Pazartesi, Şubat 26, 2007

Bunu görmeyen kalmasın!

Cuma, Şubat 23, 2007

Benim de bir fikrim var!

Da, de bağlacı ayrı mı bitişik mi yazılır?

Da, de bağlacı ayrı yazılır; ancak, kendisinden önceki kelimenin son ünlüsüne bağlı olarak büyük ünlü uyumuna uyar ve da, de biçimini alır: Kızı da geldi gelini de. Orhan da biliyor. Oğluna da bildirdi. Sen de mi kardeşim? Güç de olsa. Konuşur da konuşur.

Uyarılar

* Ayrı yazılan da, de hiçbir zaman ta, te şeklinde yazılmaz.

* Ya sözüyle birlikte kullanılan da mutlaka ayrı yazılır (ya da).

* Da, de bağlacını kendisinden önceki kelimeden kesme ile ayırmak yanlıştır. Bu bağlacı tamamen ayrı yazmak gerekir: Ayşe de geldi (Ayşe'de geldi değil).

* Bulunma hâli eki olan -da, -de, -ta, -te'nin da, de bağlacı ile hiçbir ilgisi yoktur; bulunma hâli eki getirildiği kelimeye bitişik yazılır: devede kulak, evde kalmak, yolda kalmak, ayakta durmak, çantada kek¬lik. Yurtta sulh, cihanda sulh. Dilde, fikirde, işte birlik.


Kaynak: Türk Dil Kurumu

Türkçe Karakter Temizleme Programı

http://www.hlst.sabanciuniv.edu/TL/ascii.html

Hepimiz sürekli olarak, Türkçe karakterlerin yüklü olmadığı bilgisayarlara Türkçe yazı göndermek zorunda kalıyoruz. Özlem Çetinoğlu'nun Kasım 2003'te hazırladığı bu sayfa, bu sorunu çözüyor. Bu program, örneğin "görüşmek üzere" ifadesini "gorusmek uzere" haline getiriyor. Böylece Türkçe metni otomatik olarak Türkçe harflerden arındırarak dünyanın herhangi bir yerine gönderebiliyorsunuz.

Yazım Türkçeleştirme Programı

http://www.hlst.sabanciuniv.edu/TL/deascii.html

Pek çok kişi çeşitli sebeplerle, Türkçe yazı yazarken Türkçe karakterleri kullanmaktan kaçınıyor. Gökhan Tür tarafından 2000 yılı Ocak ayında yazılan bu program, Türkçe karakterler kullanılmadan yazılmış bir metni, Latin-5 formatında normal bir Türkçe yazıya dönüştürüyor. Program, beşer harflik öbeklerin istatistik yöntemleriyle analiz edilmesi esasına dayanıyor. 100.000 civarında kelimeden oluşan büyük metinler üzerinde yapılan çalışmalar, kelimelerin neredeyse üçte birinin bu şekilde düzeltilmesi gerektiğini ortaya çıkarıyor. Bu program, bazı örneklerde bir hayli belirsizlik yaratabilen bu gibi durumlarda %99 başarı sağlıyor.

Perşembe, Şubat 22, 2007

Şahin Tekgündüz'den iyi haberler

Akşamüstü eşi Güner Hanım'la konuştum. Bugün normal odaya çıkmış. Her şey yolunda giderse birkaç gün sonra taburcu olabilirmiş. Herkese selamları var:)

İlginç bir dernek


Kadıköy'de iskele civarında gözüme çarptı. Hoşuma gitti. Dikkat, tüketiciler bilinçleniyor:)

"Alıcınızın ses ayarlarıyla oynamayın"

Ben dün rastladım. Alpet'in futbol meraklıları için yeni promosyonunu anlatan reklam. Hani (yanlış algılamadıysam) tele-gol programına gönderme yapan. İşte o film.

Üç defa seyrettim. Alıcımın ses ayarlarında hiçbir problem yok çünkü baştaki konuşmaları gayet rahat anlayabiliyorum ama son cümlenin içinden bir sözcüğü bile duyamıyorum. Adeta hiç bilmediğim bir dilde (mesela Macarca) söylenen bir söz gibi, sözleri hiç algılayamıyor beynim. Tele-gol izleyenler için özel bir esprisi mi var, onu bile çözemedim.

Son cümlede ne dendiğini anlayan var mı? Zahmet olmazsa bir de benim için buraya yazabilir mi o cümleyi?

Salı, Şubat 20, 2007

Kristal Elma'ya katkı sağlamak isteyen gençler...

Reklamcılar Derneği Yönetim Kurulu'nun oluşturduğu bir çalışma grubu,
Kristal Elma'yla ilgili bir süredir çalışıyor.

Bu grup, gençlerin (20-30 yaş arası) fikirlerini, önerilerini de merak ediyor.
Kristal Elma'ya katkıda bulunmak isteyen gençler, lütfen bana özelden yazın.

Sizi 22 Şubat akşamı, saat 18.30 başlayacak bir Kristal Elma -Gençler- toplantısına
davet edebilirim:)

Katkılarınızı ve mail'lerinizi heyecanla bekliyorum.

Kağan İşmen

k.ismen@farkyeri.com

Pazartesi, Şubat 19, 2007

Şahin Tekgündüz'den haber

Geçmiş olsun dileklerinizi ve selamlarınızı eşine ilettim. Hepinize teşekkürlerini yolladı. Bugün ayağa kalkma denemesinde zorlanma yaşamışlar. Doktorlar 1 gün daha bekleyip Çarşamba günü lokal anesteziyle kalp pili takacaklarmış. Şahin Bey'in durumunun Çarşamba'dan sonra daha iyiye gideceğini umuyoruz. İyi dileklerimizi ve enerjimizi birleştirip yollayalım.

Cuma, Şubat 16, 2007

Şahin Tekgündüz'den iyi haberler

Eşiyle telefonda konuştum. Kritik 24 saati iyi geçirmişler, durumu iyiye gidiyormuş. Gelişmelerle ilgili haber aldıkça paylaşırız.

15 Şubat Sevgililer Dünü

Ben üç anlam üretebildim:

1. Dünün gülümseten, utandıran, kimi özlenip kimi unutulmak istenen buluşmalarını, tatillerini, kavgalarını, romantizmini paylaştığımız eksi aşklarımızın öznelerini minnetle anabileceğimiz gün.

Bugün olduğumuz kişi, onlardan geçip geldi bugüne. İçimizde akan nehrin debisini oluşturan karlar yağarken tepelere, oradaydılar. Onların sayesinde çağlayarak akıyoruz bugünümüzde.

2. 14 Şubatı değil de kendi özel günlerini kutlama konusunda içten, hatta belki de sessiz bir anlaşmaya varan sevgililerin, toplumun romantizm dayatmasından kurtulup birbirlerine sıkıca sarılmayı sürdürdükleri gün.

3. 14 Şubat, oluşturduğu beklentilerle uyumlu akmamış ve gece hüsran hatta kim bilir tartışmayla geçmiş olabilir kimi çiftler için. Onlar da kötü bir güne rağmen devam etmeyi becermenin tesellisini yaşadıkları bir anlam üretmişlerdir.

ATV Haber şöyle bir spotla verirdi konuyu; "14 Şubat'taki kavgaya rağmen birlikteliklerini sürdüren sevgililer dünü normalleşme çabalarıyla geçirdi."

Perşembe, Şubat 15, 2007

Arkadaşlar,

Şahin Bey şu anda ameliyatta, sanırım geç çıkacak ama ziyaret etmek isteyen herkesi bekliyorum. Hasta ziyaretine kalabalık gidilmez biliyoruz, o yüzden gruplara ayrılabiliriz ya da hafta sonu gün ve saat belirleyip gidebiliriz.

Ben bu akşam orada olacağım, eğer isterseniz bana ulaşabilirsiniz.

tugceozel@reta.com.tr

Bana mail yollarsanız, telefon numaramı gönderirim... Numaramı bilen biliyor zaten. Haberleşelim.

Not: Önemli olduğu için yorum olarak girmedim.

Çarşamba, Şubat 14, 2007

İnsan. İçinde.




İnsan, sevgiyi içinde duyar.

İnsan, içinde duyduğu sevgiyi yansıtır;
bir kadına/adama,
ağaca, suya, toprağa,
toprağa "Vatan" diye,
toprağa çapayla emek dökerek,
toprağa "Kum" diye üstünde yatıp güneşlenerek.

İnsan, içinde duyduğu sevgiyi yansıtır;
bir diğer insana,
dört duvar arasında,
loşlukta,
hoşlukla.

İnsan, içinde duyduğu sevgiyi,
insan içinde yaşamaktan çekinir.
Kalabalıkların yapıtaşı olduğunu unutur,
"Toplum" der, "Kitle, cemaat, güruh"
Öteler çoğulluğunu, sakınır mücevherini ondan,
insanca yaşayabilmek için sevgisini.

İnsan, içinde, insan içinde, öylece sevgiyle...


fotoğraf: Michel Pilon

ACİL DURUM!!!!

Arkadaslar,

Şahin Tekgündüz Abimiz su anda Memorial Hastanesi Koroner Yogun Bakım Servisi'nde... Bugün yapılan anjiyodan sonra kalbe giden üç damarda tıkanıklık saptandı. Kriz gibi bir durum söz konusu olmadı, ama by-pass ameliyatı konusunda doktorlar acele ediyorlar. Çünkü aynı zamanda kalpte ciddi oranda bir ritm düşüklüğü var. Ameliyat Perşembe günü... (Adama nazar mi degdirdik ne?)Bu maili yazmamdaki amaç, bir yandan sizi bilgilendirmek, bir yandan da kan ihtiyaci konusunda yardim istemek.
Kan grubu: A Rh (+) Pozitif

Toplam altı donor gerekiyor. Donorler arasindan secilecek iki kisinin ameliyat gununde de hastanede olmasi talep edilecekmis. Kan verebilecek arkadaslarin bugun (14 Subat) Memorial Hastanesi Kan Merkezi'nde bulunmalari gerekecek.

Acik kalp ameliyatlarinda kan verme konusu biraz hassasiyet gerektiriyormus, belli kosullari var. Soyle ki, donorun;

18-59 yas arasi olmasi,
50-120 kg arasi olmasi,
Son bir yil içinde genel anestezi altinda ameliyat geçirmemis olmasi,
Yuksek tansiyon, seker, tuberkuloz, astim gibi kronik bir hastaliginin olmamasi,
B ve C tipi sarilik gecirmemis olmasi,
(Kadin donorlerin) regl doneminde olmamasi,
Son bir ay içinde antibiyotik tedavisi gormemis olmasi,
Son bir ay içinde asi yaptirmamis olmasi,
Son uc gun icinde aspirin almamis olmasi,
48 saat içinde alkol almamis olmasi,
Daha önce kan bagisinda bulunmussa ustunden en az uc ay sure gecmis olmasi gerekiyor.

Sahin Abi'ye gecmis olsun diyor, hepinizin ilgisine tesekkur ediyorum.

Sevgiler,A. Selim Tuncer

Cuma, Şubat 09, 2007

Paylaşmak...

Paylaşmak, paylaşıldığını bilmek çok güzel birşey biliyor musunuz?

Eskiden böyle şeyler söylenince bana abidik gubidik gelirdi. Ay ne mutluluk meleği laflar bunlar derdim, sinirlendiğim bile olurdu. Hayatın acısını sert yaşayanlardan olduğumu düşünür, daha da keskinleşirdim.

Zamanın getirdiği bir olgunluk mudur, okuduklarım, yaşadıklarım, çıkarımlarım sonucu mudur bilmem, artık dingin biri sayılırım. Eski ben gibi birileriyle karşılaşınca da başlıyorum ahkâm kesmeye, "dur bi, bak hayat ne güzel.. sabret azıcık" falan filan...

Geçen gün yaşadığım bir olay yeniden kendime bakmama, sorgulamama neden oldu. Evet, zaman keskin bir törpü aracı. Yaşananlar da öyle. Ama yetmiyor, insanın alt yapısında ne varsa ona göre eğilip bükülüyorsun. Demek ki mayamda bir takım kendine has özellikler varmış, zamanla ortaya çıkarmışım. Şimdi başkalarının çok kızdığı bir şeye kızmayabiliyorum. Tabii ki tam tersinin olduğu da oluyor, bu aramızda kalsın.

Yani demem o ki, çok sivri çıkışlar bazen geri dönüp bize de batıyor. Çekim yasası sanırım, gelip buluyor insanı.

Çok istediğim şeyler ya da başka bir deyişle, bir şeyi gerçekten çok istersem oluyor, olabiliyor. İstiyorum, neden istediğimi düşünüyorum, gerçekten çok istemeyi başarıyorum ve oluyor. Çoğunlukla ve şipşak!

Gülmeyin yahu, doğru bu. Başta söylediğim "paylaşmak" ile ilgili bu dediklerim. Bir araba lafı yine boşa ettim gibi gelmesin size. İsteyin! Sadece, gerçekten isteyin!

Paylaşmak istedim, bilenlere de bir kez daha hatırlatmak...

Pazartesi, Şubat 05, 2007

Nesneye Dönüşmenin Utancı...

Arnold Böcklin - Isle of the DeathEmrah Doğu Akay'ın "bilmek ve paylaşmak" üzerine yazdıklarını okuyunca, ister istemez aklıma Neş'e Erdok'un 1977'de MSÜ'den yayımlanan "Figüratif Resimde Bakış Diyalektiği ve Bakış-Espas İlişkisi" tezinin önsözündeki Sartre alıntısı geldi. Çünkü "bilmek" çoğu zaman beraberinde paylaşmayı değil, "eşitsizliğin fark edilmesini" ve heyecanın düşüşe geçip kaygıya dönüşmesini getiriyor:

“Şehirdeki parkta, kestane ağaçlarının uzandığı yoldan, ortasında bir heykelin yükseldiği yeşil çimenliği seyretmekteyim. Bir an, bu gördüklerimin tümü sadece benim için var diye düşünüyorum. Ama bakıyorum, başka biri gelip orada duruyor ve benim baktığım görüntüyü beni de içine alacak biçimde seyretmeye başlıyor. Benim için gerçek dünya olan benim tasarımım, hemen çözülüp dağılıyor ve bu çözülmeden doğan öğeler, yeni gelenin çevresinde dolanıp birleşiyor: Şimdi gördüğüm ne varsa, artık hepsi o adam için de var oluyor ve bu nesnelerin tümü benim görmeme olanak bulunmayan yüzlerini bir başkasına gösteriyorlar. Bir başkasının malı olmak için dünya beni tepip gitmekte...

Ne var ki, beni de kapsayacak biçimde benimle aynı şeye bakan o başkası, dünyayı benden ayırıp götürmekle kalmaz, benim gerçek benliğimi, yani olmayı aklımdan geçirdiğim varlığı da rüzgara katıp götürür. İlkin, beni yargılar ve hakkımda bir fikir edinir. Elbette bunu benim düşündüklerime göre değil, bedenime, o anki durumuma ya da daha çok geçmişime göre yapar. Başkası için ben, ne ise ya da o zamana kadar ne oldu ise ancak o olan bir "kendinde"ye indirgenirim. Çünkü onun benim hakkımda edindiği fikirde, benim olmak istediğim şey, ki bu benim varlığımı oluşturur, kesinlikle göz önünde tutulmaz. Üstelik eğer ben kendimi savunmaya geçmezsem, o ne olmamı isterse o olurum.

Bakışı beni sarar sarmalar ve özne olan benden bir nesne, bir araç yaratır; kendisine bakan herkesi taşa çevirme gücünü taşıyan Gorgone gibi. Onun çevresinde, tasarılarının gereçleri ya da engelleri gibi dizilip örülen, sadece çimenlik, heykel, bank ya da duvar değildir: Ben de kendimi nesneler arasında yerini almış, başkalarının ereklerini gerçekleştirmek yolunda bir araç ya da bir engele dönüşmüş olarak görürüm:

İşte buradan bir utanç doğar. Bir nesne olmanın, yani başkası için bağlanmış ve katılaşmış, değerini yitirmiş bir varlıkta kendimi tanımanın duygusudur bu. Nesneye dönüşmenin utancı, şu ya da bu yanılgıya düşmüş olma durumunun ve olduğum şeyi olabilmek için başkasının düşüncesine gereksinim duyuyor olmamın doğurduğu, kendine özgü bir düşüş duygusudur..."- J. P. Sartre -

"Bilmek" üzerine...

"Bilgi" kendisini gerçekleştirebilmek için "bilinmek" zorunda.
Yani kendisini çok çeşitli sıfatlarla süsleyip "bildirmek" durumunda.
Tıpkı bir meyve çekirdeğinin önce bir fidan, ardından bir ağaç olup, tekrar "meyve" olarak kendisini bildirmesi gibi...

Burada öyle bir durum var ki, "bilgi"yi bilmek için yapılacak tek şey bu sıfatların gizlediği manayı "görmek". Çünkü "bilgi" zaten kendisini sürekli olarak ve her an bildiriyor. Yani iş görmekte! Gördükten sonra sıra meyveyi yemeye geliyor. Çünkü tadını almadan gerçek anlamda bilmek mümkün değil. Bu tadı alıp da "ben bildim" diyense yanılanlar arasına katılıyor. Çünkü bilgi sonsuz. Senin bildiğin okyanustan bir damla. Evet, gerçi damlada da okyanusun bilgisi gizli, ama hem o, hem değil... Senin anlayacağın bilmenin de bir "edebi" var. Hatta bana öyle geliyor ki bilip de paylaşanların "edebiyatının" kuvveti bu edepten kaynaklanıyor. "Paylaşmak" demişken de, "biliyor olmanın verdiği sorumluluk" diye tanımlasak saçmalamış olmayız.

Bazı meyveler acı, bazısı tatlı, bazısı ekşi... Güzel olan, tadına bakıp, onun kendisini gerçekleştirmesine, yani varlık amacına ulaşmasına katkıda bulunduğunu anlaman ve sana geldiği için hüzünlensen de, neşelensen de bir nebze olsun şükür duyman!

İnsan, hayatına giren her olayı, kişiyi, deneyimi böyle değerlendirmeli belki de. Kim bilir?

Geçen akşam TV'de gördüm. Baba, 3 yaşındaki çocuğuna soruyordu: "Neredeyiz biz şu an?"... Tabii adamın kastı çocuk "İstanbul'dayız" desin. Çocuk hiç düşünmeden cevap verdi: "Kumdayız".

Resim: Ada Doğu

Cumartesi Günkü Ortak Defter Buluşması

Cumartesi günü saat 2. 30’da Zihni’nin karşısındaki parktayım... Elimde Hürriyet gazetesiyle oturuyorum. Saat 3’e doğru Zihni’nin önünde reklam yazarlarını beklerken beni Türk polisi yakaladı. Kimliğimi sordular, reklam yazarıyım dedim. Onlar da bana biz de “Türk polisiyiz görevimizi yap›yoruz” deyip beni yakındaki bir kulübenin içine götürdüler. Kulübenin içinden Zihni’nin önü gözüküyordu. Benim gözüm Zihni’nin önünde tabii... Bir “zihni sinir” procesiyle polislerin ellerinden kurtulmayı başardım.

Saat 3’te İnci geldi. Yan›nda art direktör ve müşteri temsilcisi iki arkadaşıyla( Gülçin ve Zeynep merhaba : ) ) Ben ve İnci’nin ajansından gelen iki arkadaşla akşamı yapacağımız yere gidip oturduk. Ardımızdan İnci geldi. Reklam yazarlığını konuşturup Zihni’ nin kapısına not bırakmış sonradan gelecekler için... Notu gören de kolayca bizi buldu zaten.
Not başarıya ulaştı tabii ki.

İnci bize “çikolata fabrikasIndan” çikolata (crunch, buneo, ferrer rocher) getirdi.
İnci Wonka!

Burak Mağralı'nın güzel sesini dinleyemedik. Çünkü ortamda vokal yapacagı bir ortam yoktu. Başka zamana artık dedik.

Reklamcılığı kurtarmaya çalıştık

Nokta Çelik’in kahkaları neşemize neşe kattı, Nokta’nın yanında gelen gazeteci arkadaşları ise ayrı birer neşe kaynağıydı

Nokta, fotoğraf çekmeyi bilmiyormuş gibi yapıp çok güzel bir fotoğraf çekti.

Murat Kaya, fotoğraf makinesini getirdi. Açılışı o yaptı, devamını ben getirdim. Bir ara alkolünde etkisiyla ağzımda tarçınlı dilim elmayla kendimi çekerken yakaladım. Neyse allahtan Burak müdahele etti de tabaktaki mandalinalar ağzımda fotoğraf çekilmekten kurtuldular... Ben de gecenin delisi olmaktan. : )
Bu arada fotoğraflar sevgili Murat’ta. Kendisinden gecenin fotoğraflarını bekliyoruz.

Reklamcılığı kurtarmaya çalıştık ama yine kurtaramadık. Sonra reklamcılığı kurtarmaktan vazgeçtik.

Melih Cılga ile İnci Vardar, saçlarının uzunluğunu karşılaştırdılar. İnci’nin saçları daha uzunmuş.

Burak'ın (Mağralı) ajansta eğlenmek için çıkardığı harika ilan fikrini dinleyip sonra neden müşterilerin böyle fikirleri kabul etmeyeceği konusunda hemfikire vard›k.
Bu arada fikir harika başlığıyla, çok etkili görselleriyle ödüllüktü. Burak’ın fikrini mecralarda maceralarla göremeyecek olsak da, o fikir bizim ödüllerimizin hepsini o gece zaten aldı.

Zamanı geriye sardırmayı ve o günün aynısın tekrara yaşamayı düşündüm ama olmuyor, teknolojimiz yetmiyor...

Melih C›lga’dan harika çizgi roman hikayeleri dinledik.

Hepimiz İnci’yiz, hepimiz Vardar’›z.

Bir ara yine reklamcılığı kurtarmaya çalıştık ama yine başaramadık.

Gülçin ve Zeynep ayrıldı, üzüldük.
Nokta’lar kalktılar. Yine Üzüldük

Sonra Burak ve Murat da kalktı. Yine yine üzüldük.

Üç kişi kaldık (İnci Vardar, Melih Cılga, Ben).

Bir ara, barmenin vaay üç kişi kalmışsınız en sonunda, dedi€ini duyduk. Çünkü masamız o gün sadece reklam yazarlarına ev sahipliği yapmamıştı, müşteri temsilcisi arkadaşlarımız, haberci-gazeteci arkadaşlarımız, art direktör arkadaşlarımızı da ağırlamıştı..

Gelemeyen ortaklarımızı andık, keşke gelselerdi diye iç geçirdik, art›k bir dahaki sefere dedik. Rakılarımızdan, biralarımızdan birer, ikişer, üçer yudum da gelemeyen ortaklarımız için aldık. (Sonra bir baktık ki sarhoş olmuşuz. :))

Güzeldi, her şey çok güzeldi. Bir dahaki buluşmaya kadar güle güle deyip geceyi noktaladık.

Reklamcılığı yine kurtaramadık.


Not: İnci Wonka, senden e-posta bekliyorum. : )
waterfallcag@yahoo.com

Cuma, Şubat 02, 2007

Çekip Giderken (Öykü)


Önce klasiklerden yok oldular. Sonra sıra diğerlerine geldi... Ne zaman örgütlendiler, harekete geçtiler bilinmiyor? Kütüphanemdeki eski bir kitabı yeniden okumak için elime aldığımda farkettim tuhaflığı. En az kullanılan kelimelerden başlayarak tarama yaptım. Üç yüzüncü kelimeye geldiğimde yüzde beş fire vardı. On beş kelime, tarihten, hiç var olmamışçasına, tüm dillerdeki karşılıklarıyla birlikte silinmişti. Kelimeler kayboluyordu. Birkaç kişiye söyleyecek oldum, yüzüme tuhaf tuhaf baktılar. Zaten onlar o kelimeleri hiç duymamışlardı. “ Neden söz ediyordum yahu?” İşte bakışlar bu dört kelimeye benziyordu ama yoktu. Hem öyle bile olsa ne önemi vardı şimdi bunun? Yanileri bulunurdu. Kısaltmalar ve duygu simgeleri sözlüğü hazırlıyorum dedi biri. Seslileri atıyorum. “Fazla harfler zamanı yerler” dedi bir başkası. “Kib” dedi daha samimi olanı ve hızla uzaklaştı. “Kendime iyi bakarım” dedim, aynada. Derinden güldüm. Sesli ve sessiz harfleri hovardalıkla kullandım o arada. Yüzde beşlik boşluk henüz farkedilme ya da panik noktasına getirmiyordu kimseyi. Getirdiğinde belki nokta da kalmayacaktı ortada. Acaba bütün bunlar, kelimelerin organizasyonu olmayabilir miydi? Bir kelime yok edicisi, virüs gibi ortaya salınmış da olabilirdi öyle ya. Ağzını aça aça ilerleyen, kelime yiyen, biçim değiştirerek girdiği cümleye dehşet saçan bir yok edici... Dünya edebiyatçılar birliğinin acilen toplanıp konuyu çözümlemesi gerekiyordu. Tabii önce birliği kurma koşuluyla. Bırakalım, yüzde beş ona, yirmiye yükselsin ki, sorun sorun olarak kabul edilsin diyen de çıkardı eminim. Dibe varmadan yukarıya yükselinmez felsefesi... Bunlar, elindeki karmaşık cihazla oynayan ve bir yandan denize bakan bir adamın içinden geçenler. Menüye yüklenmiş binlerce obje, süje var makinede. İstediğiniz kadarını işaretleyip yükle simgesine basıyorsunuz. Ekranda sanal bir fotoğraf beliriyor. Sonra onun üstünde oynuyorsunuz. Kendinizi ya da başkalarını, internetten indirdiğiniz her şeyi ekliyorsunuz üstüne. Seçeneğiniz sonsuz. Hayal et ve çek sloganıyla satılmaya başlamıştı, ben de aldım.
“Burası boş mu, oturabilir miyim bayım”, diyor biri. Kendimi alt yazılı bir filmden gelmiş sanıyorum. “Onur”, diyorum, “adım Onur.”. İlginç bir şeye benziyor, diyor adam, makineye eğilerek. Şimdi çektim diyorum. Bakıyor. Şaşkın. “Ama” diyor, “bu resim burdan çekilemez ki? Bir teknenin içerisinde çekilmiş bu. Dört mandal, deniz ve bir yelkenli... İnsan da yok resimde üstelik.”. “İnsan, yelkenlinin içinde, kelimelerse çekip gidiyor” diyorum...
Boş boş bakıyor bana.

Yarınki buluşmayla ilgili

Şöyle bir durum var, telefon edip sordum, Zihni 18:00'den itibaren servis veriyor. Buluşma spontan oldu, çok iyi fikir, ancak saatini veya yerini tekrar gözden geçirmek lazım. Bu gidişle Zihni'nin kapısında buluşacağız heh he:)

Nice yıllara...

Fantastik okuyanlar bilir, koca kaplı bir devran defteri vardır, bir de yazıcısı. Olan biten her şey anında bu deftere yazılır. Vakanüvis der eskiler, işte öyle biri tarihi yazar durur.

Bizim defter de kişisel düşüncelerimizi yazdığımız gibi, dönemin konularını da içeriyor. Bir nevi tarih dökümü gibi yani. Yıllar yıllar sonra, geri dönüp bu yıllara baktığımızda/baktıklarında, hem mesleki hem insani yönden bir takım ipuçları bulacağız/bulacaklar. Tarih ve arşiv düşkünü biri olarak bu beni çok sevindiriyor. Sevgili Haluk'a gerçekten çook teşekkür ederim kendi adıma.

Kişisel defterlerimizin yanında (benimkileri sormayın bakkal defteri gibi) ortak defterin varlığı da uzun yıllar sürsün dilerim. Şöyle tadına varır bir partiyi haketti defter ama görünen o ki yarın eksik sayıda toplanacaksınız.

Madem Şubat, madem yarın bir mini toplantı var, o zaman tüm ortaklara ve deftere nice yıllar diliyorum, şöyle kaymaklı künefe tadında yıllar.

Çağlayan'a not: Hatırlattığın için sağol.

Perşembe, Şubat 01, 2007

Tanıdık


Lancement de flavie flament for Windows



Bir yerden tanıdık geliyor değil mi? Yeni Windows Vista.

Yazar olacak adam



CV'lerinizi muratsohtorik@godereklam.com adresine gönderebilirsiniz.