Pazartesi, Şubat 05, 2007

"Bilmek" üzerine...

"Bilgi" kendisini gerçekleştirebilmek için "bilinmek" zorunda.
Yani kendisini çok çeşitli sıfatlarla süsleyip "bildirmek" durumunda.
Tıpkı bir meyve çekirdeğinin önce bir fidan, ardından bir ağaç olup, tekrar "meyve" olarak kendisini bildirmesi gibi...

Burada öyle bir durum var ki, "bilgi"yi bilmek için yapılacak tek şey bu sıfatların gizlediği manayı "görmek". Çünkü "bilgi" zaten kendisini sürekli olarak ve her an bildiriyor. Yani iş görmekte! Gördükten sonra sıra meyveyi yemeye geliyor. Çünkü tadını almadan gerçek anlamda bilmek mümkün değil. Bu tadı alıp da "ben bildim" diyense yanılanlar arasına katılıyor. Çünkü bilgi sonsuz. Senin bildiğin okyanustan bir damla. Evet, gerçi damlada da okyanusun bilgisi gizli, ama hem o, hem değil... Senin anlayacağın bilmenin de bir "edebi" var. Hatta bana öyle geliyor ki bilip de paylaşanların "edebiyatının" kuvveti bu edepten kaynaklanıyor. "Paylaşmak" demişken de, "biliyor olmanın verdiği sorumluluk" diye tanımlasak saçmalamış olmayız.

Bazı meyveler acı, bazısı tatlı, bazısı ekşi... Güzel olan, tadına bakıp, onun kendisini gerçekleştirmesine, yani varlık amacına ulaşmasına katkıda bulunduğunu anlaman ve sana geldiği için hüzünlensen de, neşelensen de bir nebze olsun şükür duyman!

İnsan, hayatına giren her olayı, kişiyi, deneyimi böyle değerlendirmeli belki de. Kim bilir?

Geçen akşam TV'de gördüm. Baba, 3 yaşındaki çocuğuna soruyordu: "Neredeyiz biz şu an?"... Tabii adamın kastı çocuk "İstanbul'dayız" desin. Çocuk hiç düşünmeden cevap verdi: "Kumdayız".

Resim: Ada Doğu

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home