televizyon belgeseline ve Broadway dışında sergilenen bir oyuna konu olmuştu) New York’ta çalışmalarını sürdüren iki psikoloji profesörünün, Bibb Latane ve John Darley’in, mesleki yönden ilgisini çekmişti. Profesörler Genovese olayının raporlarını inceleyerek ve toplum psikolojisi bilgilerine dayanarak hiç akla gelmeyecek bir açıklama yolu buldular: Neden, olay yerinde otuz sekiz şahidin bulunmasıydı. Olayın o zamana kadarki tüm anlatımlarında hiç şaşmadan, otuz sekiz şahidin seyretmesine rağmen, hiçbir şey yayıpmamış olduğu vurgulanmaktaydı. Latene ve Darley, hiç kimsenin yardım etmediğini çünkü olay yerinde çok fazla izleyicinin bulunduğunu ileri sürdüler. Psikologlar, kaza anında orada bulunan bir kişinin etrafta başkaları da varsa en az iki nedenden dolayı yardım etmesinin uzak bir olasılık olduğunu düşünüyorlardı. Birinci neden oldukça açıktır. Ortalıkta birkaç potansiyel yardıma koşacak kişi varken, her bir bireyin kişisel sorumluluğu azalmaktadır: “Belki birisi yardıma koşar ya da telefon eder ya da etmiştir bile.” Böylece herkes başka birinin yardıma koşacağını ya da çoktan koşmuş olduğunu düşünürken, hiç kimse bir şey yapmamış olur.

İkinci neden ise pisikolojik yönden daha karmaşıktır; bu, toplumsal kanıt prensibi üzerine kurulmuştur ve çoğulcu kayıtsızlık etkisini içerir. Çoğu kez bir acil durum, gerçekten acil bir durum değildir. Ara sokaklardan birinde yatan adam kalp krizi mi geçirmektedir, yoksa sızıp kalmış bir sarhoş mudur? Sokaktan gelen ses bir silah sesi mi, yoksa kamyon egzozundan mı çıktı? Bitişik evdeki gürültü, polisi gerektiren bir saldırı mı, yoksa karışmanın iyi olmayacağı ve iyi karşılanmayacak bir karı koca kavgası mı? Neler oluyor? Böylesi kararsızlık durumlarında doğal eğilim, ipucu elde edebilmek için etrafta bulunanların davranışlarına bakmaktır. Diğerlerinin tepkilerinden, olayın bir acil durum olup olmadığını anlayabiliriz.

Fakat kolayca aklımızdan çıkan bir gerçek de, diğerlerinin de toplumsal bir kanıt aramakta olabilecekleridir. Hepimiz başkalarının yanında dengesini koruyabilen ve şaşırıp kalmayan bir kişiliği yeğlediğimizden dolayı, büyük olasılıkla bu kanıtı sakin bir tavırla, etrafımızdakilere gizli, kaçamak bakışlar atarak araştırırız. Bundan dolayı da herkes diğerlerini heyecansız ve bir şey yapmazken görür. Sonuçta, toplumsal kanıt etkisiyle, olay acil olmayan bir durum olarak yorumlanır. Latene ve Darley’e göre bu ÇOĞULCU KAYITSIZLIK durumudur. “Bu durumda herkes, hiç kimse ilgilenmediği için yolunda gitmeyen bir şey yok kanısına varır. Bu sırada tehlike tek bir kişinin, diğerlerinin görünüşteki sakinliğinden etkilenmeksizin, tepki göstereceği bir noktaya doğru tırmanıyor olabilir.”

İknanın Psikolojisi
Robert B. Cialdini, PH.D.
Çev: Fevzi Yalım
Mediacat Kitapları

(Alıntı yaptığım bölüm
Ölüm Nedeni: Belirsiz(lik)
161. sayfa)

Herşey devam


Yine Ege'den. Çeşme'den.

Ne için yola çıkılmıştı ?

Cumartesi, Şubat 05, 2005 tarihli, 'Neye yarayacak ?' başlıklı yazı :

Kardeşler, Arkadaşlar !

1) Çok yazarlı, yani isteyen reklam yazarının 'yazı' yazdığı
2) Kamuya açık, yani yazılanları herkesin okuyabildiği

bir 'ortak seyir defteri' tutalım diye öneriyorum. Bilgi, akıl paylaşalım; zamana ve bu işkoluna tanıklık edelim. E-mail yoluyla süren, çoğu kez anlamsız ağız dalaşına dönen, yeni bir bilgi/tez geliştirmeyen, saklamak isteyeceğiniz yazı değeri olmayan tartışma forumlarından farklı bir şey öneriyorum. Doğrudan web'e yazılan, web'in daha da demokratikleştiği yeni biçim blog, biliyorsunuz.

Sürekli yazacaklardan olmak isterseniz, bana, mesci2@gmail.com adresine yazar mısınız ?
posted by Haluk Mesci at 2:40 PM 0 comments

Çarşamba, Kasım 02, 2005

!

29 gün ve 11 saat kadar kalmış...

Birbirimize mi küstük? Neden kimse kimseye yazmıyor?
Aslında soru bu değil... Kaç kişi yazıyor?
Kimsenin paylaşacak bir şeyi mi kalmadı?

Ya da...

Neyse...

29 gün... 11 saat... 18 dakika... 15 saniye

Belki kurtarabiliriz.
Evet ya... Neden olmasın,
hayatımız boyunca geri sayım sayaçlarının çalıştığı
bilim kurgu filmlerini ya da polisiyeleri boşuna mı izledik?

Salı, Kasım 01, 2005

Reklam dedektifleri iş başında!

Siz bu memlekette İpek Mobilya'ya bir değiştir kampanyası filmi sunarsınız ve dersiniz ki filmde adam gelir, bir harekette eski mobilyasını şlak diye İpek'le değiştirir. Mobilya olduğu yerde şöyle bir döner yerine yenisi, İpek olanı gelir. Müşteriniz fikri beğenir. Film çekilir, yayınlanır, olumlu tepkiler de alır. Fikrin ilk ortaya çıktığı zamandan şu dakikaya neredeyse altı ay geçmiştir ve önümüzdeki altı ayın planı da hazırdar. Buraya kadar her şey normal.

Sonra bir gün bir bakarsınız Citroen'in değiştir konseptiyle aynı görsel efekti kullanan filmi yayınlanır. Ha yalnız Citroen filmi için çok daha fazla para harcandığı için elbette prodüksiyon kalitesi filan çok daha iyidir.


Ondan sonra da yurdum reklamcılarından birileri çıkar der ki " Bak bak İpek reklamını Citroen'den araklamışlar. " Citroen'in bu filmi Avrupa'daki kanallarda aylardır dönmekte.... Yani mutlaka ve kesinlikle durum budur.

Yani işi gücü reklam dedektifliği yapmak olan birileri, anlamadan, dinlemeden, sorup soruşturmadan, olayın aslını bilmeden üzerinize böyle bir bok atar, sonra da kenara çekilir. Siz de üzenize yapışanları temizleyeceğim diye delirir durursunuz.

Birileri alenen çalarak iş yaparsa olcağı budur işte. Sizin yaptıklarınızın bir benzeri, hatta aynısı aylar sonra daha büyük, çok daha büyük bir marka için yapılır. Sizin işiniz birden arak iş olur.
Ne kadar yazık, ne kadar acı, ne kadar ayıp, insanların emeklerini böyle bir çırpıda harcayıvermek.

Herşey




Bu 'herşey' salgını ulusal mı, bölgesel mi ? İzmir ve Alaçatı-Çeşme'den üç 'herşey' fotoğrafı yolluyorum. Bunlardan ilk ikisi metinde 'herşey' kullanmış. Üçüncüsü ise bir işyerinin adı. (Asuman Mesci buna itiraz etti, "adam işyerine isim diye koymuş, yanlış sayılmamalı" diyor.

Daha önce saptayan oldu mu acaba (olduysa görmedim herhalde), bu 'herşey' salgını herhalde bir 'everything' bulaşması galiba...

Her gün yeni bir sözcük...

Belki çoğumuz için yeni bir haber değil ama, dil öğrenmenin hiç bitmeyecek, hayat boyu sürecek eğlenceli bir yolculuk olduğunu düşünenlere ilginç gelebilir:

Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük'ten sözleri ve yabancı kelimelere Türkçe karşılık önerilerini, bilgi@tdk.org.tr veya bilgi@tdk.gov.tr adresine başvuranlara her gün düzenli olarak gönderiyor...

Öte yandan, bu hizmetin duyurulduğu sayfaya "kullanıcı dostu arayüz tasarımı" anlamında alıcı gözle baktığımda, devlet bürokrasisinin soğuk ve mesafeli "yüzünün" artık genlerimize kadar işlemiş olduğunu düşünmekten de alamadım kendimi...

Ayrıca, benzer bir "günün sözcüğü" hizmetini Merriam-Webster'ın da verdiğini hatırlatayım...