Cuma, Mart 31, 2006

Yorumsuz yazacaktım....


Ama bir şeyler ekleyemeden de edemedim. Yukarda resmini gördüğünüz yorum, blogumdaki "gece postası" yazısının altında duruyor. Yoruma aynen katıldığım için, kendimi yorum yazarının kişiliğini deşifre ediyormuş gibi hissetmiyorum. Zaten "anonim" bir yorum sayılır. Bu cümlenin kurulmasına sebep veren insanlar, demek ki kütüphaneleri "kitap müzesi", kütüphanecileri de "müze temizlikçisi" olarak görüyorlar.

Paylaşayım dedim Ortak Defter'le de... Tabi birkaç "hödük" böyle algılıyor diye bunun "genel bir düşünce" olduğunu var saymak istemiyorum. Bu da yazarın yorumu oluversin.

Empati?

"Bir gün hastaneye ağır hasta bir kız çocuğu getirirler. Çocuğun tek yaşama şansı, 5 yaşındaki kardeşinden acil kan nakli yapılmasıdır. Küçük kardeş, aynı hastalıktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığı yok eden bağışıklık oluşmuştur.

Doktor, durumu 5 yaşındaki çocuğa anlatır ve ablasına kan verip veremeyeceğini sorar. Küçük çocuk bir an duraksar. Sonra derin bir nefes alır ve 'Eğer kurtulacaksa kanımı veririm' der. Küçük kardeş kan nakli yapılırken ablasına bakar ve gülümsemeye çalışır. Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlar. Ama küçük çocuğun rengi de giderek solmaya başlar. Gülümsemesi de gittikçe yok olur. Titreyen bir sesle doktora sorar:

'Hemen mi öleceğim?'

Küçük çocuk doktoru yanlış anlamış, ablasına vücudundaki tüm kanı verip öleceğini sanmıştır. Aslında küçük çocuk yanlış anlamamıştır, doktor konuyu iyi anlatamamıştır. Burada önemli olan, doktorun söylemek istediği değil, çocuğun ne anladığıdır."

Alıntı: NLP ile beyninizi kullanma kılavuzu, Hakan Adalı, Kar Yayınları

Perşembe, Mart 30, 2006

Şikayet!

Kim aldı bu saatleri ileri?
Biz ne güzel, saat akşamüzeri 6 sularında herkesler giderken,
"hava zaten karanlık" diyor, çalışmaya devam ediyorduk gecenin körlerine kadar.

Şimdi ne oldu ya da "oldu mu şimdi"?!

Saat yine akşamüzeri 6 oluyor, hava hala aydınlık!
Herkesler yine gidiyor, hava bir türlü kararmıyor!
Hep aydınlık hep aydınlık! Akşam gelmiyor, gece de olmuyor!

Sonra da böyle bekliyorsun işte hava kararsın da, alıştığımız karanlıkta çıkalım,
evimize gidip en sosyal hayatımız olan rüyalarımıza dalalım diye.


P1 ("Bir yazar en güzel evde yazar" demişti bir usta,
bunu şimdi bir kez daha ispatlamak üzere, en yakın taksiye "kadıköy lütfen" diyeceğim)

P2 (Ne şikayet ediyorsun be çocuk! Git evine yat işte tutan mı var sanki?)

Yazısız

Yazılmamış yazı yazı değildir.
Yazılmayan defter defter olmaz.
Ortaklık ortaya üretim gelirse ortaklıktır, yoksa haraççılıktan ne farkı kalır ?

Çarşamba, Mart 29, 2006

ELMALAR

Bizim elma bahçemiz var. Kocaman. Toprağı yok. Taş. Taşlardan besleniyor elmalar, şapkalı, sarıklı, oymalı kakmalı, kargacık burgacık yazılı taşlardan. Görevimiz o sulu mu sulu, tatlı mı tatlı elmaları toplamak. Taşlara basamıyoruz, yasak, korkuyoruz da. İple uçup, bir dala konuyoruz. Bir daldan diğer dala, bir ağaçtan diğer ağaca. Topluyoruz, sepet doluncaya, kazaklarımız yırtılıncaya, akşam oluncaya. Diyor ki Halenur, elmadan yaratılmışız, biliyor musunuz? Yere düşmeyelim sakın, diyoruz.

Doğan Yarıcı
Gece Kelebekleri/2004

Güneş Tutulması

Bir kere de "Blog This" yaparak post ekleyeyim dedim... Gidip kendi bloguma göndermişim....:)

Diyordum ki; bakalım güneş tutulması Ortak Defter'e nasıl yansıyacak... Çok garip bir şey bu güneş tutulması.

Salı, Mart 28, 2006

Yaz saati uygulaması

Haluk abi yaz saati uygulaması başladı saati 1 saat ileri alalım.
(Gülşah Ayhan hanım tarafından uyarıldık.)

Pazartesi, Mart 27, 2006

Sessiz kalmayalım

Gülşah Ayhan'dan gelen e-postayı olduğu gibi aktarıyorum.

Sayın Şahin Tekgündüz,

Ortak Defter’de yayınlanan namık tan ( ne de olsa Türkçe hususunda tutucu olmamak gerekiyormuş, o zaman özel isimleri büyük harfle yazmasam da olur sanıyorum !!!) hakkındaki yorumunuz üzerine, namık beyin e-posta adresine ulaşabilir miyim diye bir araştırma yaptım. Ulaşamadım. Fakat Dışişleri Bakanlığının internet sitesindeki Bilgi Edinme sayfasından (http://www.disisleri.gov.tr/MFA_tr/Bakanlik/BilgiEdinme/default.htm) bakanlık yetkililerine ulaşılabilir.
Aşağıda gönderdiğim bağlantı da Bilgi Edinme sayfasına ileti göndermiş ve cevabını almış bir beyin paylaşımıdır.

http://www.turkcan.org/haberlerview.asp?key=335

Deftere üye olmadığım için bu bilgileri defterin katılımcılarıyla (contributors) paylaşamıyorum. Siz belki iletmek isterseniz.

Saygılarımla

Gülşah Ayhan

Yorumsuz

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan’ın TED Ankara Koleji Vakfı Okulları’nın geleneksel söyleşi günlerinde yaptığı konuşmada, sık sık İngilizce kavram ve kelimelere yer vermesi öğrenciler tarafından eleştirildi.

Tan, bir öğrencinin “Türkçe’nin bu kadar kirlendiği bir dönemde, Türkçe’yi kullanırken daha özenli olmamız gerekmez mi?” sorusuna şu yanıtı verdi: “Türkçe hususunda çok tutucu olmamak gerekir. Türkçe çok zengin bir dil değil. Kullandığımız kelimeler arasında Arapça, Farsça kelimeler de bulunuyor. Kendimizi küçük alanlara sıkıştırmamalıyız. Başka lisanlardan intikal eden kelimeleri de kullanmak gerekir.”

Tan, diğer bir öğrencinin “Başka dillerin etkisinde kalarak kendimizi nasıl ifade edebiliriz Türk olarak” sorusuna da, “Önemli olan kendimizi nasıl ifade ettiğimiz değil, ne söylediğimizdir” yanıtını verdi.

Güler Kömürcü, Aksam Gazetesi 16.03.2006

Cumartesi, Mart 25, 2006

HAYKIRIŞ

Doğar doğmaz korunmaya alınıyoruz küvezlerin içine,
"Aman çocuk üşümesin." diye sarıp sarmalanıyoruz…
Gigoz mamalarla beslenip, gürbüz çocuklar oluyoruz.
Doktorlara gidip, özel vitaminlerle büyüyoruz.
Öyle bir düzen yaratıyoruz ki kendimize, üniversitelerin bile sterilini arıyoruz.
Üç adım yürümemek için uzun demir yığınlarına başvuruyoruz.
Sadece aynalara bakarak kendimizi değerlendiriyoruz.
Havalardan şikayet edip, evin camından sessiz çığlıklar atıyoruz.
Bir gıdım rüzgar girmesin diye, tek cam yetmezmiş gibi çift cam istiyoruz.
Rüzgar bile okşayamıyor tenimizi…
Çift camlar sayesinde doğanın fısıltılarından mahrum yaşıyoruz.
Sonra da onunla bütün bağımızı koparıp İNSAN oluyoruz.
Yağmurlardan vücudumuza ağrılar giriyor.
Baharları görmez oluyor gözler…
Aklımıza sadece tatil düşüyor.
Tatilde de hiç çıkmamacasına hapsoluyoruz 5 yıldızlı tatil köylerine.
Doğa yalnız, doğa anlamsız yaşıyor döngüsünü.
Biz ise insan olup çıkıyoruz gerine gerine…
İstemiyor bu dünya bizi hala ısrarla işine karışıp, dengesini bozuyoruz.
Sonra da kıyametten korkuyoruz.
Hiç durmadan çalışıyoruz.
Bir uçtan diğer uca ağlar kuruyoruz, haberleşmek adına.
Yörüngesine uydular oturtuyoruz.
Ne demek istediğini anlayacak gibi yönetmeye kalkıyoruz.
Sanayileşiyoruz, devleşiyoruz!
Hesaplar yapıyoruz, ölümden arınırcasına!
Sonra da buzullar eriyor, kıtalar kayıyor diyerek nedenlerini araştırıyoruz.
Biz insanız! Dünyayı vuracak tek bombayı da biz yapıyoruz.
Hani çok akıllıyız ya, embesil bir topluluğuz aslında…
Kendimizi, doğayı mahfediyoruz.
Sonra da ortalama ömrümüzü hesaplıyoruz, insanlık adına!


Tuğçe ÖZEL 24/03/2006 14:05

Siz kimsiniz Sayın Carpetland'cılar?

Bir süredir televizyonlarda bir halı reklamı yayımlanıyor. Karşıma çıktıkça hemen çevremdekilere bakıyorum, gördüler mi, söylenenleri duydular mı, diye. Çünkü utanıyorum, eziliyorum, yüzüm kızarıyor; yakınımdakiler, sevdiklerim, saydıklarım da aynı duygular içine düşmesinler istiyorum. Reklamcı olduğum için, bana yöneltilebilecek olası sorulara ne yanıt verebileceğimi düşünüp, bir kez daha eziliyorum. Eziklik duygusu isyana dönüşüyor; birilerinin bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyorum, ama bugüne kadar benzer durumlarda kimsenin bir şeyler yapmadığını ve asla da yapmayacağını bildiğim için bir kez daha kahroluyorum. Sonuçta yapabileceğim tek şey olduğunu görüyorum. Sorularımı, eleştirilerimi, öfkemi, isyanımı sizlerle paylaşmak... Endişe ediyorum, bu sefalete katılanlardan birileri de belki bu sitede aramızda yer alıyor...

Kimilerinizin, amma da abarttı, dediğini duyar gibiyim. Hayır abartmıyorum. Sorunları kendi boyutlarında göremezsek, olara çözüm bulma konusunda çok cüce kalırız ve bunun da ayrıdına bile varamayız. Gelelim soruna...

Alfemo adında bir kuruluş var. Ev mobilyaları, ev tekstili, halı vb üretiyor ya da bilmiyorum, belki de sadece pazarlıyor. Bu kuruluşun son günlerde televizyonlarda yayımlanan ve hiçbirinin adı Türkçe olmayan halılarının reklamını görmüş olabilirsiniz. Hani, büyük bir yaratıcılıkla, “halının dünyası, dünyanın halısı” sözlerinin yer aldığı reklam. Buraya kadar diyebileceğim pek bir şey yok. Dış ses devam ediyor. Sonraki cümleye bakın siz. “biz buna ‘carpetland’ diyoruz”... Aferin size, çoook iyi ediyorsunuz, bu yolda devam edin... Ve burada öfkemi dindirip, sorularımı soruyorum.

Saygıdeğer Carpetland'cılar...

Siz Türkiye’de Türkçe konuşan insanlara ürün satmıyor musunuz? O halde hedef kitlenize, “Halının dünyası, dünyanın halısı” gibi çok güzel ve temiz bir Türkçe’yle seslenmek ve daha kolay anlaşılıp, daha kolay algılanmak varken niçin durduk yerde “biz buna ‘carpetland’ diyoruz” deme gereğini duyuyorsunuz? Dilinizden bu kadar mı utanıyorsunuz, yabancı markalar karşısında bu kadar mı ezik, bu kadar mı kişiliksizsiniz? Pazarda bu kafayla mı yer etmeye çalışıyorsunuz? Sizin ‘carpetland’ınızdan, dünyada ve o altında ezildiğiniz İngilizce konuşan ülkelerde daha kaç tane vardır, biliyor musunuz? Siz de onların arasına girmeye çabalayan garip bir sığıntı olmuyor musunuz?

Bugünlerde televizyonlarda bir başka halı markasının daha reklamı yayımlanıyor. Dinarsu... Kişilikli, bilinçli, özgüven sahibi insanların tertemiz bir Türkçe’yle yarattığı marka... Onun reklamında ise, ABD’de, hatta Beyaz Saray’da bile bu marka halının kullanıldığı anlatılıyor. İki ibret levhasını yanyana koyuyorum ve bir kez daha soruyorum:

Siz kimsiniz, sayın Carpetland’cılar?..

Cuma, Mart 24, 2006

Com

Artık benim de "com" diye biten bir arazim var. Canikom gibi...Arazinin üzerinde de bir dükkan: www. oguzhanakay.com
Şiirler, yazılar, öyküler bir arada...Kimileri site diyor buna da site dersem ayıp olacakmış gibi geliyor.
Ya aşırı lüks evler yaplıp üstüne, topuna birden İngilizce ad takılırsa diye...
Dükkanımı her sabah açıp, yeni bir yazı ekliyorum. Yakında Forum da olacak.
Forum'da da konuk yazarlar bölümü...Belki o zaman bir iz de siz bırakırsınız...

Not alınsın böylece.

Perşembe, Mart 23, 2006

"Vada"nın yaratıcıları, Ruslar'a "Da" demişler...

RPM/Radar'ın yüzde 70'ini Ruslar'ın satın aldığını gazetede okuduğumda, haberde en çok dikkatimi çeken şey, şu cümle oldu:
"RPM'nin amacı, reklam ajansı olmayan, pazarlama ve satış hizmeti olan bir firmayla ortaklık kurmak..."

Büyük ajansların, özellikle çizgialtı alanına ve "alternatif dağıtım kanalları"na ne tür yatırımlar yaptıklarını, uzaktan da olsa, elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum...
Çünkü reklamverenlerin kaçınılmaz biçimde daha fazla "müşteri odaklı" olmaya doğru yöneldiklerini, bu yüzden de, yakın gelecekte bu ülkedeki reklam yazarlarının önemli bir bölümünden, çizgiüstü mecralar için değil, doğrudan pazarlama ve satış artırıcı promosyonlar için yaratıcı fikirler isteneceğini düşünüyorum...

(Aslında bu düşünce bana ait değil: İlk kez, tam olarak 15 yıl önce, Marketing Türkiye dergisinin birinci sayısının hazırlıkları sürerken, Atilla Öğüd'den duyduğum ve unutmadığım bir öngörü.)

Her neyse... Gazetedeki haberin tamamı bura"Da"...

Belgüzar

BELGÜZAR

Belgüzar bir köy kaçağı;
babasının onyedinci kızı,
Sarıkız’ın sol arka ayağı...
Köyün en bahtsız çeşme güzeli.
Sular taşardı eteklerine, Yanık Osman’ı görünce.



Çıngıraklar vurunca çıkardı köy meydanına,
kahvedeki babasına gözükmeden, Yanık Osman’ı keserdi uzaktan…
Keçiler ağıllarını, güneş de batıyı bulana kadar bakardı arkasından.
Sevdalı ama bir o kadar da kadüktü aşkı.
Bilirdi olmayacağını ama dönmezdi sözünden.



Tarlanın en uzun başağıydı Belgüzar;
en sarısı…
Aldı yanakları hüzün vuruncaya kadar.
Değirmenden kaçıp, aşkını öğütürdü Yanık Osman’ın göğsünde,
un kokardı akı erken gören saçları.



Sabah namazından önce ayazla kaçtılar köyden.
Tepeden son kez baktılar, çatılar kanat çırptı züğürt aşıklara.
Çıkınlarında yarım köy ekmeği, dağları aşacaklardı.
Taş oyuk bir mağarada gece sindi üzerlerine,
Korkulu sevinçler beslediler kursaklarında;
sabahı görene dek…



Muhtarın oğluyla, Şeşbeş İbrahim buldu,
çiğ düşerken üzerlerine.
Hep derlerdi meydan dayağı diye de inanmazdı Belgüzar;
en kahpesini yaşadı.






Analığının köteklisi; Belgüzar
Osman’nın mezarını göremeden,
oldu ellilik bir herifin üçüncü karısı!
Gittiği diyarın adını dahi bilmeden,
ilk çocuğu düştü kucağına.
Kardeşlerinin nefesini duyamadan,
yer yatağında ağladı her gece.
Koca dayağını yedi yüreği sayısız…
Alıştı hayatın sillesine,
beş çocukla bir mor göz!

Yıkık dökük yüreğinin asma kilidini taktı gecekondusuna,
her sabah geldi evimize.

Tarlanın en uzun başağı Belgüzar;
en sarısı…
Babasının onyedinci kızı,
Sarıkız’ın sol arka ayağı...
Köyün en bahtsız çeşme güzeli.
Analığının köteklisi;
oldu şimdi bizim evin temizlikçisi…
Sildiği yerlerde kederlerini buluyoruz;
leke leke…


Tuğçe Özel 21/ 02/ 2006

Çarşamba, Mart 22, 2006

Opet'in yeni reklamı harika olmuş

Cem Yılmaz'ın son Opet reklamındaki performansı gerçekten harika!
Bir de diyalog olmayan bir reklam filmi istiyoruz artık...

İki şey...

Blog denen mereti kullanmasını bilmeyen taşralı biri, bi kuyuya taş atmış, çıkaran olamamış gibi olmuş. Aynen durum bu. Karmakarışık yaşamının içine bir de hâlâ tam olarak keşfini yapamadığı bilgisayarı katıp aklınca iş görmeye çalışıyorsa bu adam, eh gerisini siz düşünün gari.

Hep beraber salt okuyarak ve yazarak paylaşma olarak nitelendirdiğim için olsa gerek, yorum bölümüne hiç bakmamıştım ve yeni keşfettim. Ay ben çok güldüm bu işe. Daha da gülmeniz için söylüyorum, Murat Kaya'nın öykü başlığını okuduğumda ilk kez farkedip ona bir yorum yazdım. Ama diğerlerine bakmak hiç aklıma gelmedi. Uzun bir öykü olması nedeniyle kendine özel bir bölüm açmış diye bir de kocaman aferim dedim. Hakikaten hem yazıyorum hem de gülüyorum şimdi. Siz affedin artık, bu biiir.

İkinciye gelince...

Cesareti - hem de feci bir - umutsuzluğa rağmen ilerleyebilmek olarak algıladığımdan, sık sık başımı gözümü yardığımdan, uzak durdum yorum yapmaktan Haluk.

Soljenitsin'in cesareti beni hep etkilemiştir, belki de aslında keskinliğimi ilk onunla hissettiğim için.

"Korkaklığın günümüzdeki en hakim şekli 'karışmak istemedim' deyişinde gizlidir" demiş ya May. İşte şimdi hepimizin yaşadığı durum bu. Yanıbaşımızdaki olaylarla ne kadar ilgileniyoruz? İlgilenmeme nedenimiz, salt "düşünceyi özgürce söylemek cesareti"mizin olmaması mı yoksa yaşamdan bıkkınlık mı?

"Kendini adamak şüphe içermediği zaman değil, şüpheye 'rağmen' olduğunda en sağlıklıdır." Bu kadar iyi niyetli, inançlı, kendini adayan olmak ama aynı zamanda da şüphe taşımak.. Bu beni rahatlattı aslında. Beni mesleğim şüpheci yaptı derdim hep. Oysa benim kimliğim bu.

"Hangi alanda olursak olalım, yeni dünyanın yapısını biçimlendirmeye yardım ediyor olmanın gerçekliğinde derin bir coşku buluruz. Bu, yaratıcı cesarettir, yaratılarımız ne kadar küçük ya da kazaen olsa da. O zaman Joyce'la birlikte 'Hoş geldin, Ey Yaşam!' diyebiliriz. Milyonuncu kez ruhumuzun örsünde soyumuzun yaratılmamış vicdanını dövmeye gidiyoruz." İşte bu aynı zamanda benim yaşama sevincim. Küçücük bir şey için bile sevinebilmek, içine doğan yaşama sevincini, ısıtan bir soba gibi yaymak. Oh be, gerçekten küçük sevinçler peşinde koşmak, büyük sevinçlerin habercisi de değil mi aynı zamanda.

Yaşamak, gerçekten yaşamak cesaret istiyor aslında, bırakın onunla yapacağınız işleri.

Bunları "comment" bölümüne almadım. Hani bilgisizliğin için utanmama cesareti ya da utanmamayı becerme var ya...

Ankara 3.Marka Konferansı ( 24 Mart 2006 )

Ankara Reklamcılar Derneği'nin düzenlediği Marka Konferansı'nın bu yıl 3.sü yapılıyor. Geleneksel hale getirilmeye çalışılan bu etkinlik üniversite öğrencileri ve reklamverenler tarafından büyük ilgi görmekte.
Haluk Mesci'nin "Kobiler nasıl marka olur" konusu konferansın en son bölümünde yer alıyor. Sanırım kimse erken ayrılmasın diye düşünmüşler. 3 oturum halinde düzenlenen konferansta birçok konu var ve konuşmacıları büyük bir kalabalığın izlemesi bekleniyor. Bu yıl KC GRUP ile adından başarıyla bahsedilen Ankara'lı reklam ajansı Arka Bahçe'nin de bu konferansta bilgilerini aktarmak için konuşmacı olarak katılmasını beklerdim.

Siz de katılmak isterseniz,

24 Mart 2006
Ankara Ticaret Odası
Konferans Salonu
Saat:10:00

Salı, Mart 21, 2006

"Yaratma Cesareti"

Ey arkadaşlar, reklam milleti, Defter Ortakları !

Doğan Yarıcı'nın 7 Mart 2006 Salı günü saat 19.29'da Deftere işlediği 'Yaratma Cesareti' maddesini henüz okumamışlarımız varsa, yorumlar da dahil olmak üzere okuyabilirler mi acaba ??

Pazartesi, Mart 20, 2006

Neden AK Parti?

Bugün aklıma takılan soru bu.
Cumhuriyet Halk Partisi için CHP, Doğru Yol Partisi için DYP, Anavatan Partisi için ANAP, Demokratik Sol Parti için DSP diyoruz.
Peki neden Adalet ve Kalkınma Partisi için çoğu yerde AKP yerine AK Parti deniyor?
Recep Tayyip Erdoğan da konuşmalarında sürekli AK Parti diyor.
Acaba bu da bir çeşit gizli reklam mıdır?
Bilinçaltımıza yönelik yapılan bir girişim midir?
Ne dersiniz?

Yiyorum çünkü güveniyorum

Allah! bir hata yakaladım hemen cümle aleme duyurayım değil niyetim. Fakat Şen Piliç'in reklamlarında böyle yazıyor: "Yiyorum çünkü güveniyorum." Sizce de bir tuhaflık yok mu? Konuşurken "yiyiyorum" demiyor muyuz? Yazarken "yiyorum" diye mi yazılıyor? Ben mi yanlış görüyorum, ben mi yanlış biliyorum, anlamıyorum.

Cuma, Mart 17, 2006

Televizyonda reklamları pas geçenler...

RTÜK tarafından yaptırılan "Televizyon İzleme Eğilimleri Araştırması"nın sonuçlarını okudum bugün gazetede: Ankete katılanların yüzde 40.4'ü, TV izlerken reklamlar başladığında hemen kanal değiştirdiğini belirtmiş...

Bu veri ne kadar belirleyicidir, ne gibi dersler çıkarılmalıdır, bilmiyorum tabii ki... Ama nedense, "medya planlamacı" arkadaşlarımın kulağını çınlatmak geçti içimden...

Gazetedeki haberin tamamı burada...

Herkes mor olsun istiyorum!

Herkes mor olsun istiyorum!
Bütün dünya mor!
Evler, ağaçlar, nehirler, denizler,
çocuklar, insanlar, okullar, telefonlar, yiyecekler…
Her şey mor olsun.

Bana bakan gözler, konuşan ağızlar!
Televizyonlar, kumandalar, bilgisayarlar,
elimi attığım ne varsa…
Ay da, güneş de, kainat da
Hepsi mor olsun!
Her yerden mor aksın.
Dünya mor görünsün!

Sonra da mor olan her şey yok olsun!

Tuğçe Özel

17/03/2006

14:11

Perşembe, Mart 16, 2006

bir mesaj

Bana gelen bir maili sizinle de paylaşmak istedim. Daha önce okuduysanız affedin lütfen. Mail şöyle;

...

Ankaralı Simitçi

Son bir yıldır öğle yemeklerini dışarıda yemek durumunda kaldığımızdan işyerinden iki ağabeyimle Tunalı civarlarında yemeğimizi yiyor ve öğleden sonrası için de Tunalı Pasajı karşısındaki köşeden simit alıyoruz.


Yaklaşık on-on beş gündür tezgahın başka birisi tarafından işletildiğini fark etmiştim. Dün bu sefer simidi ben alacağım diyerek, tezgaha gittiğimde simitçi ortalıkta görünmüyordu. Ben de her tezgahın başında simitçi
olmadığında, Türkler'in yaptığı refleks ile tezgahın camını açacak ve parayı koyarak iki tane simit alacaktım. Öyle de yaptım tezgahın sürgülü camını açtım 1 YTL' yi rafa koydum ve tam simitleri alacaktım ki, orada üstüne el yazısıyla bir şeyler yazılmış, müsvedde kağıtları gördüm.

Beni iyi tanıyanlar ne kadar meraklı olduğumu bilirler; "Yahu bu da nedir, ne yazmış bu adam acaba, bir bakayım" dedim:

8:10 - 2
8:15 - 1
8.21 - 1
8.22 - 2

Anlayacağınız bu listede öğleye kadar hangi dakikada kaç simit satıldığı yazıyordu. Sonra bu listenin altına 13:55 - 2 yazıp ne yazdığıma dikkat etsin diye 2'nin üstüne bir de yıldız koydum ve simitleri aldım.

Veritabanı tutmaya bayılırım. "Allahım adamdaki bilince bak, veritabanı tutuyor!" dedim. Ama emin değildim. Belki de belediye böyle bir şeyler istemiştir falan... dedim. Neyse uzatmayayım, bugün yine aynı simitçiye uğradim, bu sefer oradaydı.

Nasılsın, iyi misin, hoşbeşinden sonra "13:55 simitlerini toplama ekledin mi" diye sorunca:
"Abi sen miydin o?" diye gülümsemeye başladı.
"Neden böyle bir liste tutuyorsun?" diye sordum, "Belediye mi istiyor"
"Yok abi, ben 15 gün önce aldım bu tezgahın işletmesini, henüz yabancısıyım müşterinin dedi. Bunları dakika dakika yazıyorum, hangi saatlerde müşteri yığılıyorsa, ona göre sıcak simit getireceğim, o gün sabahın simidi akşama kaldı, utandım müşteriden" deyince ellerine sarılıp öpmek geldi içimden.

Yaa işte böyle...

İster CRM (Customer Related Management) deyin, ister PR (Public Relation), isterseniz de Market Research...

Ben simitçinin yaptığı işten kendime mesaj çıkarmazsam olurdum. Ne mi çıkardım?... Yoo, o kadar uzun boylu değil her şeyi de yazacak değilim ya!...
"Herkesin mesajı kendine..."

Artık her simit aldığımda aklıma VERİTABANCI SİMİTÇİ gelecek. Zekâ, işine saygı, kâr artırma bilinci...
Hepsinin sonucunda yaratılan gerçek katma değer ve farklılaşarak rakiplerinden ayrılma...

Bunları öğretmek için yıllarca insanları yüksek ücretli okullarda okutuyorlar. Sonuç "veritabancı simitçinin" yanından bile geçemeyecek olanlar bakın her yerde yüksek maaşlar alıp, endam gösteriyorlar.

...

İşte bu kadar. İyi bir mesajdı...

Eğitici reklam

Reklamlar vatandaşlara çok şey öğretmiştir, evet. Mesela "x nasıl kullanılır?" ya da "y'nin ambalajı nasıl açılır?" ya da "z'yi kullanmazsan ne olur?" gibi gibi... Şimdi İngilizce öğreten reklamlar var. Evet, yanlış okumadınız. Yanlış duymadım. Bu bir radyo spotu. Aşağı yukarı metni şöyle:

- "Drive your way" kendi yolunda git demek. Özgürlük (-lük -lük -lük)
Hyundai


Not: Parantez içindeki bölümde şu didaktik laflardan vardı, hatırlayamadım...

Çarşamba, Mart 15, 2006

Her şeye rağmen reklam yazabiliyorum...

Sayın Bülent Şentay'ın, "ilk paragraf" önerisi vardı geçenlerde Ortak Defter'de.. Ben de buraya "reklamcılık sektöründen" kahramanları barındıran bir hikayenin giriş kısmını koydum. Devamını okumak isterseniz... Son cümleye tıklamanız gerekecek.

Korkmayın, Ortak Defter'den kopmayacaksınız. Ayrı bir pencerede açılacak. :)

Her Şeye Rağmen Reklam Yazabiliyorum

Bu hikaye, Barbara Gordon’un “Her Şeye Rağmen Dans Edebiliyorum” adlı romanına ithafen yazılmıştır.

Ödül gecesiydi. Salondaki reklamcılar, yıl boyunca yaptıkları işleri bir araya getirmiş, jürinin eline teslim etmiş, yarıştırmış ve aldıkları ödüllerle mutlu olmuşlardı. Şimdi de kokteylde yaptıkları işleri ve aldıkları ödülleri tartışıyorlardı. Onca “monolog” arasında benim düşündüğüm bir tek şey vardı: Eve gitmek!
Sakin bir şekilde evde oturup ödül gecesine kadar geçen zamanın yorgunluğunu atacağımı, “haftasonu” denen şeyi hissederek yaşayacağımı ve - hepsinden önemlisi - kendi kendime kalabileceğimi düşünüyordum. Hazırladığımız kampanyalar karşılığını vermiş, satışlar zirve yaptığı için müşterilerimizle aramızı düzeltmiş ve herkesin merakla beklediği bu ödül gecesinde, “büyük ödül” de dahil olmak üzere birkaç kategoride daha ödül almıştık. Körkütük sarhoş bir şekilde sahneye çıkıp teşekkür konuşması yapmak yerine, beni övüp duran sanat yönetmeninin suratıma kattığı utanç kırmızısı tam olarak geçmiş değildi. Arabama binip eve gitmek üzere otoparktan çıkarken telefonu kapattım. Kimse beni aramasın, kimse bana ulaşmasın diye. Hesaplarıma göre, hafta başına kadar, yani iki gün sonrasına kadar kimse beni rahatsız etmeyecekti. Evime gidip, sıcak bir duş alıp, bu soğuk kış gecesini bir “yaz tatili”ne çevirebilirdim.

Daire kapısının önünde beni bekleyen sanat yönetmenine rastlayana kadar hesabımda bir hata olduğunu düşünmüyordum. Hesaba katmadığım bir şey daha vardı; köpek balıklarının vücuduna yapışan asalak deniz canlıları...

Her yerde bunlar var, iyi sattırıyor galiba...

Aldırtacaktım, Kaya engellediFeraye Tanyolaç, hamileliğiyle ilgili olarak, 'Çocuğu aldıracaktım, Kaya engelledi' dedi.

Tek celsede boşandılarEsra Akkaya kendisini Aliye dizisinin oyuncusu Sanem Çelik ile aldatan eşi Kudret Sabancı'dan boşandı.

Hakim çok kızdıGamze Özçelik’in porno görüntüleri davasında sanıklar, "Tanımıyorduk" savunması yaptı.

Televizyonda ana haberlerde, gazetelerde ana başlıklarda her yerde bunlar. Bi de Tayyip. İnsan bir yerden sonra sıkılıyor ama. Kim kime ne yaptıysa yaptı; hayır kral veya kraliçe olsalar tamam anlıycam ama kim bunlar...

Küçük bir ek: Tabii ki Prens Charles'ı yakından ve severek takip ediyorum.

Sizlerleyim

Merhaba!

Birkaç gün önce Haluk beyin buradan paylaştığı e-postamı okuduysanız, ismim yabancı gelmeyecektir.

İlk önce şunu belirtmek istiyorum ki, Haluk bey zaten biliyor diye malum mailimde yazmamıştım, ben birkaç aydır muteber bir ajansta çalışıyorum. Kısacası, başardım. Tıfıl bir reklamcı oldum.

Şimdi hem söktörde hem de bu blogda olmaktan mutluyum.

Tıfıl bir reklamcı olarak, tıfıl kurulan cümlelerimle sizlerleyim:)

Pazartesi, Mart 13, 2006

Kampanya

Yabancı ülkelerde, en azından İngilizce konuşulan ülkelerde diyeyim, kampanyalar roket gibi "launch" edilir.
Peki, bizde niye kampanya "yapılır"?

Aklıma takıldı da, ortaklara bir sorayım dedim.

Cuma, Mart 10, 2006

Eğitim fuarıymış ! Sevsinler.

Adı "Educaturk". Sanırım geçen sene de vardı...

Niye 'Eğitürk' veya 'Eğittürk' değil acaba ?

Perşembe, Mart 09, 2006

Yazar nasıl çalışır?

Sorar, okur, yazar, dener, bozar, atar, tutar, susar, araştırır, sessiz-sesli düşünür, eski defterleri karıştırır, internette gezer, araştırma okur, sözlük karıştırır, Buluş Nasıl Yapılır’a bakar, kağıt uçak yapar, markete-bakkala gider, komşusuna-arkadaşına danışır, rakipleri dener, tv izler, radyo dinler, müşteri temsilcisini dinler, sanat yönetmeniyle konuşur, otoparkçıyla fikir alışverişi yapar, doktorunu arar, büyüteçle bakar, magmaya iner, Ay’a gidip bir de oradan bakar, sinemaya gider, çekirdek çitletir, bitter çikolata yer, kahve içer, uyur, rüyasında görür, resim çizer, maket yapar, bitki çayı içer, Leman-Penguen okur, bilim-kurgu okur, Archive’e bakar, gettyimages’ı dolaşır, fıkra-masal okur, bulmaca arar, ters çevirir, yana döndürür, başlık atar - başlığı atar, uyak sözlüğü okur, ansiklopedi karıştırır, mitoloji okur, masasında oturur, volta atar, boş bir odaya kaçar, kulaklık takamaz, dikkatini dağıtır-toplar, geç yatar-erken kalkar, Türk Gülmece Öykü Antolojisini okur, başkalarının ne yaptığına bakar, dergileri karıştırır, seri ilan okur, fotoğraf çeker, ipucu yakalar-işin ucunu kaçırır, kalemlerini açar, not defteriyle gezer, sayılarla oynar, kelimelerin-harflerin-logonun-görselin yerini değiştirir, reklam kuşaklarını kaçırmaz, Saatli Maarif Takvimi karıştırır, hava almaya çıkar, nereye gitse 40 tilkiyle dolaşır.

Çarşamba, Mart 08, 2006

Mehmet Ali Ilıcak, Büyük Reklamcı Olacak!

Bilmem duydunuz mu? Değerli köşe yazarı Nazlı Ilıcak'ın oğlu Mehmet Ali Ilıcak gazete patronluğuna veda ettikten sonra reklamcı olmaya karar vermiş ve bir ajans kurmuş. Kendisine aramıza hoş geldin demekten kendimi alamıyor ve bu teşebbüsünün vatana, millete ve sektörümüze hayırlar getirmesini temenni ediyorum. (Seçimler de yaklaşıyor zaten!)

Salı, Mart 07, 2006

Yaratma cesareti!

Aşağıdaki tartışmalar nedense bir kitabı anımsattı bana.

İlk basımı 1975'te yapılan bir kitap. Metis Yayınları'ndan. Dokuzuncu basımı 2005'te yapıldı.

Çok titizlenmezseniz, çeviri kitapların içinde Türkçesi eh fena olmayan kitaplardan. Çevirmen Alper Oysal.

Kitabın yazarı Rollo May 1909 doğumlu, Varoluşçu Psikolojiye kendini adayarak 1994'te ömrünü tüketmiş.

May, önce "Cesaret nedir?"le başlıyor kitabına. "...cesaret, daha çok, umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir."

"Gerekli olan cearet salt inatçılık da değildir -mutlaka başkalarıyla birlikte yaratmak durumunda kalacağız."

"Cesaret, sevgi ve sadakat gibi diğer kişi değerleri arasında yer alan bir erdem ya da değer değildir. Cesaret bütün diğer erdemlerin ve kişi değerlerinin altında yatan ve onlara gerçeklik kazandıran temeldir. Cesaret olmaksızın sevgimiz salt bağımlılık olarak solar. Cesaret olmaksızın sadakatimiz uyumculuk halini alır."

"Oysa bir kişinin bütünüyle insan olabilmesi sadece kendi kararlarına ve kendini bu kararlara bağlayışına dayanır."

Rollo May, "fiziksel cesaret"e geçiyor ve hemen ekliyor: "Bu, cesaretin en basit ve apaçık çeşidi."

"Bir psikanalist olarak zaman zaman hâlâ çocukken duyarlı olan ve diğerlerini ezerek başeğdirmeyi öğrenememiş adamları dinliyorum; bunun sonucu olarak yaşama kendilerinin korkak olduğu kanaatiyle giriyorlar."

"Gövdenin cesaretinin yeni bir şeklini ileri sürüyorum: Gövdenin adale gücüne dayanan insanı geliştirmek için değil, duyarlığın serpilmesi için kullanılması."

Yazar burada, kısaca yoğa, meditasyon, Zen Budizm ve diğer dinsel psikolojileri anıyor. Mutasavvıf, Mevlevî bilmediği kesin.

Sonra, "moral cesaret". Genellikle şiddetten tiksinen kişiler. Sovyet bürokrasisinin gücüne karşı tek başına sesini yükselten Alexander Soljenitsin'i örnek veriyor bu bölümde.

"Sovyet polisi tarafından tutuklandığında hapse atıldı. Anlatılan hikâyeye göre soyulup bir idam mangasının önüne çıkarıldı. Polisin amacı onu psikolojik olarak susturamazlarsa ölümle korkutmaktı; mermileri kurusıkıydı. Daha sonra İsviçre'de sürgünde yaşayan Soljenitsin orada da hiç yılmadan ısrarcı tavrını sürdürüp benzeri eleştiriyi ülkelere yöneltiyor- mesela, demokrasinin radikal bir revizyona tâbi tutulmasının apaçık gerektiği noktalarda Amerika'yı eleştiriyor. Soljenitsin'in moral cesaretinde kişiler var oldukça 'robot insan'ın zaferinin henüz hakim olmadığından emin olabiliriz."

"...Korkaklığın günümüzdeki en hakim şekli 'karışmak istemedim' deyişinde gizlidir."

Sırada "toplumsal cesaret" var.

"Toplumsal cesaret diğer insani varlıklarla ilişkiye girme cesaretidir -kişinin anlamlı yakınlık kurma umuduyla tehlikeye atılabilme yetisi. Kişinin kendini, artan bir açıklığı talep eden bir ilişkiye, belli bir zaman süresi içinde yatırabilme cesaretidir."

"Tuhaf nedenlerle en çok önem taşıyan şeyleri paylaşmakta utangacız."

"Toplumsal cesaret, iki değişik tür korkunun yüz yüze gelmesini gerektirir. (...) İlki "yaşam korkusu". Bu, özerk-olarak-yaşama-korkusudur, kendini terk edilmiş bulmak korkusu, bir başkasına dayanma gereksinimi. (,,,) Bu korkunun tersi, "ölüm korkusu". Bu, diğeri tarafından tümden emilme korkusudur, kendi benliğini ve kendi özerkliğini yitirme korkusu, bağımsızlığının alınıp götürülmesi korkusu."

Albert Camus, Sürgün ve Krallık'ta bu iki zıt cesaret türünü anlatan bir hikâye yazmış. Sanatçı İşbaşında. Karısı ve çocukları için zorlukla ekmek parası bulabilen Parisli fakir bir ressamın hikâyesi. Sanatçı ölüm döşeğindeyken, en iyi dostu, ressamın üzerinde çalıştığı son tabloyu görür. Tablo, ortasında belirsiz biçimde, çok küçük harflerle yazılmış tek bir sözcük dışında henüz boştur. Bu sözcük "solitary" olabilir. Yalnız olma; kişinin olaylardan uzak durması, derinlerdeki benliğini dinlemesi için gerekli zihin huzurunu koruması. Tablodaki bu sözcük, "solidary" de olabilir. "Pazar yerinde yaşama"; dayanışma, katılma ya da Marx'ın deyişiyle "kitlelerle özdeşleşme". Rollo May şöyle bağlıyor verdiği bu örneği: "Karşıt da olsalar, tek başınalık da, dayanışma da, sanatçının sadece kendi çağı için anlamlı olmakla kalmayıp gelecek kuşaklara da seslenecek bir eser yaratması için esastır."

Kitabın kırk sekizinci sayfasında "cesaretin bir paradoksu" başlığına rastlıyoruz.
Bakın yazar ne diyor: "Her cesaret çeşidinde rastladığımız tuhaf bir karakteristik paradoks burada karşımıza çıkıyor. Ortadaki karşıtlık şudur: kendimizi bütün bir dolulukla adamalıyız ama aynı zamanda yanılıyor olabileceğimizin de farkında olmalıyız."
"Kendi tavırlarının doğruluğundan mutlak bir şekilde emin olduklarını iddia edenler tehlikelidir. Böylesine emin olma sadece dogmatizmin değil, yıkıcılıkta onu geçen kuzeni fanatizmin de özüdür."

Bu bölümü bakın nasıl toparlıyor:

"Kendini adama şüphe içermediği zaman değil, şüpheye 'rağmen' olduğunda en sağlıklıdır. Tamamıyla inanmak ve aynı zamanda şüpheleri olmak hiç de çelişkili değildir: Doğruya daha büyük bir saygı beslemek, doğrunun verili bir anda söylenen ya da yapılandan her zaman daha öteye gittiğinin farkında olmaktır. Doğru bu nedenle sonu gelmez bir süreçtir. Böylece Leibniz'e atfedilen ifadenin anlamını bilebiliriz: Eğer bir şey öğrenebileceksem en kötü düşmanımı dinlemek için yirmi mil yürürüm."

Ve nihayet "yaratıcı cesaret" başlığına geliyoruz. Rollo May anlatıyor:
"Her uğraş yaratıcı cesaret gerektirebilir ve gerektirir."
"Yaratıcı cesarete duyulan gereksinim, uğraşın geçirmekte olduğu değişimin derecesiyle doğru orantılı."

Bu bölüm diğerlerinden uzun. Yazar bu bölümde duvardaki tüfeği patlatıyor. Dirim-ölüm ilişkisi elbette. Hele Shakespeare'in altmış dördüncü sonesinden yaptığı alıntı ve vardığı çözümleme, alıntılanmaya değer:

Böylece yıkımlar bana düşünmeyi öğretti,
Zamanın gelip aşkımı götüreceğini.
Bu düşünce ölüm gibi, değiştiremez
Yalnızca ağlar, yitirmekten korktuğuna sahip olduğu için.

Rollo May: "...Sevdiğimiz her şey ölecek. Oysa insan olmanın özü budur, dönmekte olan bu gezegenin üzerinde varolmakta olduğumuz şu kısa anda, zamanın ve ölümün sonunda hepimizden hakkını alacağı gerçeğine karşın bazı insanları ve şeyleri sevebiliriz. Kısa an'ı uzatmayı arzulamak, ölümümüzü bir sene kadar daha ertelemek anlaşılabilir mutlaka. Ancak bu erteleme, duraklamaya ve sonunda savaşı yitirmeye bir bağlanmadır da.

Bununla birlikte, yaratıcı edim ile ölümümüzün ötesine ulaşabiliyoruz. Bu, yaratıcılığın böylesine önemli olmasının ve yaratıcılık ölüm ilişkisinin yüzleşmemiz gereken bir sorun oluşunun nedenidir."

"...deneyimin gerçekliğini karşılamak kuşkusuz bütün yaratıcılığın temelidir. Görev, 'ruhumun örsünde dövmek' olacak, örsünde akkor demiri bükerek insan yaşamı için değer taşıyan bir şey yapan demircinin görevi kadar çetin."

Bölüm şöyle bitiyor: "Hangi alanda olursak olalım, yeni dünyanın yapısını biçimlendirmeye yardım ediyor olmanın gerçekliğinde derin bir coşku buluruz. Bu, yaratıcı cesarettir, yaratılarımız ne kadar küçük ya da kazaen olsa da. O zaman Joyce'la birlikte 'Hoş geldin, Ey Yaşam!' diyebiliriz. Milyonuncu kez ruhumuzun örsünde soyumuzun yaratılmamış vicdanını dövmeye gidiyoruz."

Kitap, "yaratıcılığın doğası", "yaratıcılık ve bilinçdışı", yaratıcılık ve karşılaşma", "Delfi Kâhini: Bir terapist", "yaratıcılğın sınırları üzerine" ve "biçim tutkusu" bölümleriyle devam ediyor.

Yaratıcılık için tek tip beslenmenin sakıncalarını ayrımsamış reklamcı arkadaşlara bu kitabı edinmelerini öneririm. Mesleğimiz kadar kendimize de bakmak için.

Unutmadan, Rollo May'in 1975 yılında yazdığı bu kitap şu cümleyle başlıyor:
Bir çağ ölürken, yenisinin henüz doğmadığı bir zamanda yaşıyoruz.

Pazartesi, Mart 06, 2006

Hatice'nin durumu, sektörün neticesini de ortaya koyuyor. Burada, ortağım Öcal'ın da benim de neredeyse haftada en az bir genç insanı dinleyip elimizden geldiğince doğru yönlendirmeye çalıştığımız o kocaman kocaman zamanları düşününce, af buyurun "yuhhhh" diyorum. Kendime tabii, kimse üzerine alınmasın. Ne kadar bedava zamanlarınız var diyenlere de şöyle bir cevap veriyorum; hanımlar, beyler, el vermeyenden usta olmaz, şans vermeden sonuç görülmez.

Son günlerde, kadın olmamdan dolayı msn ismimi "Marko Sultan" yaptım, Öcal'ınki de "Marka Paşa". Artık anlayın gerisini.

Hatice Üzgül'den...

Haluk bey merhaba!

Oldukça yoğun olma ihtimalinizi düşünerek size seyrek mail atmayı planlamıştım fakat, "Reklam Yazarlarının Ortak Defteri"ni okuyunca...

Torpillilerden rahatsız olanları görünce...

Sektörde sizi bile tanımayanlarla ben de bizzat karşılaşınca...

Ben anlatayım da siz istemezseniz okumazsınız.

Ben bu sektöre girebilmek için tam 14 ay uğraştım. İlk 7 ay RYD'nin web sitesinden üye reklamcıların mail adresini
bularak onlarla temasa geçtim. İçlerinden gerçekten bana yardım etmeye çalışanlar da oldu, 'senden hayatta reklamcı olmaz, vazgeç!' diyenler de oldu.

:))) Herkes ilk olarak bana torpilim olup olmadığını sordu. Yoktu... Hiç olmadı. Portfolyo sordular; deneyim yoktu!
Ben de onlardan ödevler istedim. Bana brif verdiler. Brifleri elimden geldiğince iyi yaptım. Eksiklerimi söylediler, tamamladım.
Yavaş yavaş elimde prototip bir portfolyo ve bilgi birikimi oluşmaya başladı.

Oku dediler, okudum. Takip et dediler, takip ettim.

Yabancı sitelerde reklamlar araştırdım. Yerli reklamları inceledim. Sektörel dergileri ve kitapları hatmettim. Bana ne söylendiyse, hepsini yaptım.

Sonra gözlerinin içine baktım; "Ben reklamcı olmak istiyorum." dedim. "Bu sektöre girmeye çalışan binlerce kişi arasından sıyrılamazsın, vazgeç! TORPİLSİZ OLMAZ!" dediler.

Daha sonra kendime başka bir yol buldum. İlk 20 reklam ajansının ismini araştırdım. Kreatif direktörlerinin isimlerini ve mail
adreslerini buldum. !kinci 7 aylık periyot daha büyük mücadele gerektirdi.

(Uzun bir mail değil mi?) :))

2 ayda bir (!) onlara hazırladığım çalışmaları portfolyo, cv, cin fikir v.s. olarak gönderdim. Her gönderdiğim çalışmanın ardından bir mail gönderdim.

Arada beni "tanımak" için çağıranlar oldu, kimse bana bir şans vermedi.

Bu arada çok ilginç olaylarla karşılaştım! Nasıl söylerim bilmiyorum ama (ismini asla veremeyeceğim) bir bayan reklam yazarı
kendisinin "torpilsiz" nasıl reklamcı olabildiğini anlatınca, moralim iyice bozuldu:(((

Tek istediği bu mesleği adam akıllı öğrenmek olan bir reklamcı adayını fazlası ile hırpaladılar. Daha çok detaylar var ama boş verin!...

Geçenlerde birilerinin "genç yetenek olmadığından" yakındığını duydum.

İçim acıdı...

Bilmem anlatabiliyor muyum?

Balık, eğe üzerine limon sıkarsan ölür!

Ege'de, balık ustalarının bir sözü vardır; balık limonlanmaz, eğer üzerine limon sıkarsan, işte o zaman "ben ölmüşüm!" der. Gerçek balık lezzeti, üzerine limon sıkılmadan alınır.

Bana kalırsa - ki ben de balığa asla limon sıkmam - salt balık işi değil bu. Balık rakı olayında aslolan sohbettir. İşte o sohbete de limon sıkılmaz, adamı vururlar çünkü. İşte sohbetin ve balığın üzerine limon sıkmayan Egeliler'in yaklaşımı bu. Sayın Tekgündüz, sanırım sizin o taksici Egeli'ydi.

Pazar, Mart 05, 2006

Haluk Mesci’yi tanıyor musunuz?

Yanlış okumadınız. Gerçekten soruyorum tanıyor musunuz diye… Çünkü ustanın ismini hiç duymamış reklamcılar (?!) ve onların ikizleriyle dolu reklam ajansları. Hem neden şaşırıyorsunuz ki? Bu işle hiç alâkası yokken, akraba, eş, dost kaktırmasıyla işe giren insanlar yok mu sizin çalıştığınız yerlerde de?

Ben ilk karşılaştığımda çok şaşırmıştım. Haluk Mesci dedim, bön bön baktı suratıma biri, kim olduğunu anlatmaya çalıştım dilim döndüğünce, utanmadı bile öteki. Neden utansın ki? Arkası sağlam, sırtı yere gelmez nasılsa!

Ekşi Sözlük Mucizesi!

Sonra bana brif veriyor bu adam, yaptığım işi tartışıyor benimle! Tüm iyi niyetimle birkaç kitap öneriyorum onlara… Ekşi Sözlük mucizesi varken, o kitapları okumaya ne gerek var oysa? Okumadığını adım gibi biliyorum. Bir brif veriyor, satış fikri Ekşi Sözlük’ten aparma!

Markalar bu adamların elinde deneme yanılma tahtasına dönüyor. Dışarıda, bu işi gerçekten yapmak isteyen, reklamcılığa gönül vermiş yüzlerce genç işsiz kalıyor. Kimin yüzünden? Yeterince uğraşmıyorlar demeyin bana. Eşten dosttan sıra mı geliyor onlara?

Cumartesi, Mart 04, 2006

Önce Gözümüzdeki Mertek...

4 Mart 2005 Cumartesi günkü Hürriyet’te Mehmet Yılmaz’ın aşağıdaki yazısı yayımlandı. Okurdan gelen çok yerinde bir tepki ve İDO Halkla İlişkiler Birimi’nden gelen zırva bir savunma... Bir başka ilginç yan da, Mehmet Yılmaz'a gönderdiğim yazıda sözünü ettiğim aymazlık.

Kamu kuruluşuna İngilizce kurumsal kimlik

İSTANBUL'da deniz otobüslerinin işletmesini yürüten İDO, havayolu şirketlerininkine benzer bir "puan kartı" çıkaracağına açıkladı. Böylece deniz otobüsleriyle ulaşımı teşvik edecek bir ödüllendirme sistemi kurulmuş olacak.

Yararlı ve doğru bir çaba olduğu çok açık bu uygulamada kartın adı "Sea & Miles" olacakmış.

Bir Hürriyet okuyucusu yerel denizlerde, çoğunluğu Türk yolculara yönelik bu kartın adının neden İngilizce olduğunu merak etmiş ve bunu İDO'ya bir yazıyla sormuş. İDO Halkla İlişkiler Birimi, okuyucumuza şöyle bir yanıt vermiş:

"Sunulan bir hizmete isim konulurken önemli olan etken dikkat çekicilik olduğundan, isimlendirme esnasında buna dikkat edilmiştir. Söz konusu isimler uzun zaman önce konulmuş ve zamanla kurumsal kimlik kazanmış isimlerdir. Bu sebeple isimlerin değiştirilmesi düşünülmemektedir."

Bir kamu kuruluşunun kurumsal kimliğinin yabancı bir dille kazanılmış olduğuyla ilgili bu değerlendirme gerçekten ilgi çekici.İngilizce'nin bütün dünyada yerel diller üzerinde yarattığı tahribata bir kamu kuruluşunun kayıtsız kalması ise dilimiz açısından acı verici.

•••••

Sayın Mehmet Y. Yılmaz, 04.03.2005

Bugünkü “Kamu kuruluşuna İngilizce kurumsal kimlik” başlıklı yazınız için teşekkür ederim. Keşke dil konusundaki duyarlılığınızı daha sık gündeme getirseniz. Biliyorsunuz bu kuruluşun çıkardığı yayın organının adı da “Sea Life”...

Öylesine haklısınız ki, gerçekten İngilizce’nin bütün dünyada yerel diller üzerinde yarattığı tahribata bir kamu kuruluşunun kayıtsız kalması, dilimiz açısından acı verici. Bu konuda size katılmamak mümkün değil. Ancak, dil konusunda duyarlılığı yalnız kamu kurumlarından beklemek yeterli mi? Ya da dile karşı duyarlılığı, yalnızca yabancı sözcük kullanmaya indirgemek doğru mu? Alfabe ve yazım kuralları bu duyarlılığın dışında mı kalmalı?

Bir Türk gazetesinde, Türkçe okuyup yazanlarla iletişim içinde bulunan bir yazar olarak, köşe başlığınızdaki İngilizce “fax” sözcüğünü nasıl açıklayabilirsiniz? Bunca zamandır gözünüzden kaçtığını düşünmek mümkün olabilir mi? Bu konuda size daha önce de bir not gönderip, sizin de Fatih Altaylı gibi, faks sözcüğünü, alfabemizde bulunmayan “x” harfiyle İngilizce olarak yazdığınızı hatırlatmış, düzeltilmesini rica etmiştim. Ama hiçbir sonuç çıkmadı. Lütfen, kendi gözümüzdeki mertekle de ilgilenelim. Saygılarımla,

Şahin Tekgündüz

Bülent Şentay'ın sakladığı ibret belgesinin bir benzeri, devamı da benden çıktı : Yine TRT, tıklayınca büyüğünü göreceğiniz yazıyı yazmış reklam ajanslarına. Bugün artık ilginç olan iki şey var yazıda bence : 1) Hiçbir resmi işaret veya imza taşımıyor. 2) Zorlama denen sözcüklerin büyük bölümü günümüzde yerleşmişe benziyor.

Karşılığından 'andaç' olduğunu anladığımız sözcük, 'ahdaç' olarak yazılmış : Bu gözle de lütfen bakın, eğlenceli şeyler keşfedebilirsiniz.

Belgeyi Bülent Şentay'ın ilgili yazısına yorum olarak eklemek isterdim. Ama yoruma resim eklenmiyor sanırım.

Cuma, Mart 03, 2006

Balık ne zaman ölür?

Madem konuyu buralara getirdiniz, size masum bir sorum var:

Balık ne zaman ölür?

Bu soruyu bana yıllar önce bir taksi şoförü sordu ve ben yanıtlayamadım. Daha doğrusu yanıtlamaya çalıştım, ama attığım her adımda yaya kaldım. O taksi şoföründen yıllar sonra acımı çıkarmak için soruyu şimdi size soruyorum. Yanıtlayın bakalım. Bendeki doğru yanıtı en önce gönderene, insaf çerçevesinde birkaç arkadaşı da olmak üzere, balıklı bir yemek... (dilerse Haluk da dahil) Soru başlıkta. Yanıtlarınızı bekliyorum.

Birilerinin, burayı Çiçek Pasajı’na çevirdiniz, diye homurdandığını duyar gibiyim.

hava düzeliyor sanki?

aceleci ağaçlar gibi bir ara dökeceğim yapraklarımı sanırım, ama hava düzeliyor! mart istediği kadar baktırsın kapıdan, vız gelir... uyanmaya başlamışım...
yalnız içime bir kurt düştü... düzelen hava aklıma "rakı-balık" getirdi ama ben hiç rakı-balık yapmadım şimdiye kadar... neredeyse "toplanalım, yemek yiyelim" diyeceğim ama demiyorum...
bunun yerine bana görüntüsüyle, muhabbetleriyle, hatta mezeleriyle bir rakı-balık masası anlatsanız, hepimizin ağzı sulansa? bakarsınız yemek projesi bile kendiliğinden çıkar ortaya...

Çarşamba, Mart 01, 2006

Bir tane de benden...

Otuz dakika sonra dananın kuyruğu kopacak, biliyorum. Tam otuz dakika sonra... Ve ben kendimi körfezin karanlık sularına bırakıp, lezzetli bir balık yemeği olacağım. Yıllar önce sinemacılıktan tornistan yapıp da kapısını mecburen çaldığım bu mesleğin, benim için sonlanmasına tam otuz dakika kaldı, beni işten atacaklar bu kez. Bu sonu kendim hazırladım, biliyorum. Bir ay önce, bu sona gidişi kendi elimle başlattım.

Konkurları hiç sevmem, hele iş bilmez insanlar yapıyorsa...

Evet, konkurları hiç sevmem. Aslında o çok sevdiğimiz yaratım heyecanını yaşatması anlamında bizim dükkanda hâlâ sevenler var ama ben hiç sevmem. İşin olup olmayacağını, ne tür numaralar döndüğünü bilmeden beynimin yıpranmasını istemiyorum. Buna yeterince izin verildiğini düşünüyorum. İzmir'de konkur mantığı kirletildi çünkü. Üstelik çok ses getirmiş, "konkur" marifetiyle pek çok işi almış biri olarak böyle düşünüyorum. Tam bilginin bile nasıl verileceğini bilemeyen, hadi onu geçtim, daha ne istediğini bilmeyen insan doldu ortalık. Ne gerek? Ben o zamanı daha iyi değerlendiririm.

Ne kadar konkurseversiniz?

Bir reklam yazarı olarak meslektaşlarımın konkurlar hakkındaki görüşlerini merak ederim hep. Konkurları sevenler de var sevmeyenler de... Sevenlerden misiniz? Sevmeyenlerden misiniz?
Şu günlerde konkura hazırlanan var mı aramızda?