Aşağıdaki tartışmalar nedense bir kitabı anımsattı bana.
İlk basımı 1975'te yapılan bir kitap. Metis Yayınları'ndan. Dokuzuncu basımı 2005'te yapıldı.
Çok titizlenmezseniz, çeviri kitapların içinde Türkçesi eh fena olmayan kitaplardan. Çevirmen Alper Oysal.
Kitabın yazarı Rollo May 1909 doğumlu, Varoluşçu Psikolojiye kendini adayarak 1994'te ömrünü tüketmiş.
May, önce "Cesaret nedir?"le başlıyor kitabına. "...cesaret, daha çok, umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir."
"Gerekli olan cearet salt inatçılık da değildir -mutlaka başkalarıyla birlikte yaratmak durumunda kalacağız."
"Cesaret, sevgi ve sadakat gibi diğer kişi değerleri arasında yer alan bir erdem ya da değer değildir. Cesaret bütün diğer erdemlerin ve kişi değerlerinin altında yatan ve onlara gerçeklik kazandıran temeldir. Cesaret olmaksızın sevgimiz salt bağımlılık olarak solar. Cesaret olmaksızın sadakatimiz uyumculuk halini alır."
"Oysa bir kişinin bütünüyle insan olabilmesi sadece kendi kararlarına ve kendini bu kararlara bağlayışına dayanır."
Rollo May, "fiziksel cesaret"e geçiyor ve hemen ekliyor: "Bu, cesaretin en basit ve apaçık çeşidi."
"Bir psikanalist olarak zaman zaman hâlâ çocukken duyarlı olan ve diğerlerini ezerek başeğdirmeyi öğrenememiş adamları dinliyorum; bunun sonucu olarak yaşama kendilerinin korkak olduğu kanaatiyle giriyorlar."
"Gövdenin cesaretinin yeni bir şeklini ileri sürüyorum: Gövdenin adale gücüne dayanan insanı geliştirmek için değil, duyarlığın serpilmesi için kullanılması."
Yazar burada, kısaca yoğa, meditasyon, Zen Budizm ve diğer dinsel psikolojileri anıyor. Mutasavvıf, Mevlevî bilmediği kesin.
Sonra, "moral cesaret". Genellikle şiddetten tiksinen kişiler. Sovyet bürokrasisinin gücüne karşı tek başına sesini yükselten Alexander Soljenitsin'i örnek veriyor bu bölümde.
"Sovyet polisi tarafından tutuklandığında hapse atıldı. Anlatılan hikâyeye göre soyulup bir idam mangasının önüne çıkarıldı. Polisin amacı onu psikolojik olarak susturamazlarsa ölümle korkutmaktı; mermileri kurusıkıydı. Daha sonra İsviçre'de sürgünde yaşayan Soljenitsin orada da hiç yılmadan ısrarcı tavrını sürdürüp benzeri eleştiriyi ülkelere yöneltiyor- mesela, demokrasinin radikal bir revizyona tâbi tutulmasının apaçık gerektiği noktalarda Amerika'yı eleştiriyor. Soljenitsin'in moral cesaretinde kişiler var oldukça 'robot insan'ın zaferinin henüz hakim olmadığından emin olabiliriz."
"...Korkaklığın günümüzdeki en hakim şekli 'karışmak istemedim' deyişinde gizlidir."
Sırada "toplumsal cesaret" var.
"Toplumsal cesaret diğer insani varlıklarla ilişkiye girme cesaretidir -kişinin anlamlı yakınlık kurma umuduyla tehlikeye atılabilme yetisi. Kişinin kendini, artan bir açıklığı talep eden bir ilişkiye, belli bir zaman süresi içinde yatırabilme cesaretidir."
"Tuhaf nedenlerle en çok önem taşıyan şeyleri paylaşmakta utangacız."
"Toplumsal cesaret, iki değişik tür korkunun yüz yüze gelmesini gerektirir. (...) İlki "yaşam korkusu". Bu, özerk-olarak-yaşama-korkusudur, kendini terk edilmiş bulmak korkusu, bir başkasına dayanma gereksinimi. (,,,) Bu korkunun tersi, "ölüm korkusu". Bu, diğeri tarafından tümden emilme korkusudur, kendi benliğini ve kendi özerkliğini yitirme korkusu, bağımsızlığının alınıp götürülmesi korkusu."
Albert Camus, Sürgün ve Krallık'ta bu iki zıt cesaret türünü anlatan bir hikâye yazmış. Sanatçı İşbaşında. Karısı ve çocukları için zorlukla ekmek parası bulabilen Parisli fakir bir ressamın hikâyesi. Sanatçı ölüm döşeğindeyken, en iyi dostu, ressamın üzerinde çalıştığı son tabloyu görür. Tablo, ortasında belirsiz biçimde, çok küçük harflerle yazılmış tek bir sözcük dışında henüz boştur. Bu sözcük "solitary" olabilir. Yalnız olma; kişinin olaylardan uzak durması, derinlerdeki benliğini dinlemesi için gerekli zihin huzurunu koruması. Tablodaki bu sözcük, "solidary" de olabilir. "Pazar yerinde yaşama"; dayanışma, katılma ya da Marx'ın deyişiyle "kitlelerle özdeşleşme". Rollo May şöyle bağlıyor verdiği bu örneği: "Karşıt da olsalar, tek başınalık da, dayanışma da, sanatçının sadece kendi çağı için anlamlı olmakla kalmayıp gelecek kuşaklara da seslenecek bir eser yaratması için esastır."
Kitabın kırk sekizinci sayfasında "cesaretin bir paradoksu" başlığına rastlıyoruz.
Bakın yazar ne diyor: "Her cesaret çeşidinde rastladığımız tuhaf bir karakteristik paradoks burada karşımıza çıkıyor. Ortadaki karşıtlık şudur: kendimizi bütün bir dolulukla adamalıyız ama aynı zamanda yanılıyor olabileceğimizin de farkında olmalıyız."
"Kendi tavırlarının doğruluğundan mutlak bir şekilde emin olduklarını iddia edenler tehlikelidir. Böylesine emin olma sadece dogmatizmin değil, yıkıcılıkta onu geçen kuzeni fanatizmin de özüdür."
Bu bölümü bakın nasıl toparlıyor:
"Kendini adama şüphe içermediği zaman değil, şüpheye 'rağmen' olduğunda en sağlıklıdır. Tamamıyla inanmak ve aynı zamanda şüpheleri olmak hiç de çelişkili değildir: Doğruya daha büyük bir saygı beslemek, doğrunun verili bir anda söylenen ya da yapılandan her zaman daha öteye gittiğinin farkında olmaktır. Doğru bu nedenle sonu gelmez bir süreçtir. Böylece Leibniz'e atfedilen ifadenin anlamını bilebiliriz: Eğer bir şey öğrenebileceksem en kötü düşmanımı dinlemek için yirmi mil yürürüm."
Ve nihayet "yaratıcı cesaret" başlığına geliyoruz. Rollo May anlatıyor:
"Her uğraş yaratıcı cesaret gerektirebilir ve gerektirir."
"Yaratıcı cesarete duyulan gereksinim, uğraşın geçirmekte olduğu değişimin derecesiyle doğru orantılı."
Bu bölüm diğerlerinden uzun. Yazar bu bölümde duvardaki tüfeği patlatıyor. Dirim-ölüm ilişkisi elbette. Hele Shakespeare'in altmış dördüncü sonesinden yaptığı alıntı ve vardığı çözümleme, alıntılanmaya değer:
Böylece yıkımlar bana düşünmeyi öğretti,
Zamanın gelip aşkımı götüreceğini.
Bu düşünce ölüm gibi, değiştiremez
Yalnızca ağlar, yitirmekten korktuğuna sahip olduğu için.
Rollo May: "...Sevdiğimiz her şey ölecek. Oysa insan olmanın özü budur, dönmekte olan bu gezegenin üzerinde varolmakta olduğumuz şu kısa anda, zamanın ve ölümün sonunda hepimizden hakkını alacağı gerçeğine karşın bazı insanları ve şeyleri sevebiliriz. Kısa an'ı uzatmayı arzulamak, ölümümüzü bir sene kadar daha ertelemek anlaşılabilir mutlaka. Ancak bu erteleme, duraklamaya ve sonunda savaşı yitirmeye bir bağlanmadır da.
Bununla birlikte, yaratıcı edim ile ölümümüzün ötesine ulaşabiliyoruz. Bu, yaratıcılığın böylesine önemli olmasının ve yaratıcılık ölüm ilişkisinin yüzleşmemiz gereken bir sorun oluşunun nedenidir."
"...deneyimin gerçekliğini karşılamak kuşkusuz bütün yaratıcılığın temelidir. Görev, 'ruhumun örsünde dövmek' olacak, örsünde akkor demiri bükerek insan yaşamı için değer taşıyan bir şey yapan demircinin görevi kadar çetin."
Bölüm şöyle bitiyor: "Hangi alanda olursak olalım, yeni dünyanın yapısını biçimlendirmeye yardım ediyor olmanın gerçekliğinde derin bir coşku buluruz. Bu, yaratıcı cesarettir, yaratılarımız ne kadar küçük ya da kazaen olsa da. O zaman Joyce'la birlikte 'Hoş geldin, Ey Yaşam!' diyebiliriz. Milyonuncu kez ruhumuzun örsünde soyumuzun yaratılmamış vicdanını dövmeye gidiyoruz."
Kitap, "yaratıcılığın doğası", "yaratıcılık ve bilinçdışı", yaratıcılık ve karşılaşma", "Delfi Kâhini: Bir terapist", "yaratıcılğın sınırları üzerine" ve "biçim tutkusu" bölümleriyle devam ediyor.
Yaratıcılık için tek tip beslenmenin sakıncalarını ayrımsamış reklamcı arkadaşlara bu kitabı edinmelerini öneririm. Mesleğimiz kadar kendimize de bakmak için.
Unutmadan, Rollo May'in 1975 yılında yazdığı bu kitap şu cümleyle başlıyor:
Bir çağ ölürken, yenisinin henüz doğmadığı bir zamanda yaşıyoruz.