Pazar, Ocak 01, 2006

Ben, sen, o

- "Ne yazsam, ne yazsam?"
- "Ne demek 'ne yazsam'? Defter'i açtığına göre yazmak istediğin bir şeyler olsa gerek."

Tanıştırayım, biri iç sesim, biri dip sesim. Bunlar, uyanık olduğum saatler boyunca konuşuyorlar. Çoğunlukla varlıklarının farkında değilim. Bazen aklımı karıştırıyor, bazen işe yarıyorlar.

Her şeye maydonoz oluyorlar. (Mesela "maydonoz mu? maydanoz demek istedin herhalde" diye, biri lafa karıştı şimdi) Düzeltiyorum, her şeye maydanoz oluyorlar. (Mutlu oldunuz mu?)

Her zaman iktidar - muhalefet çekişmesi yaşamıyoruz, ittifak da yapıyorlar. Yeni yılda daha çok yazayım diye içimden geçiriyorum. Hemen biri atlıyor, "okumaya da daha çok zaman ayırmalı", diğeri durur mu "evet evet, gerekirse daha az uyu, daha çok yaz-oku". Tamam diye cevap veriyorum. Nasıl emrederseniz.

Ya, ne iyi oldu, yeni yılın ilk dakikalarında derinlerden bir şeyler çıkardım diyorum. İç sesim "yok, şimdi de çok açtın kalbini, içini gösteren cümleler kurdun" diye uyarıyor.

Ve onu dinliyorum, şimdilik duruyorum.

4 Comments:

Blogger Murat Kaya said...

Yazmayı, kelimelerle içimizi "açık etmek" olarak da değerlendirebilir miyiz sayın Çelik?

Bence çok güzel açık etmişsin bu post'ta. Teşekkürler Nokta. Yılın ilk post'unu girivermişsin. Bunun için de tebrik etmem gerek :)

01 Ocak, 2006 23:12  
Blogger Haluk Mesci said...

Nokta'nın yazısı bana korkunç bildik geldi kendimden... Şöyle bir yazı yazmışım 2000'de. Galiba yazıyla uğraşanların (reklam yazısı bile olsa) dönüp dolaşıp dolandıkları bir urgan bu sözü geçen durum.

Korktum.

Kendimden korktum.
Kendime baktım, kendilerimden korktum.

Gözlerimden dışarı bakmaya çalışan içimle, gözlerimden içime sızmaya bakan dış görüntümün yarım yüzyıllık çatışması, çekişmesi (yoksa çelişkisi mi demek gerek ?) hiç o anki kadar ürkünç olmamıştı.

İçerdeki miydi farklı olan, dışardakinin mi bir alıp veremediği vardı ötekiyle, zaten hiç anlayamadım.

Peki niye di-li geçmiş zaman kipinde söz ediliyor söz konusu gerilimden ? Herhangi bir yazıyı yazma eyleminin, sürecin normal bir yan ürünü olarak ettiği bir oyun işte.

Yazan ve hakkında yazılan arasındaki ortaklık göz ardı edilemezse de, sanki dışlanabildiğine göre üçüncü bir taraf iddiası yersiz sayılamaz aslında.

Korkan bu üçüncü taraf, kaldı ki.

[Gel gör ki, o zaman da yazının oyunu katmerleniyor lanet olsun : Kendim kim(im), kendilerimle ilişkim ya da ilişkisi ne kendimin ?
“-im, mi ?” ironisi işi daha bir sarpa sardırıyor, sanki azmış gibi karmaşa…]

Öylece kalındı upuzun bir süre bir aynanın önünde, göz göze değil de sanki bir göz-gez-arpacık gerginliğinin dik dikliğiyle.

İkisi de körünü öldürmeye yanaşacakmış gibi görünmedi, gözünü kırpmadı.

İçinde taşıdığı kurt yokmuş gibi, ve/veya ona aldırmadan, dünyanın en kırmızı en parlak elması gibi davranmaya çalışanla, aslında onu içerden yiyen kurt arasındaki acınası itişme, acımasız can acıtıcı bir işkence olmayı sürdürüyordu.

Ben çocukken ‘aynada kendine uzun uzun bakarsan, kafayı oynatırsın’ derlerdi. Yerinden mi diye sormak geçerdi içimden. Oynamak oyun gibi mi yoksa düğünlerdeki gibi şıkır şıkır mı demek dilimin ucuna gelirdi ama merakımın sahici olduğuna inanmazlardı herhalde. Sormazdım. Kaçamak bakardım aynaya uzun uzun. Her an kaçmaya hazır dururdum ama. Hani oynatma belirtileri olursa, neydiyse onlar işte artık, bir adımda aynanın önünden uzaklaşıp kendimlerimi kurtarmak mümkün olsun diye. Bir kere o kadar baktıydım ki gözlerim acımaya başladıydı. Yok, kafayı oynatma bakması, süresi başkaydı. Korkulacak durum ele geçmemişti o zamanlar henüz.

İçerdeki ellerimi kaldırttı, saçlarıma götürttü. Ne kadar beyazlamışlardı, şöyle bir sıvazlattı dışardakini, aşağılayarak.

Terkedilesi eskilik, kısıtlı kalıp, sonu adım adım gelen kaporta. Kullanılabilme süren dolunca bizim şalterimiz de inecek ne yazık. Ayrılması yasak siyam ikizleri olmayı ben istemedim.

Önce kim vardı ? Sen mi ben mi ?

Önce mi ? Neyin öncesi ?

Gövde mi ruh mu sorusunu sormaya çekindiğini biliyorum ! Sen kendini ne sanıyorsun ?

Peki sonra niye var o zaman ?

Ne sonrası ? Soruyu geçiştirme.

Son köküne -ra gelince sonra oluyor ama, sonranın son ile ilişkisi önceden mi sonradan mı ?

Lafı dolaştırma !

Bak, sen bir fizik nesnesin.

Sen nesin ? Göksel bir kavram mı ?

Kavram. Bunu sevdim. Ama senin bunun tüm anlamlarını kavrayabildiğini sanmıyorum.

[Biri ruhsa öbürü gövde olmalı, ama konuşma sıralamalarına bakınca bir atlama görülüyor ! Diğerinin lafını kendininmiş gibi alıp, ötekinin söylemeye çalıştığını bir anda kendinseyip savunmaya koyuluyor dikkat edilirse ! İki kişi yanyana yürürken gıcık olsun diye ayak kaydırılır ya, onun gibi sıra kaydırdı ya da replik çaldı sanki biri. Kafayı gerçekten oynatmış olamaz mı bunlar ?! Ciddi soruyorum !]

Gülümsemen de artık ihtiyarlıyor biliyor musun ?!

İyi, kına yakarsın artık.

Sen yakarsın, ben ihtiyarlamıyorum ki.

Nereden biliyorsun ?!

Bir Haluk Mesci haikusu :
“İhtiyarlayınca
daha yakışıklı olacağım
nasıl gülünür bileceğim.”

Geç. Korkmak için, tartışmak için,kaçmak ya da teslim olmak için, barış ya da savaş için, değişmek, değiştirmek, değiş tokuş etmek için…

Çok geç artık. Yatma zamanı.
Dedim.
Ben dedim.
Yatmaya götürdüm onları.
Birine, kapat dedim gözleri.
Sus, öbürüne.
Uyudular.
Uyudum.
Korkmadan.
Ya uyanmazsam diye…

Toronto 21 Ocak 2000.

01 Ocak, 2006 23:39  
Blogger Başak Kanat said...

Yazarken kendi kendimle kavga etmişliğim çoktur benim de... Bunları "iç göçü" adı altında topluyorum...

Bir kısmını sizinle de paylaşayım dedim:

10.11.2002
14:35

Aslında daha başından görmeliydim biliyorum. Kaderin ağlarını yavaş yavaş ve büyük bir ustalıkla ördüğünü, örmekte olduğunu görmeliydim. Bir yerlere doğru sürüklenmekte olduğumu ve yaşadıklarımın, içimdeki kanıtlanma arzusu tarafından bir gün karşı konulamaz bir biçimde kullanılacağını görmeliydim. Acı çekmenin bir erdem olduğu öğretilecekti bana. Yoksa öğrendiğim onca şey ne içindi ki...

Görmeliydim... Erdem saydıklarım her geçen gün beni biraz daha avucunun içine alırken, bir gün sıradanlığa özlemimin artacağını ve “gerçek”lik arayışımın aslında bir sıradanlığa yöneliş olacağını görmeliydim ve bunu her gördüğümde, bu düşünceye biraz daha bağlanacağımı ve onu “denge” olarak kabul edeceğimi görmeliydim.

Bu kadın ne diyor demeden önce bir düşünün... Kaçımız özel olduğumuzu düşünmüyoruz ki? Ya da içinde yaşadığımız hayatların yalan, insanların da birer oyuncu olduğunu... Kaçımız “gerçek”liğe özlem duymuyoruz? Kaçımız “iyi insan” olarak kendimizi örnek almıyoruz? Ya da mutluluğu aramak için zevk aldığımız şeylerin sayısını azaltmıyoruz...

21.02.2003
15:28

Böyle olmayacak biliyorum... Olamayacak... Geçmişe her geçen gün biraz daha özlem duyarak yaşanmaz bu hayat... Peki ne yapmalı? Nereden başlamalı? Hayatın bizi sürüklediği yoldan nasıl çıkmalı? Nasıl “biz” olarak kendi çizdiğimiz yolda yürümeye başlamalı?

12.06.2003
17:07

Hala bulamadın mı benliğini? Beceriksizsin... Biliyorsun bunu... Hadii... Yapma bal gibi de biliyorsun. Beceriksiz! Hayat her geçen gün seni sona bir adım daha yaklaştırıyor. Peki... Sen ne yapıyorsun? Orada öylece oturup kendine acımaya devam mı edeceksin? Yoksa sen bir tane misin? Diğerleri zavallı öyle mi? Vah vaah... Acıyalım o zaman onlara... Hatta belki birkaçı işe yarar şeyler düşünmeye çalışıyordur... Dur... Onların bi elinden tutalım. Biz olmazsak nasıl başarırlar kayda değer bir insan olmayı?

Onları bırak artık! Dön de kendine bir bak! Hâlâ farkına varamadın mı? Ge-ri-li-yor-sun... Hadi bu doğru değilse kanıtlasana! Nerede gözlerindeki o parıltı? Işığın nerede? Söndü mü? Peki o sönerken sen neredeydin? Engel olamadın öyle mi? Neden? Kimler bağladı elini kolunu? Kolaydı değil mi? Kolaydı kendini öylece hayatın akışına bırakmak... Yorgunluk, arkasına saklandığın yegâne sebebin... Peki ne zaman, kimlere, neden, nasıl yenildin?

12.08.2003
09:20

Kaybedecek neyin var? Dene! Denemeden bilemezsin ki... Belki de gerçekten çok “özel”sin. Belki de bunca zaman “sıradanlığa” yönelerek “gerinde” kaldın. Hayat sana ikinci bir yaşam hakkı verecek mi bilmiyorsun. Daha zamanı gelmedi mi? Hâlâ vakit var öyle mi? Peki doğru zamanın ne olduğunu biliyor musun? Kendine bir hedef koydun... Evet... Peki o kadar yaşayabilecek misin? Ömrün yetecek mi o günü beklemeye?

Hayııırr... İşte yine yapıyorsun! Yıllardır kendini hazırladığın, alıştırmaya çalıştığın hayata yine sırtını dönmeye başladın! “Sıradan” olma hayaline sırtını dönüyorsun; ama bir yandan da o hayale ulaşmak istiyorsun; çünkü o hayalde seni çeken tuhaf bir huzur var öyle değil mi? Peki o “huzur” nereye kadar? Düşlerin peşini bırakmıyor. Onlar seni bırakmadıkça “sıradanlık”ta ne kadar huzur bulabileceksin ki? Neden yapıyorsun bunu? Yapıyorsun; çünkü seni engelleyemeyen bir tarafı var hayatın... Peki neden sen? Hiç düşündün mü? Hayat niye seni seçti?

Hadiii... Başla artık! Tut bir yerlerinden sırların! Düşünceni özgür bırak! Yap artık! Biliyorsun... Bunu yaptığın zaman “kendi”nle dolacaksın, hayata karışacaksın... Hayatla birlikte akmaya başlayacaksın... Ölümsüzlük böyle bir şey olmalı! Geride bıraktığın fikirler senden bağımsız olmayacak artık... Senin “gerçek” ömrün tükense de bir gün, sonsuzluğa karışacaksın, biliyorsun!

Sonsuzluk... Acaba var mı?

Başak Kanat

02 Ocak, 2006 13:51  
Blogger Murat Kaya said...

Julia Cameron'un "İçinizdeki Yaratıcıyı Keşfedin" isimli bir kitabı var. Başak'ın yazılarını okurken de, Cameron'un kitabında önerdiği bir tekniği hatırladım. Nedense.. Sabah kalktığınız gibi oturun ve yazın diyordu. Ne yazacağınızı bilemezseniz "ne yazacağımı bilmiyorum" yazın diyordu. Başak, gördüğümüz kadarıyla ne yazacağını biliyor. :) Eline sağlık.

Haluk Abi, haikular harikulade imiş. Devamını bekleriz. :) Ben beklerim en azından.

02 Ocak, 2006 14:13  

Yorum Gönder

<< Home