Pazar, Temmuz 29, 2007

Bir genç kızın hikayesi

Cumartesi günü sabaha karşı saat 3 civarı... Erhan Ali ve ben Üsküdar'da çınaraltında tavşankanı çaylarımızı yudumlarken her zamankinden farklı olarak bu sefer sektörden konuşuyoruz. Yan tarafımızda genç bir kız... 20-21 yaşlarında, saçları dağınık. Üstünde yanlamasına çizgili bir tişört hemen yan taburesine koyduğu yeşil, bacaklarına kadar sarkan bir çanta... Gecenin serinliğinde sıcacık mercimek çorbasını kaşıklıyor. Sohbetimizin bir de kulak misafiri var meğerse. Hoşgelmiş. Merakını ve dikkatini çekmiş olacağız ki, kız, pardon siz hangi ajanslarda çalışıyorsunuz acaba, diye meraklı bir ses tonuyla bize sesleniyor. Kulak misafirleri de tanrı misafirleridir, deyip çalıştığımız yerleri söylüyoruz kibarca... Radikal Gazetesi'nde staj yapacaktım ama olmadı, sonra bir reklam ajansına başvurdum( büyüklerden bir ajans)diyor.

Masamıza oturuyor. Çaylarımızı yudumlarken sohbet sohbeti açıyor. Bir Erhan Ali, bir ben sektörü anlatıyoruz meraklı gözlere ve kulaklara... Adı Zeynep. Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü 3. sınıf öğrencisi. Merakı, yanıbaşımızdaki daha tamamlanmayan Marmaray'ın içinden karşıdaki ajansların içine akıyor...

Soruyor ve çoğu soranların aksine sorduğu sorunun cevabını dinlemesini de biliyor.
Öğrenci haliyle, size çay ısmarlayayım mı, diye kibarca teklifte bulunuyor. Biz de, sen dur bu masada ısmarlaması gerekenler bizleriz, deyip teklifini kibarca geri çeviriyoruz.

Uzun uzun sohbet ediyoruz. Güneş yeryüzünü yeniden aydınlatacak ama genç, meraklı bir kızın aklı da güneşle birlikte aydınlanıyor. Yüzünden hayal ettiği mesleğin gerçeklerini, iyi yanlarını, kötü yanlarını, saçmalıklarını iki reklam yazarından dinlemenin verdiği mutluluğu okumak hiç de zor olmuyor...

Hesaplar ödeniyor, masadan kalkıyoruz.
Erhan'la ben karşı yola geçiyoruz. Zeynep de evine gitmek üzere taksiye biniyor. Ben eve yürüyelim, diyorum, Erhan, "Çok yorgunum taksiye binelim" diyor. Çünkü Üsküdar İskelesi'yle evim arasında 12 dakika 40 saniye mesafe var.
Erhan yorgun... Taksinin birisine durması için el sallıyoruz. Meğerse içinde bizim meraklı kız Zeynep var. O da taksinin arka camından bize el sallıyor, ona el salladığımızı düşünürek... Aklımızda mesleği merak ettiğimiz zamanlar, taksiye biniyoruz. Bir gece daha bitiyor...
İlk aşk, ilk kendi evine çıkmalar, ilk maaş, ilk meslek...

Zeynep bize insanın bir mesleğe başlamasının onun için ne kadar heyacanlı olduğunu hatırlıyor tekrar...

Cuma, Temmuz 27, 2007

İthaf

Koştuğunuz yollar ucu sivri, deniz kenarından taşınmış taşlarla dolu. Taşların ayaklarınıza batmasına aldırmak sizi siz yapmıyor. Yalnızlığı çaresizlik olarak gören sizler, zamanın yosunlara dolanmış çaresizliğini unutuyorsunuz. Evet, boğuluyorsunuz. Suyun üzerinde kalmak ise dibe batmaktan daha çok acı veriyor. Aşk, para, ün, bilgi, uçsuz bucaksız bir yetenek, aile ve ölüm... Bunlar sizi anlatmıyor. Anlattığını sanmak ise insan olduğunuza inandırıyor...
Çaresizlikler içinde kıvranırken mutsuzluğun yok edici mutluluğunu unutuyorsunuz. Unutamamak ise en acı vereni...

Yaşama bağlılığıyla gerçekten ölenlere, Martin Edenlere ithafımdır...

27.06.2007 20:21
Beşiktas İskelesi

Reklam yazarının içinde hayal, dışında hayat var…

Bölüm II/ Umut tükenirse…

22 Temmuz 2007, Pazar…
Bir dönüm noktası oldu benim için…
Geriye döndüm, baktım…
Çocukluğuma, hayallerime, oyunlarıma, rüyalarıma, amaçlarıma, yaptıklarıma, savaşıma, savaşlarıma, aşklarıma, kavgalarıma…
Sonra da geleceğime baktım.
Önümdeki belirsizlik bulutlarından geleceğimi göremedim.

Bir plan gerek.
Yeni bir hedef…
Yeni bir hayat…
Yeni bir savaş…
Uğruna kahrolunacak, yenilecek, kazanılacak yeni zaferler gerek.

Gerçekten istiyor muyum?
Ruhlarını paraya, şeytana, karanlığa satanlara daha fazla kazandırmak istiyor muyum?
Ne için tüketiyorum kendimi, birikimimi, kalemimi?
Ey Reklam Yazarlarının Ortak Defteri!
Söyle, ne için tüketiyorum gençliğimi, enerjimi?

Bu mesleği iyi, güzel, doğru bir şekilde yapabilmekti 17 yıllık hedefim.
Şimdi ne kaldı elimde?

Hikâyemi anlatsam size…
Dinler misiniz?

Ben Başak Kanat. Egeli bir ailenin iki çocuğundan küçük ve kız olanıyım. Yazıya, yazına ve yazmaya aşığım. Boğazıma düşkünüm. Hümanistim diyebilirim. En sevilmeyen insan için bile “ama aslında iyi biri” diye başlayan cümleler kurabilirim. Fikir sahibi olduğum her konuda konuşurum, hem de çoook konuşurum. Reklam yazarıyım. 1980 doğumluyum. Yani o, tartışmalara, sitemlere konu olan kuşaktanım.

İstanbul’a gelip reklamcı olmaya 10 yaşında karar verdim. Geldim. Oldum. Ama olurken çok zorlandım. Bu kadar zorlanacağımı ben dahil kimse tahmin edemezdi sanırım.

1997 yılında geldim İstanbul’a… Reklamcılık okumaya… Etrafımda hiçbir zaman bir reklamcı olmamıştı benim. Yol gösterenim yoktu. Kendi kendime yolumu bulmaya çalıştım. 1998’de küçük çaplı bir bunalım yaşadım. Çünkü tatmin olmuyordum. Büyük şeyler yapmak istiyordum. Dünyada bir iz bırakmak… Reklamcılık buna yetecek miydi bilmiyordum. Dersler çok hafif geliyordu. Ne de olsa üzerine fazla yükleme yapılmış bir çarpık eğitim sistemi çocuğuydum. Üniversite çok kolay geliyordu. Okula gitmemeye başladım. Yurttaki odama kapandım. Çok kitap okudum. Çok yazdım. Çok yaşadım. Okula sadece kütüphanesi ve bölümümden ya da başka bölümlerden, bana hakikaten bir şeyler katan hocaların dersleri için gittim. Bir de sınavlar, ödev, proje ve tez teslimleri için…

Nasıl staj yapacağımı bile bilemezken, bir gün gazetede bir ilan gördüm. İlan, Reklamcılık Vakfı’na aitti. Bir sınavın ilanıydı. Başlık “Benden reklamcı olur mu?” idi. Merak ettim, sınava girdim. Öğrendim ki olurmuş. Bizim okuldan bu sınavı kazanan iki kişiden biri olmuştum. Çocukluk işte… Çok sevindim. Reklamcılık Vakfı bana staj ayarlayacaktı. Benim uğraşmama gerek yoktu. Tatile, ailemin yanına gittim. Aylarca vakıftan haber bekledim. Onları aradım. Hem de defalarca! Ama staj yeri bir türlü bulunamıyordu. Eylül ayı gelmişti. Okulun açılmasına 1 ay kalmıştı. İzmir’deydim. Bir sabah tuhaf bir rüya gördüm. Annemin dediğine göre dolup taşan kısmetime işaret eden bir rüyaydı. Rüyam daha bitmeden cep telefonum çalmıştı. Arayan, vakıf çalışanlarından biriydi. Müjdeli bir haber için aramıştı. Bir ajans stajyer arıyordu. Ama müşteri ilişkilerine…

Türkiye, hâlâ büyük bir krizin izlerini taşıyordu. Bu zamanda staj yeri bulmak zordu. Hem benim için de iyi bir deneyim olurdu. Telefondaki ses tüm itirazlarıma rağmen böyle diyordu. Kabul ettim. Ve sevgili ülkemin bana uygun gördüğü 7 aylık cezayı çekmek üzere İstanbul’a hareket ettim. Ama umudum yine de büyüktü. Ben iyiydim. Aklım başımda, tıkır tıkır çalışıyordu. Okula gitmesem de başarılı bir öğrenciydim. Dünyaya kimsenin bakmadığı pencerelerden bakmayı başarıyordum. Hayatım boyunca çok yaratıcı ve yetenekli olduğumu duymuştum öğretmenlerim, arkadaşlarım ve ailemden… Başaracaktım… İnanıyordum.

Stajla aynı anda başladı şaşkınlıklarım... Acaba reklam ajanslarının hepsi böyle mi işliyordu? Reklamcı geçinenler bu kadar mı anlıyor ya da anlamıyorlardı yaptıkları işten? Bu kadar uzaklar mıydı dünyadaki gelişmelere? Çok şaşırdım. Defalarca…

Son senemdi okulda. Bir yandan sınavlar, projeler, bir yandan da tez stresi bastırmaya başlamıştı. Staj yaptığım yerden de artık bir şey almıyordum zaten. Ayrıldım. Türkiye’nin hatırı sayılır reklamcılarından bir hocam da bana iş teklif etmişti zaten. Okul bitince konuşacaktık. Her şey çok güzel olacaktı.

Üniversiteyi hiç de fena olmayan bir dereceyle, zorlanmadan bitirdim. Sene 2002’ydi. O, hatırı sayılır hocamla konuşmak için aylarca, defalarca uğraştım. Beceremedim. Ondan alabildiğim tek şey İngilizce bir referans mektubu oldu. Ve o mektup hiçbir işime yaramadı. O dönemde aşağıdaki şiiri yazdım:

Karşılama

Gerçek hayata hoş geldiniz küçük hanım...
Ne kadar da mağrursunuz...
Oysa boynunuzu eğmeyi,
Eğebilmeyi öğrenmek için
İçin...
İçin...
İçin için ağlamayı bilmeliydiniz.

Hoş geldiniz...
Hoş...
Hoşşafff....
“Üç tas has hoşaf” diyebilmeyi öğrenmeliydiniz.

Hoş geldiniz küçük hanım...
Nerelerdeydiniz?...
Gelemediniz....
Bekledik.
Bekledik..
Bekle...
Dikte ettirecektik hayatı...
Gelmek bilmediniz...
Bilemediniz...
Oysa tam zamanında gelmeliydiniz.

Nerelerdeydiniz küçük hanım?...
Gözümüz yollarda kaldı.
Gözümüz üstünüzde,
Gözümüz altınızda,
Sağınızda, solunuzda...
Gözümüz...
Göz...
İki gözümüz...
İki çeşme...
Üzgünüz........

İş aramaya, yolumu bulmaya, hayatımı kurmaya, hedefime ulaşmaya mecburdum. Hemen harekete geçtim. Ve Reklamcılar Derneği’nin İnternet sitesindeki tüm ajanslara bir mektupla birlikte, özgeçmişimi yolladım. Aradan 1 saat geçmemişti ki bir ajans tarafından arandım. Işığım geri gelmişti. Bu defa başaracaktım. Aynı gün görüşmeye gittim. Reklam yazarı olmak için başvurmuştum. Ama ajans patronu, beni ısrarla müşteri temsilcisi yapmaya çalışıyordu. 7 aylık deneyimim vardı, eh güzel de sayılırdım. Daha ne olacaktı ki?

Emin olamadım. Oradan ayrıldım. Daha sonra bir görüşme daha yapmak istedim. Sorularımı sordum, cevaplarımı aldım. Türkiye, hâlâ büyük bir krizin izlerini taşıyordu. Bu zamanda iş bulmak zordu. Hem benim için de iyi bir deneyim olurdu. Bu defa stajyer olmayacaktım. Büyüyünce kendi ajansımı kurmak istiyordum. İşin o tarafını daha iyi görmek için iyi bir deneyim olabilirdi.

İşe başladım. Çalışanlarına sürekli hakaret hatta küfür eden, günde 7 paket sigara içen, içi öfkeyle, dışı başarısızlıklarla dolu bir patronun yanında çalışmaya başladığımı anladığım anda oradan ayrıldım. Başka bir ajansa bu defa stratejik planlamacı olarak girdim. Reklam yazarı olmayı yine başaramamıştım. Halbuki yapabilirdim. İyi de yapabilirdim. Ama ne kadar iyi yapabileceğimi kimse merak etmiyordu.

Önceleri mutluydum. Gecemi gündüzüme katıyor, deli gibi çalışıyordum. İşimi gerçekten hakkını vererek yapmaktı tüm amacım. 80 sayfalık, 100 sayfalık araştırma raporlarını 5 günde hazırlıyor. Sokak sokak, dükkan dükkan dolaşıyor, insanlarla konuşuyor, anketler yapıyor, hem markayı hem de rakiplerini İnternette de dibine kadar araştırıyor, analizlerimi raporuma yazıyordum. Bunun yanında yeni kurulmakta olan stratejik planlama departmanının arşivleme işlerini de yapıyordum. İyi gidiyordum. Hem de çok iyi… Ama zaman içinde gördüm ki stratejik planlama direktörüm, bana iş görüşmesinde söylediği gibi omuz omuza çalışacağı bir planlamacı değil, onun toplantılarını takip edecek bir asistan arıyormuş. Bir gün kavga ettik. Ertesi gün işten ayrıldım. Üzerinde çalışmakta olduğum araştırmayı da masasına bırakarak.

Ne olmak istediğimi, ne yapacağımı biliyordum. Bir ajansa bu defa reklam yazarı olarak girmeyi başaracaktım. Kararlıydım. Derken… Sevgili Amerika sevgili Irak’a savaş açtı. Türkiye, bir krizin izlerini üzerinden henüz atamadan, bir yenisine giriyordu. Sene 2003’tü, ben de 23 olmuştum.

6 ay işsiz kaldım. Ağır bir depresyon geçirdim. Zar zor gitmeyi başardığım iş görüşmelerinden bana sadece stajyerlik teklifleri yağıyordu. Bense staj dönemini çoktan geçmiştim. O dönemlerde, tanıdık bir yayınevinin reklam çalışmalarına yardım ettim. Ama çalışmalarım karşılığında hiç para alamadım.

Nisan ayına yaklaşmıştık. “Network” mensubu, muteber reklam ajanslarımızdan birinin stratejik planlama ajansından büyük bir stajyerlik teklifi aldım! Boş durmaktan köreleceğime, gidip bir şeyler yapayım dedim. En azından yol ve yemeğe para vermeyecektim. Gittim. 1 aylık stajım dolduktan sonra 1 ay daha kalmamı istediler. Orada çok büyük övgüler aldım. Kendime geldim. Ama aklımda da, gönlümde de hâlâ reklam yazarlığı vardı. Haziran ayı gelmiş çatmıştı. 23,5 yaşındaydım.

Bir gün telefonum çaldı. Yine “network” mensubu, o zamanlar fikir fabrikası sandığım, sonradan yolsuzluk ve haksızlık fabrikası olduğunu anlayacağım bir reklam ajansından arıyorlardı. Daha doğrusu onun altındaki ajanslardan birinden. Beni reklam yazarlığı pozisyonu için görüşmeye çağırıyorlardı! Çok afedersiniz, topuklarım kaba etlerime vura vura görüşmeye gittim.

Elimde hiçbir şey yoktu. Reklam yazarı değildim, hiç olmamıştım. Ama özgeçmişim ve mektubum etkileyiciydi. Karşımdaki hanımefendi böyle diyordu. Biraz konuştuk. Sonra beni nasıl değerlendireceğini bilemediğini söyledi. Benden iyi elektrik almıştı, ama işe alınırsam ajansın tek yazarı olacağım için emin olamıyordu. O güne kadar çalışmış olduğum müşterilerden birini seçti. Ve “Reklam yazarı olsaydın, onun için nasıl bir şey yapardın” diye sordu. Ben de derin bir nefes alıp, elimde bir brif olmadan, böyle pat diye, hem de bir iş görüşmesi sırasında bu sorusuna cevap veremeyeceğimi söyledim. “Siz olsaydınız cevap verebilir miydiniz?” diye sordum. Düşündü ve haklı olduğuma, sorduğu sorunun çok kazık olduğuna karar verdi.

Bana hemen oracıkta bir brif verdi. Ve istersem bu brife evde çalışabileceğimi, 1 hafta içinde fikirlerimi onunla paylaşabileceğimi söyledi. Benim yüzüm buruştu. Anladı. Toplantı odasını gösterdi. Orada çalışabilirdim. O gün toplantı yoktu. Kabul ettim. Odaya girdim ve 15 dakika içinde elimde bir sürü fikirle geri döndüm. Gözleri parlamıştı. Teşekkür etti. Beni arayacaklarını söyledi.

Sözünün eriydi. 16 Haziran’da görüşmeye gittim, 17’sinde kabul edildim, 18’inde işe başladım. Çok mutluydum. Hem en çok sevdiğim işi yapıyordum hem de üstüne para alıyordum! Kendi kendime “Bu büyükleri anlamak çok zor” dedim. ;)

Çok çalıştım. Hem de çoook! Bana işi öğretecek, yol gösterecek bir reklam yazarı yoktu etrafımda. Bir kreatif direktör de… Ama bana çok güvenen, her konuda fikrimi alan, bana inanan bir patronum vardı. Ona iş görüşmesinde söylemiştim. Etrafımda bana inanan sadece bir kişi olması yeterliydi. Her şeyi başarabilirdim. Bana inanan bir kişiyle yola çıktım, çok kişiyle yoluma devam ettim. Çok iyi dostlar kazandım. 2,5 sene boyunca tek kalem çalıştım. Tam başarmıştık, düzlüğe çıkmıştık ki, filler çimenleri ezdi.

İşsizdim. 25. yaşımın son demlerindeydim. Ama bu defa kendime güveniyordum. İyi kötü, az çok deneyim sahibiydim. Deneyimimin ajans patronlarına, kreatif direktörlerine yetersiz geleceğini bilemezdim. Kristal Elma sahibi değilseniz, çalıştığınız, belki de herkesten çok emek verdiğiniz projenin önce Altın Pusula, sonra da Effie ile taçlandırılmış olmasının kimse için bir önemi yoktu. Kazanımlarınızın, öğrendiklerinizin, çabalarınızın, hayallerinizin, mesleğinize sevginizin de… Söylediklerine göre çizgi üstüm yetersizdi, 2,5 yıl boyunca birlikte çalıştığım art direktörüm berbart direktördü, “genius” sayılabilecek fikirlerime de bana da yazık olmuştu. Ben reklamcı olmak için doğmuştum, bu her halimden belliydi. Ama deneyimim, o deneyim dedikleri şey de nasıl ölçülüyorsa, yetersizdi. Bir gün birine bir arkadaşımın hep söylediği, çok sevdiğim bir lafı söyledim: “Hiçbir şey yapmış olmam gerekmiyor, büyük bir şey yapmak için”. Karşımdakinin utancını görmem bana yetti.

Bu cümleyi sarf ettikten çok değil, 2 hafta sonra başka bir ajansta işe başladım. Güzel gidiyordu. İşlerim çizgi üstüne çıkmaya başlamıştı. Mutluydum. Ama yalnızdım. Hâlâ bana yol gösterebilecek, deneyimli bir yazar yoktu çalıştığım ajansta… 6 ay geçti… Ayrılmayı düşünmeye başlamıştım ki, hayal ettiğimden de daha iyi bir yazar, daha iyi bir reklamcı, daha iyi bir kreatif direktör transfer edildi ajansa. Çok heyecanlandım. Çok mutlu oldum. Kaldım. 3 ay dayanabildi. 3 ayda ondan çok şey öğrendim. İşime tekrar dört elle sarıldım. Yalnızlık hissinden kurtuldum. Gittiğinde yıkıldım. Planlarım alt üst olmuştu. Bu kadar çabuk gideceğini öngörmemiştim. O gittikten sonra işler de kötü gitmeye başladı. Her şey çok yüzeysel yapılıyordu. Mesleğimi yapamadığımı hissediyordum. Çünkü benim için, yapılan bir işin doğruluğundan, yapılabileceğin en iyisi olduğundan emin olamamak, yalapşap çalışmak demek, o işi yapamamak demekti. Ve maalesef durum böyleydi…

Bugün ne mi düşünüyorum? Bu işin bu ülkede iyi yapılmadığını… Yapılacağına dair umudum var mı? Bilmem. Artık düşünmek istemiyorum. Belki de enerjimi dünyaya, insanlığa daha faydalı olacağım işlerde harcamalıyım. Ve daha faydalı olacağım, olmama izin verilecek topraklarda… Belki de bu kafesten çıkmalıyım. Zor. Biliyorum. Uluslararası yardım kuruluşlarında, sivil toplum örgütlerinde gönüllü çalışabilmek bile çok zor bir Türk için. Kendi ülkem? Ülkemin benim olduğuna bile inanmıyorum ki artık. Meğer ben bu topraklarda yaşayan bir azınlığın parçasıymışım. Görmezden gelmişim ya da görememişim, belki de bugüne kadar buna inanmak istememişim. Doğduğum günden beri sindirilmişim, susturulmuşum. Ve nasıl olduysa, azınlık olduğumu görememişim.

Bugün, umudumun, inancımın tükendiği yerde, yeni hayatımın nasıl olacağını planlamaya çalışıyorum. Belki de hiç plan yapmamalıyım bu defa. Her şeyimle bir bilinmeze dalmalıyım. Kim bilir belki de böylesi daha iyidir. Nasılsa yarın ne olacağımız belli değil.

Burada yazdıklarım hâlâ yetmiyor sanki hayallerimi, bir zamanlar ne kadar umutlu olduğumu ve ardından yaşadığım hayal kırıklığını, yenilgiyi anlatmaya… Belki buradakiler anlatır:
http://ortakdefter.blogspot.com/2005/05/reklam-yazarnn-iinde-hayal-dnda-hayat.html#comments
http://ortakdefter.blogspot.com/2006/04/4-nisan-2006-referans-gazetesi-yazar.html#comments

NOT: Yazımda, bana, tanıştığımız 2005 yılından bu yana umut veren, “Türk Reklam Camiasına” bakışımı değiştiren, dünyada ve bu sektörde hâlâ böyle insanlar varmış dedirten Haluk Mesci’den hiç bahsetmediğimi fark ettim. Ama o bölümleri anlatabilmem için en az bir bu kadar daha yazmam lazımdı... Defter sakinlerine acıdım. :) Sana buradan bir kez daha teşekkür ediyorum Haluk Abi! İyi ki varsın!

Çarşamba, Temmuz 25, 2007

Livaneli açıkladı...

Livaneli'nin açıklamasının bulunduğu kaynak:

http://www.ntv.com.tr/news/415149.asp

Salı, Temmuz 24, 2007

Uzun bir aradan sonra tekrar Ortak Defter'e yazmak güzel.

Aklımı kurcalayan ve ne taraftan bakacağımı bilemediğim bir haberle karşılaştım ve sizinle bu haberi paylaşmak daha da önemlisi yorumlarınızı almak istedim.
Haberi olduğu gibi alıntıladım. Aşağıda görebilirsiniz. Mediathink sitesinde yayınlandı. En sona linkini de koyuverdim.

Bu haberin doğruluğunu kestirememekle birlikte, ilk düşündüğüm şey, şu ateş ve duman meselesi oldu. Burada cayır cayır bir durum da söz konusu olabilir ya da ben sıcaklardan fazla etkilenmiş olabilirim. Her neyse. Yazıdan önce düşündüklerimi yazmak akış açısından doğru değil ama kendimi anlatabilmem için doğru. Dedim ki:

1- Danışıklı döğüş olabilir.
2- %1 sanıldığı kadar az bir rakam olmayabilir. (Banka olunca... Trilyonlar, hani çil çil trilyonlar... Pardon. Artık milyonlar demek lazım.)
3- Eskiden kalma bir husumetin kırıntıları bu yazıyı bu kadar provakatör (kelimenin Türkçesi var mı, kışkırtıcı doğru olur muydu acaba?) hale getirdi? Çünkü belli ki yazı süreç içinde olan biri tarafından yazılmış ve önümüze rumuzla konulmuş.
4- "Sektörümüzün akçapakçasteril bir yer olmadığını kaç kez bize söylediler, gözlerimizle gördüğümüz de oldu, eh artık biliyoruz ama geleceğe dair umut dolup düşünmek, üretmek istiyoruz." diyelim. Dedik. Yine de orijinal fikir gerçekten telif ödemeden-sorulmadan alınıp yapıldıysa, vay benim umutlarımın haline.
5- Reklam ajansı ile prodüksiyon firması arasındaki 10 farkı sayarsam 100 puan alacağım.
6- Art Grup'la ilgili daha önce bazı kötü haberler duymuştum. Onlar da provakatif kimselerden aldığım duyumlardı. O zaman İnsan Kaynakları konusunda bazı usulsüzlüklerden bahsediliyordu. Yazıyı okuyunca o havadisleri de hatırladım ama yine de bu yeni konuya karşı objektif olmaya çalıştım.

Kafası karışıkken objektif olduğunu iddia eden bir yazardan daha sıkıcı ne olabilir? Sizi anlıyorum.

Şimdi, düşündüklerimi amacıma hizmet etmek için (!) yazıdan evvel koyduğum için önce özür diliyorum. Sonrasında bu haberi sizlere soruyorum. Bileniniz vardır, yorum yapmak isteyeniniz de. Bilemedim aklımın terazisinde ne ağır bassın. Hem iyice araştırmadan kimseyi yargılamamak lazım ya hani... Büyüklerimizden öyle öğrendik (mi acaba).

Saygılar...

Buyurunuz, yorumlu haberimiz:



Ziraat Bankası konkuru... Vay vay vay! Skandala bak..

Yakın zamanda sonuçlanan Ziraat Bankası konkuru cevap bekleyen sorularıyla orta yerde duruyor. Bugün gelinen nokta bir sonuç, ama aslında çok büyük bir skandal...
Aslında bu konuyu iyi anlamak için yıllar öncesine gitmek gerekiyor.
Aşağı yukarı dört yıl önce Ziraat Bankası, o zamanlar çalıştığı ajans olan Mass’a 140. yıl filmi ısmarlıyor. Ama bütçe çok kısıtlı ve ajans bu kadarcık bütçeyle bu iş zor diyor. Ve iş donduruluyor.
Aradan iki yıl geçiyor 142. yıl için yine bir film düşünülüyor, yine aynı ajansa başvuruluyor, ama bu sefer bütçe biraz daha iyice...
Neyse ajans işi alıyor, bir konsept geliştiriyor. Sunumunu yapıyor.
Fikir iyi, iş beğeniliyor; hatta bundan bir de reklam filmi çıkarılması isteniyor ve üzerinde çalışılıyor, bütçesine kadar hazırlanıyor.
Ama gelgelelim, bir türlü çekilemiyor film, çünkü Ziraat Bankası sessizliğe gömülüyor.
Evet, hikayenin başlangıcı bu. Bunda ne var, bunlar hep olup biten şeyler diyebilirsiniz.
Şimdi sıkı durun.
Geçenlerde sonuçlanan konkuru kim kazanmıştı? Art Grup...
Evet, konkuru Art Grup’un kazandığı açıklanıyor. Ama baktığınızda ajansın kazanmasında esas sebebin talep edilen komisyon oranı olduğu görülüyor. Rakam ne, biliyor musunuz? Yüzde bir! Evet, yanlış duymadınız; yüzde bir.
Nerelerden nerelere geldi şu reklam sektörü... Yüzde yirmi beş, yüzde on yedi virgül altmış beş, derken yüzde on, yüzde yedi , üç ve bir... Acaba artık reklamcılık derken “Reklam” ve “cılık” hecelerini ayırarak mı telaffuz etsek.
Rekabetin bu kadarına da pes doğrusu!
Eh, alan memnun, satan memnun denebilir. Bize de hayırlı olsun demek düşüyor...
Ama, iş bununla kalmıyor ki...
Hadi komisyon oranı bir tercih diyelim, ama sırada öyle çarpıcı bir olay var ki!
Ve bu olay bizim hikayemizle yakından ilgili.
Vizyona bir reklam filmi giriyor. Daha doğrusu bir lokomotif!
Lokomotif seyir halinde, geçtiği her yere mesajlarını bırakıyor, Ziraat Bankası’nı Türkiye’nin lokomotifi olarak sunuyor.
O lokomotif, daha doğrusu o film “Türkiye’nin lokomotifi” sloganına kadar tamamen Mass ajansın iki yıl kadar önce Ziraat Bankası’na sunduğu konseptin filmi...
Hani yazımızın girişinde anlattığımız hikayede bahsettiğimiz film...
Ne o? Kalakaldınız değil mi?
Mass ajans tarafından sunulan senaryonun story board’u ile oynayan filmin arasında en fazla bir iki kare fark var. Yani tıpa tıp aynısı.
Şimdi;Bu senaryoyu verip bu filmi çek diyen banka mı sorumlu... Yoksa bunu kabul eden ve çeken ajans mı? Ve acaba Mass ajansın bu durumdan haberi var mı? Banka Art Grup’a bu filmin siparişini verirken durumu açıklamış mıdır? Ajans bunu bilerek kabul mu etmiştir? Yoksa zorunlu mu kalmıştır?
Ve şimdi ne olacaktır? Art Grup bu durumu kendi işi olarak kabullenecek midir? Yoksa Mass’a bir telif ödeyecek midir? Veya Ziraat Bankası bir ödeme yapmayı düşünmekte midir? Bunlar gibi o kadar çok soru var ki sorulabilecek...
Özetle bir ahlak problemi var ortada.
Bu lokomotif sektörün ortasına pis kokan dumanıyla girmiştir.
Artık çıkarmak yetkililere düşüyor...
Yoksa hakikaten sektör “cılık”laşacak...


http://www.mediathinkonline.com/yazidetay.php?id=226

Cumartesi, Temmuz 21, 2007

Sana enerji vermeyecek hiç kimseyle birlikte olma

Doğma büyüme Ankaralıyım. 18 yaşında İstanbul'a göç edene kadar yıllarca tek adama tıraş oldum, tek adama göz muayenesine gittim. Tatil dönüşü uğradığım memleketimde, beni doğumumdan beri tanıyan berberimin de kapısını çaldım. Saçımı yüzlerce kez kesmiş olan adama hayatımda ilk kez "Ahmet Abi şu sakalları bir kısaltalım mı?" demek için. Çayımın son yudumunu alıp, Gündüz Hoca'ya doğru koşar adım yürümeye başladım. Göz doktorum Gündüz Güven. Her ziyaretimde aynı babacanlık, aynı güleryüzle beni karşılayan o asabi görünüşlü, orta yaşlı, tatlı adam. Hocam hocam diye etrafında gezinenlere, kafasını hafifçe eğerek gözlüklerinin üzerinden muzurca bakan, hafif çatallı ses tonuyla kaliteli yaşam için öğüt vermekten asla usanmayan adam. Al Pacino karizmasını, mütevazı kişiliğine yedirmeyi başaran adam. Yoktu artık. Amansız bir hastalık erken almıştı onu aramızdan. Hem de aylar önce. Hastane yatağında haftalarca savaşmış ama tahminimce o muzur gülümsemesini kaybetmeden göçüp gitmişti aramızdan. Aynı gün farkettim ki bir başka Can, Can Dündar da onun hastasıymış. Sanal alemlerde yaptığım ufak bir araştırmayla, Dündar'ın yıllar önce Hoca hakkında yazdığı bir yazıya ulaştım.

Sabah sol gözümde bir ağrı ve biraz kanla uyandım. Öğleden sonra soluğu doktorda aldım. Dünya tatlısı bir doktor, ilk bakışta çözdü derdimi; Direnç kaybına bağlı iltihaplanma! "Sorun gözünde değil aslında..." dedi doktorum "...baktığın yerde... Hep karanlığa bakmaktan feri sönmüş gözlerinin. Yılgın düşmüşsün. Yorgunluk mikrobu seni gözünden vurmuş." Bu teşhisin ardından öyle bir reçete yazdı ki dostlar başına: "Pozitif düşüneceksin. Hayata sımsıkı sarılacaksın. İşinden kafanı kaldırıp sevdiklerinle vakit geçireceksin. Kendine yeni heyecanlar yarat. Sev ki hücrelerin yenilensin. Sana enerji vermeyecek hiç kimseyle birlikte olma."

Nur içinde yat Gündüz Hocam. Yazdığın reçeteler, hekimlikteki ustalığın ve en önemlisi de hiç eksilmeyen güleryüzün için çok teşekkürler. Ve evet, fırsat buldukça eşofmanları kafama kadar geçirip, terden sırılsıklam olana kadar koşuyorum. Tıpkı söylediğin gibi.

Perşembe, Temmuz 19, 2007

Adaylara son kıyağım




Sevgili okuyucular, gelecek pazar günü seçim var. Bu hafta adaylara son kıyağımı yapıyor ve Türkiye'yi bölme misyonuna sahip DTP'liler dışında hepsine başarılar diliyorum.

Giyiminize dikkat edin
Efendim, politikada geçerli olan kıyafet, koyu renk -tercihan lâcivert- takım elbise, beyaz gömlek ve kravattır. Sakın ola ki, halktan yana görüneceğim diye mahallî kıyafetlere heves etmeyiniz. Meselâ, başınızda kasket, üzerinizde yelek, şalvar, ayağınızda çarıkla filân ortalıkta dolaşmaya kalkmayınız. Sonra, hem çok gülünç duruma düşer, hem de halkı hafife almış olursunuz.
Bir de bazı sosyetik çevrelerde giyim merakı vardır. Adam, üzerine bir tişort geçirir, altına da bir blucin giyer; spor ayakkabısıyla arz-ı endam ediverir. Adayın bu şekilde sığır çobanı (cowboy) kıyafetiyle dolaşması da pek doğru olmayacaktır.
Giyim konusundaki son tavsiyem: Aman, siz siz olun da sakın dar pantolonlar giymeyin!.. Bir defasında aday olarak yaptığım bir aşiret ziyaretinde, Fırat kenarında yer sofraları kurulmuş; ben diyeyim yüz metre, siz deyin ikiyüz metre... Etrafında yüzlerce kişi sıralanmış beni bekliyor. Bendeniz, aşiret reisi ile kucaklaştıktan sonra sofranın başına geçip bağdaş kuruverdim. Gene lâcileri giymişim ki, elbisem aday olduğumu bas bas bağırıyor. Lâkin pantolonum çok dar... Neyse efendim, bizim Gaziantep'in meşhur kuzu etli frig (bir nevi buğday) pilavını da gövdeye indirip kalkmaya çalışırken olanlar oldu. Benim daracık pantolonum, taşıdığı bir kazan frig pilavına isyan edercesine büyük bir gürültüyle tam ortasından patlamaz mı?.. Şaşkınlıkla bakakalan partililere, 'Yanlış anlamayın, sadece pantolonum söküldü' dediğimi hatırlıyorum.
Daha sonra köylüler tarih düşürmüşler; 'Hasan Celâl Bey'in pantolonu patladıktan iki sene sonra' filan diye hâlâ konuşup duruyorlarmış.

Kendinizi iyi takdim edin
Efendim, adayın halka takdimi ve tanıtımı çok önemlidir. Bu konuda mübalağa ederseniz feci şekilde tiye alınırsınız. Demirel'in 'barajlar kralı', Ecevit 'in 'Karaoğlan', Türkeş'in 'Başbuğ' şeklinde takdimi bir dereceye kadar halk tarafından benimsendi. Ancak, Tansu Hanım'ın 'ana, bacı' edebiyatı, Demirel'in 'baba' âvâzesi gibi kabak tadı verdi. Kendinizi olduğunuzdan fazla göstermeye çalışmayın; yoksa alaya alınırsınız. Bir de takdim konusunda ciddî olmaya çalışın.
Bir seçim gezisinde, rahmetli dostum Erkal Zenger, Özal'ın takdimini yapıyor. Bir ara sıkıldı; yeni bir şeyler söylemek istedi. Köşedeki karpuzcuya gözü ilişince bağırmaya başladı: 'Koş vatandaş koş! Kasabaya Özal geldi!' Yakasına yapışıp 'Ulan! Karpuz mu satıyorsun?..' diye bağırdığımı hatırlıyorum.
Zenger bana çok içerlemiş. Özal ile birlikte Gaziantep'in Yavuzeli ilçesine gittiğimizde otobüsün üstünde beni şöyle takdim etti: 'Otobüsümüz Man dizel, adayımız Hasan Celâl Güzel!' Yavuzeli'li hemşehrilerimin gülmekten nasıl altlarına kaçırdığını tahmin edersiniz...

Sloganlarınızı iyi seçin
Efendim, partilerin ve adayların, seçime yönelik akılda kalıcı sloganlara ihtiyacı vardır ve her seferinde de bulunur bu sloganlar... Eline limonları toplayıp şapır şupur sıkarak halk arasında dolaşanlar mı ararsınız; birer süpürge edinip sırıta sırıta ortalığı süpürenler mi?.. Adayların bulduğu seçim sloganlarını, memur sendikaları bile akıl edemez. Şimdi bir de elinde iple dolaşanlar çıktı.
Benim fukara uğur böcekli partim de bir zamanlar 'Dürüstlük ve Fazilet Mücadelesi' sloganıyla ortaya çıkmıştı. Parti binalarının kapısına 'Bu kapıdan hırsızlar giremez!' yazmıştık. Ne oldu biliyor musunuz? O kapıdan içeriye kimsecikler girmedi. Pardon! Cem Uzan, delegeleri ve cümle ilgilileri satın alarak pencereden girdi ve 'malı' götürdü. Biz de arkasından baka kaldık.
Bu sloganlarla sekiz sene gece gündüz çalışıp yüzde 0.3 oy alabildik. Herifçioğlu, köfte, döner, cep telefonu dağıtıp göbek attırarak üç ayda yüzde 7.3 oyu kapıverdi. Ben meydanlarda, dökülen seçim otobüsümle oy isterken vatandaş, 'Kendine faydası yok, bize ne yararı olacak?' derdi. Cem Uzan için ise 'Amerikalıları bile dolandırmış ya, bu adamda iş varmış' dediler.

Gösteriş çok önemlidir
Külüstür seçim otobüsüm dedim de aklıma geldi. Aman, seçim otobüsünüze ve ses cihazınıza dikkat edin. Yoksa, benim gibi yarı yolda kalırsınız.
Gene Doğu-Güneydoğu'daki bitmez tükenmez seyahatlerimizden birisindeyim. Bizim fakir uğur böcekleri 25 yaşındaki ihtiyar seçim otobüsümüze bozuk bir ses cihazı yerleştirebilmişler. Lâfın yarısı duyulmuyor. Erzurum'un Horasan ilçesinde meydan mitingi yapıyoruz. O zaman YDP'nin ana sloganlarından biri 'Hırsız hırsızdan hesap soramaz!' idi. Hesabı ancak biz sorarız demeye çalışıyorum. Hoparlörden sadece kelimenin ilk hecesi olan 'Hır' çıkıyor, 'sız' çıkmıyor. Horasanlılar, karşılarında hır hır diye 'hırlayan' bir genel başkan görünce yerlere yatıp yıkıla yıkıla gülmeye başladılar. Ben de çaresiz, otobüsün üzerinde elimde mikrofonla tesisatçıyı kovalamaya başladım. Sonra şövalyece bir tavırla mikrofonu atıp Hamiyet Yüceses gibi mikrofonsuz konuştum ama Hasankale'ye geldiğimde sesim Mehmet Ağar'ınkine benzemişti.
Horasan'da benim tonton Kürtlerimin, 'Sen çok yaşa beğim, Allah seni de güldürsün' diye bana sarılmaları gözümün önünden gitmiyor.
Bizim halkımız pek hoştur.
Hem asılan afiş ve bayraklardan, anons arabalarından şikâyet ederler; hem de bunları dikkatle inceleyip 'Falanca parti burada güçlü değil galiba; baksanıza afişleri yok' derler. Bunun için gösterişi asla ihmal etmeyin.

'Senin niyetin bozuk!..'
Seçim yazısı yazılır da hiç Tansu Ablamız'dan söz etmemek olur mu? Efendim, bir defasında Tansu Hanım, Gaziantep'te miting yapacak. O esnada miting meydanının üstünde güvenlik için polis helikopterleri dolaşıyor. Bundan ilham alan Tansu Ablamız da sözlerine şöyle başlıyor: 'Ey, üzerinde helikopterler dolaşan Gaziantep halkı!..' Seni özledik Tansu Abla! Seçimden sonra DP'nin başına gel de neşemizi bulalım...
Tansu Hanım dedim de aklıma geldi. Kırklareli'nin Vize ilçesinde elense çekerek öpüşüyorum. Çifte zurnalar, Mehter'deki mekkâreler gibi ortalığı inletiyor: 'Ey gaziler yol göründü'. Ben de coşarak bütün Vizelileri elense çekip öptükten sonra, böyle coşkulu zamanlarda yaptığım gibi meydan okuyup şakalaşarak 'Ey Vizeliler, parti genel başkanlarını güreştirin, kim yenerse Türkiye'yi o idare etsin' dedim. Yediği sert elense ile kendinden geçmiş yaşlı bir Vizeli göçmen, ensesini uğuşturarak o tatlı şivesiyle, 'Oş dersin be Asan Celâl Agam da, senin niyetin kötü. Sen bizim Tansu Anımla güreş etme peşindesin' demez mi? Hayatımda böyle utandığımı hatırlamıyorum. Herkes kahkahalarla gülerken, 'Onun da kocası gelsin güreşelim' filân dedim ama bir daha hiçbir yerde aynı espriyi yapmaya cesaret edemedim.

Ah hocam ah!
Bugünlerde Erbakan Hoca, laikçi TV'lerin bülbülü hâline geldi. Eski arkadaşlarına olmadık laflar ediyor.
28 Şubat'tan sonra Konya'ya gitmiştim. Saatlerce halk arasında dolaştıktan sonra akşam Kon TV'de canlı program yapıyoruz. Derken seyircilerden birisi beni eleştirerek 'Bugün niye kadınlarla el sıkıştınız?' diye sordu. Ben bu lüzumsuz soruyu geçiştirmeye çalıştım ama Hoca'nın adamları birbiri arkasından aynı soruyu sormaya başlayınca içerleyerek dedim ki; 'Bakın, bu akşam haberlerde hep beraber seyrettik. Erbakan Hoca, Tansu Hanım'ı ziyarete gitmişti.
Uzun uzun sandviç yaparak el sıkıştılar. Şimdi cevap verin bakalım; ya bu iş günah değil; ya Tansu Hanım kadın değil; ya da sizin Hocanız erkek değil...' Tahmin edeceğiniz gibi, bu cevabım üzerine sorular bıçakla kesilir gibi kesiliverdi.
İyi pazarlar, iyi seçimler...

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=226964

Salı, Temmuz 17, 2007

Portakal kokmak iyi bir şey midir? Ayrıca su geçirmeyen bir kumaş (ipek de olsa) hava da geçirmez sanırım. İlginç bir çalışma olduğunu düşünüyorum.

(Kışın da çilek kokulusu çıkar bunun, mevsim özlemlerini bir birlerini koklaya koklaya giderirler artık...)

Pazar, Temmuz 15, 2007

Cumartesiden pazara

Ortak defterle karşılaştığımız bir an daha. Şu anda sevişen 2-3 milyon İstanbullu'nun tersine sesiz bir akşam. Saat üçü biraz geçmiş. Sehbada boş bir efes şişesi. Reklam olmasın, patatesi en ince kızartabilen markanın cipsini tırtıklıyorum. Hava artık tartışmaya açık mevsim normallerinin biraz üzerinde ve dedemin aslında o kadar da eski olmayan halısının üzerinde birkaç TV spotu müsveddesi. Yaş 27.90. Bu sektörde yolun yarısı.

Cuma, Temmuz 13, 2007

Kristal Elma sektör ve jüri oylamaları açıklandı


“19’uncusu düzenlenen Kristal Elma ödülleri 27 Haziran Perşembe günü Park Orman’da düzenlenen törenle sahiplerini buldu.”
Böyle başlıyordu haber Marketing Türkiye, Kristal Elma’da TBWA\Istanbul ağırlığı hissedildi başlığıyla haberi 28.06.2007 tarihinde internet sitesinde yayına soktuğunda.
09.43’de ilk eleştiri ziyaretçi yorumları bölümüne düşmüştü. O gün 23.09 itibarıyla yapılan son yorum, aynı zamanda 150. yorum olmuş. Bir sonraki gün yapılan 126 yorum ile iki günde toplam 276 yorum yazılmış. Bugün toplam yorum sayısı 289 ve son yorum 7 Temmuz’da yapılmış.
Yani 2 gün içinde reklamcılar parlamış ve ardından sönmüşler. Sadece 2 gün içerisinde 289 yorum yapılması reklamcıların arasında iyi bir iletişim ağının var olduğunu da gösteriyor sanırım.
Bunları hatırlatmamın sebebi, üye olanların aldığı RD rumuzlu maillerden biri 12 Temmuz’da “Kristal Elma sonuçları, sektör – Seçici Kurul finalistleri, fotoğraf ve klipler, değerlendirme yazısı; www.kristalelma.org.tr’de”
içeriğiyle geldi.

Bütün tartışma ortamı içerisinde önerileri bir yere not eden ve tartışma bitti, herkes unuttu kolaycılığına kaçmayarak -ve ödül töreninden tam 15 gün sonraya denk getirerek- sektör ve seçici kurul finalistleri listesini yayınlayan RD’ye teşekkürler.
Tartışmaya katılan herkes ve RD bir şeye katkı sağladı sanırım. Örgütlü –organik olmak zorunda değil, bir digital alanı kullanarak da olabildi işte- bir tepkinin ve o tepkiye direnmek yerine anlayan mekanizmanın demokratik ve sağlıklı olduğu gerçeği artık daha yakın herkese.
Hem RD “Halep ordaysa arşın burada” dedi, hem de reklamcılar tepki-yorum-eleştiri-katkı-destek ekseni ile çemkirme-kahretme-bok atma ekseni arasındaki farkı ve birinci eksenle sonuç alınacağını gördüler. Ilginç ve güzel biten bir süreç oldu.
Teşekkürler susmayan herkes ve teşekkürler RD

Perşembe, Temmuz 12, 2007

Google'lamak

Google'la canım google'la
Google'la canım google'la

Google'dan fiil yapmak necedir kullandığım bir şey, malum mastar çekimi de googlelamak (gugıllamak) oluyor.
-Abi ben bi googleliim, bakalım ne çıkacak dediğimde kimse anlamıyor halbuki, olsun varsın.
Google önemli. Adınızı bir tırnak içine alın "volkan ekiz" mesela ve arayın Google'da kendinizi, işte dijital dünyadaki yeriniz karşınızda. Ben aradım, işte sonuç:



Peki bununla biter mi? Bence bitmez; gittikce görseleşirken herşey, şeylerin mazrufları değil zarfları bu kadar değerlenirken ille bir tane de güzel resim olmalı "google image" araması yaptığınızda.
Mesela şunun gibi bir şey:




Ama en önemli ayrıntıyı atlamayın, yüklediğiniz resmin dosya adı kendi adınız ile aynı olmalı.

Googlelayın bol bol, ama googlelanın da önce ve google da olun hep.

Bağımsız aday Denizli'ye denizi getirecek!


(Fotoğraf: Osman Nuri Boyacı / DHA)

Denizli'den aday olan Hasan Çetin sınır tanımıyor:
-Günler 28 saat olacak, dört saat fazla uyunacak, eve gelecek tellak her hafta vatandaşı keseleyecek.

Bağımsız milletvekili adayı Hasan Çetin, mutluluğun resmini çizebileceğini söylüyor, Denizli'ye deniz getirmeyi vaat ediyor. 36 yaşındaki elektrik mühendisi Çetin'in vaatleri bununla sınırlı değil: Erkekler çocuk doğuracak, hamilelik dört aya inecek, vatandaşın her hafta sırtı keselenecek. Seçim vaatlerini anlatan 50 bin broşür bastıran Çetin, kiraladığı seçim aracıyla mahalle mahalle dolaşarak hoparlörlerden sesini duyuruyor. Çetin siyasi partileri ve seçim propagandalarını protesto etttiğini belirterek vaatlerini şöyle sıralıyor:

- Hayat bayram olacak.

- Bütün şahinler mercedes görünümünde olacak.

- Tülin'le Caner evlenecek.

- Beslenen karga, gözü oymadan devletçe vurulacak.

- Dolardan, altı sıfır atılacak.

- Denizlispor, ligden hiç düşmeyecek. Fener Avrupa maçları oynanmadan mağlup sayılacak. Üç korner, bir penaltı olacak.

- Çitlediğiniz çekirdeklerin hiçbiri acı çıkmayacak.

- Beyazlar daha beyaz, renkliler ilk günkü gibi canlı olacak.

- İftar vakti, en erken Denizli'ye gelecek.

- Matematik kolaylaştırılacak, tüm denklemler birinci dereceden bir bilinmeyenli olacak.

- El elin eşeğini türkü çağırarak aramayacak. Yalandan kim ölmüş, lafı kaldırılacak.

- 1 litre mazot alana 1 YTL para verilecek.

- Sadece çarşambaları çalışılacak. Günler 28 saat olacak. Artık, dört saat fazla uyunacak.

- Sigara, zararsız olacak.

- Rio karnavalı, Türkiye'de düzenlenecek.

- Parti liderleri geri gelmemek üzere Antarktika'ya gidecek.

- Kızların, 'Biz arkadaşız' demesiyle düğünlerde zorla halaya kaldırmak yasaklanacak.

- Neşe'nin kepek sorununa müdahale edilecek.

- Arabayı yıkattığınız gün, yağmur yağmayacak. Yazlar ılık ve yağışlı, kışlar kurak olacak.

- Para vermeden düdük çalınabilecek. Tuttuğunuz altın olacak. Tüm vatandaşlarımız, ideal kilolarına ulaşacak. Askerlik, yan gelip yatma yeri olmayacak.

- Size sarı laleler alacağım, çiçek pazarından.

(Kaynak: Radikal, 12 Temmuz 2007)
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=226715&tarih=12/07/2007

Salı, Temmuz 10, 2007

Live Earth nasıl kaçtı?

Dünyada 2 milyar kişinin izlediği Live Earth konserlerinin yayın jeneriğinde İstanbul'un adını ve görüntüsünü görmüşsünüzdür. Ne yazık ki konserlerde İstanbul'un adı var, kendisi yoktu. Oysa olabilmesi için büyük emek harcanmıştı. Eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore'un küresel ısınmaya dair duyarlılık yaratmak amacıyla, 2007'nin 7. ayının 7'sinde dünyanın 7 kentinde dev konserler düzenleyeceği duyulunca hemen Türkiye'den prodüktörler devreye girmiş ve "İstanbul'suz olmaz" demişlerdi. Konseri düzenleyenler "7 kent"te kalmak niyetindeydi; ama Purple Concerts organizasyon şirketinin kurucusu Cengizhan Yeldan ısrar etti: "İstanbul da 7 tepeli... Türkiye 7 bölge... 7 komşusu var. Konseri 7 kule zindanlarında yaparız" dedi. Daha da önemlisi, Türkiye, sera gazı salımında başı çeken, susuzluktan mustarip ülkelerden biriydi. O ülkenin gençlerinin, küresel ısınmaya dikkat çekmesi önemliydi. Konseri 120 TV kanalında 2 milyar kişi izleyecek ve genel olarak Batı basınına depremle, bombalarla haber olan İstanbul, bu kez 4 saatlik bir konser yayınıyla dünyaya seslenecekti.
İstanbul fotoğraflarını görünce ikna olan Al Gore, Türkiye'ye gelip kampanyanın tanıtımını da yaptı.İstanbul konserinde 28 sanatçı ve grup sahneye çıktı. Aralarında Deep Purple, Peter Gabriel, Yusuf İslam, Chris de Burg de vardı.Şimdi tek sorun kalmıştı: Parayı bulmak...
5 milyon dolar bütçeli konserlerin İstanbul ayağı için gereken para 1.5 milyon dolardı.

Organizasyonu üstlenen Yeldan, bu kez de hükümeti ve sponsorları ikna turlarına başladı. İlgili tüm bakanlıklara gitti; hepsi sıcak bakıyordu.4 büyük sponsor da bulunmuştu. Sıradan bir konsere verdikleri paranın yarısını vererek 2 milyar insana isimlerini duyuracaklardı. Dev sahne için ön ödeme yapıldı; sanatçılarla anlaşıldı. "Her şey hazır" denilirken ne olduysa oldu birden iş tersine döndü. Hükümet seçim telaşına girdi; belki de Kyoto Sözleşmesi'ne imza atmamışken bir çevreci faaliyete destek vermenin anlamsızlığını fark etti. Al Gore'un gelişinden haberdar edilmemelerine de sinirlendiler ve vazgeçtiler. Sponsorlara gelince... Yeldan'a göre, "Onlar da bu işe girince fabrikalarının çevrecilerce gözaltına alınacağı kaygısıyla çekildiler. "Hem de konsere 2.5 hafta kala..." Live Earth-İstanbul" böylece yattı.

Dün Yeldan'la konuştum. Sesi titriyordu. 430 bin dolar kaybetmişti. Konseri izlerken ekran başında ağlamış. Daha fazla dayanamayıp televizyonu kapatmış, arabasına atlayıp İstanbul dışına çıkmış. "Ne oldu?" diye sordum: "Hükümet istemedi" dedi, "Belki orada 'Kyoto'yu imzala' baskısı doğacağından çekindikler. Onlar çekilince sponsorlar da aniden yok oldu. Oysa biz bu işi Paris'in, Roma'nın, Atina'nın elinden almıştık. Türkiye'nin katılacağı gelmiş geçmiş en büyük organizasyondu. Yazık oldu."

Neyse. İyi bir haberle bitireyim:"Live Earth" kaçtı ama, Türkiye, bayanlarda dünyanın en önemli tenis organizasyonu olan "WTA Tenis Şampiyonası"nı yakaladı. Bu önemli turnuva 2011'den itibaren 3 yıl boyunca İstanbul'da yapılacak. Bunun için Yeşilköy'de kurulacak bir tenis köyünde 10 bin kişilik bir merkez kort ile 15 yeni kort inşa edilecek. Bazıları ne kadar engellemeye çalışsa da bir avuç gönüllünün de çabalarıyla, İstanbul, dünyanın ilgi odağı olmaya devam ediyor.

Can Dündar
………………………………………………………………………

Live Earth, Türkiye için önemli bir gelişme (reklam) olacaktı, bundan eminim. Fakat konserleri izlerken şunu fark ettim. Al Gore, hem filminde hem de yazılı olarak internet sitesinde yayınladığı; tasarruflu elektrik kullanımı kuralını bozmuş! Konser alanındaki o spotlar, sahne aydınlatmaları, barkovizyonda oynayan filmler…

Eee şimdi ben ne diyim? Hükümete mi söyleniyim, organizasyonda giden elektriğe mi yaniyim?

Cuma, Temmuz 06, 2007

Geç bile kaldım

Dün öğle saatlerinde bana ulaşan Radikal'in "Orjinal Demokrasi" işi. İşin sahibi "İçinde geçen bazı kelimeler yüzünden sansür tehlikesi var." dedi.

Ferhat Tümer ve Çocuklar'ın yeni mahsulü:

http://www.youtube.com/watch?v=x9A9WJNGY-Q


Dün izler izlemez yazdığım aceleci yorumu da koyuyorum.
Böyle bir işin çıkmasından acayip gururlandım. Bananeyse, gururluyum işte. Yeni bir uslup, farklı bir bakış açısı, konuyu didaktikleştirmeden anlatan, tekrar izlenebilirliği çok çok yüksek, başından sonuna sırıttıran harika bir iş. En sevdiğim gazeteye cuk olmuş. Radikal olmuş. Sayfa sayfa yorumlar gelecektir izlendikçe. İlk heyecanla bu kadar.

Listemdeki herkese yolladım. Madem sansür tehlikesi var, dağıtabildiğimiz kadar dağıtırız.
Tanım ve anlatımlar, araya sıkıştırılan iğnelemeler çok tadında. Mankenler birer sembol, o hızla bile oldukça anlaşılır duruyorlar.

Hepimiz birer AB-shaper alıp demokratik formumuzu koruyalım diyor:)

Perşembe, Temmuz 05, 2007

Saplantılı Aşk


Reklamcılık saplantılı bir aşk/aşık gibiymiş. Bunu anladım.
Size zarar verdiğini bile bile onu delice seviyorsunuz.
Nereye giderseniz gidin, onu ne kadar terketmeye çalışırsanız çalışın, ne siz onun peşini,ne de o sizin peşinizi bırakamıyor.
Tıpkı, Erhan Ali'yle sohbetlerimizin birisinde Erhan'ın bana söylediği gibi:
"Damardan bir kere aldın mı bırakman imkansız."
Bu mesleğin bir kokusu olsaydı,
eminim o koku da Calvin Klein'in "Obsession"u olurdu!

Çarşamba, Temmuz 04, 2007

fotoğraf




Yazın etkisiyle deftere daha seyrek yazı eklenmesini fırsat bilerek sizlere yeni hobimden bahsetmek istiyorum.

Yaklaşık 6 aydır fotoğraf çekiyorum. Öncesinde böyle bir merakım da, isteğim de yoktu.

9 ay önce ajans içinde oda değiştirdim ve Kordon manzaralı bir pencere kenarına yerleştim. Bu değişiklik birçok açıdan olumlu olarak yansıdı bana.

Açıkta demirlemiş gemileri, çimlerde oturup gitar çalan gençleri, ufka yaklaştıkça bir renk cümbüşüne dönen güneşiyle sürekli devinen bir görsel şölen gözümün önündeydi. Elim ister istemez ajansın fotoğraf makinesine uzandı. Arada pencereden çekimler yapmaya, öğle tatillerinde yürüyüşe çıkıp, her gördüğüm kare için 4–5 kez deklanşöre basarak, fotoğrafı deneme-yanılma yöntemiyle keşfetmeye başladım.

Çektiğim onlarca kare içerisinden 1-2’si idare edecek durumda oluyor, diğerlerini ise hiç mi hiç beğenmiyordum. Beğeni seviyesini gözetmeden hepsini saklıyor, art direktörüm Salih Bergin’in engin fotoğraf bilgisinden yararlanıp, her karedeki yanlışımı öğrenmeye çalışıyor, önerilerini uygulamaya gayret ediyor, olmayınca da, “Nasıl olsa benim işim yazıyla, bu yeni bir dil öğrenmek olsa olsa benim için.” rahatlığına sığınıyor, iddiasızca devam ediyordum fotoğrafla ilgilenmeye.

Sonra bir fırsat yaratıp, kompakt bir makine edindim. Artık fotoğraf makinesiyle dolaşmaya başladım sürekli. Hayatın, gündelik yaşamın içine gizlediği kareleri görüp, zihnime yazmak yerine, hemen deklanşöre basıp, farklı bir açı denemeye bakıyordum.

Küçük ama marifetli fotoğraf makinesiyle zaten detay fotoğrafları çeken sevgilim ve ben, hafta sonları vosvosumuza atlayıp, İzmir çevresinde gezerek, ne görürsek çekerek dolaşmaya başladık bu süreçte. Baharla birlikte doğanın uyanışını, insanların bahara eşlik edinişi görüntüledik.

Bir fotoğraf blogu kurduk sonra. Bu konuda hevesli dostlarımızın da katılmasıyla küçük, amatör ama paylaşmaya dayalı bir fotoğraf grubu olduk.

Süreç böyle ilerlerken, fotokritik adlı siteyle tanıştım bir ay önce. Burası amatör ya da profesyonel fotoğrafla ilgili insanların buluştuğu bir platform. Üye olup beni etkileyen kareleri incelemeye, etkilendiğim şeyin ne olduğunu araştırmaya ve benzer bir bakış açısını, tekniği benim kullanıp kullanamayacağıma bakmaya başladım.

Sitede gördüklerimin ışığında, fotoğrafın sanat kısmı konusunda cahil, teknik ve ekipman anlamında ise zır cahil olduğum ortaya çıktı. Bilgilenmek için, sitede yer alan forum bölümünden, fotoğraf makineleri ve objektif seçenekleri, bunların elde edilen kareye etkileri üzerine okumaya başladım.

Kadraj nasıl oluşturulur? Nelere dikkat etmek daha iyi bir sonuç almaya götürür? Netlik nasıl elde edilir? Hareketli objelerin çekiminde nelere dikkat edilmeli, detay fotoğrafı üzerinde çalışırken, sade bir arka plan nasıl oluşturulabilir?

Ve tabi ki ışık... Soruların ucu bucağı yok hala. Ama fırsat buldukça internette araştırıp, bilenlere sorup duruyorum, 5 yaşındaki bir çocuğun merakıyla.

“Şimdi süper fotoğraflar çeken bir usta oldum.” gibi bir yere gitmeyecek bu yazı. Henüz çok başındayım yaşadığım sürecin. Emek vermeye hazırım, hevesliyim diyebilirim sadece.

Elimde bir fotoğraf makinesiyle şehrin sokaklarında yürümek, tanımadığım biriyle selamlaşıp iki kelime ettikten sonra fotoğrafını çekmek için izin istemek, çektiklerimi paylaşmak onunla, gülümseyerek ayrılmak yanından… Bir mesai günü sonrasında çok rahatlatıyor beni.

Heves, devam etmeyi sağlayan güçlü bir içsel motivasyon. Orta vadede planlarımı oluşturdum, kararlarımı verdim. Bir sonraki aşamada hangi ekipmanı tercih edeceğimi, fotoğrafçılıkta hangi alanda ilerlemek istediğimi biliyorum artık.

Gezi ve enstantane (özellikle de kuş) fotoğrafları da ilgimi çekmekle birlikte fark ettim ki; şehrin içinde dolaşmayı, bir köşeye sinmiş ayrıntılara, gündelik yaşamın ilk bakışta dikkati çekmeyen güzelliklerine odaklanmayı seviyorum. Gördüğümü, istediğime daha yakın elde edebilmek, her işte olduğu gibi çalışmak, denemek ve yanılmaktan geçiyor korkmaksızın.

Elinde tuttuğu kalemle işini yapan, gözünde tuttuğu fotoğraf makinesiyle rahatlayan birine dönüşmeye başladığımı paylaşmak istedim siz ortaklarla.

“Bu kadar paylaşmışken fotoğraf hevesimi, çektiğim bir resmi paylaşmamak olmaz.” diyerek bir örnek veriyorum defterde. Belki birlikte bir tavşan kanı çay içip fotoğraf konuşuruz bir gün belli mi olur…