Çarşamba, Mayıs 31, 2006

Bugün 2.'lik ödülümü aldım

Mutluluk, heyecan ve onur benim bünyemde daha önce hiç bu kadar yoğun hissedilmemiş duygulardı. Orada, kürsüde, olduğum anı hayatım boyunca unutmayacağım.

Yapımlar birbirinden güzel, tören katılımcıları birbirinden önemliydi ve ben 2.'ydim. Kapıdan girdiğimde beni Mustafa Seydioğulları karşıladı. Yaka kartımı takarken bir yandan da TAPDK hakkında kısa bir bilgi edindik.

Dünya Sigarasız Günü'nde, sigaraya karşı hazırladığı 40" reklam filmi ile ikinci olmuş bir tiryaki olarak, utanmadım dersem yalan söylemiş olurum. Sigara karşıtı, sigarayı bırakmaya yönlendiren birçok mesaj verilirken benim aklım, koşa koşa dışarı çıkıp bir nefeslik bile olsa nikotin çekmekteydi. (Napim.. Heyecan isteği artırıyor.)

Sigaram çantada, benim elim çantanın üzerinde, tören heyecanı ile filmleri seyrettim. Sonra özgeçmişim okundu ve ismim anons edildi.. Kürsüye çıktım.

...

O an anladım ki; değiyor.

Evet, bu sektöre başkoyduğum günden beri çok emek harcadım, sayısız kere haksızlığa uğradığımı düşündüm, ne kadar engel varsa hepsi karşıma dikildi, çok zorlu dönemlerden geçtim... Ama o an karar verdim ki, değiyor.

Kendi kendime "Aferin Hatice" dedim. "Aferin sana! Üstün başın çamur oldu, dizlerinde takat kalmadı, dökülen gözyaşların seni boğdu ama buradasın ve elinde bir ödül tutuyorsun." dedim. Evet, dedim. Saklamıyorum, saklamaya gerek görmüyorum, kendimle gurur duydum. İftihar ettim. Övündüm.

Fakat en önemlisi kendime söz verdim: "Bu duyguyu hiç unutma Hatice! Daha yolun çok başındasın. Sektördeki ilk aylarını nasıl geçirdiğini unutma. Devamı gelecek. İyisiyle, kötüsüyle devamı gelecek. Zorluklar, engeller çoğalarak çıkacak karşına! Gözyaşlarını akıtmaya devam edeceksin. Ama o durumda bile unutma Hatice! Bu duyguyu unutma! Çünkü, savaşmaya devam etmek için bu duyguyu hatırlamaya ihtiyacın olacak. Çok çalış. Ne gerekiyorsa, elinden geleni yapmaya devam et ve bu duyguyu ileride bir gün tekrar tekrar yaşamanın yollarını ara! Bak, işte! Yapabiliyorsun. Gördün, gösterdin."

(Ne yazık ki yarışma ikincisi olduğum yapımımı buradan sizlerle paylaşamıyorum. Özellikle sordum ve öğrendim ki, benim yapımım artık TAPDK'nın ve kullanım hakkı sadece onlara ait. İnternette bile yayınlamam yasakmış.)

Salı, Mayıs 30, 2006

Billur Nostalji

Pazartesi, Mayıs 29, 2006

Güzel bir hafta.

Herkese güzel bir hafta diliyorum. Umarım bugün o beklediğimiz günlerin başlangıcı olur.

Usul hakkında - Tuğçe Özel

Tuğçe Özel olayına ilişkin bütün görüş ve yazıların, aidiyeti nedeniyle, yeni madde olarak değil, eski ve konuya ilişkin ana yazıya yorum olarak eklenmesini rica ediyorum.

Cumartesi, Mayıs 27, 2006

Hiç şaşırmadım!

Az önce bu talihsiz olayın yaşandığı ajansı öğrendim ve hiç mi hiç şaşırmadım. Geçen sene bir arkadaşım bu ajansa iş görüşmesine gitmişti. Başına hemen hemen aynı şeyler gelmişti. İnsana saygısı olmayan bir "insan" tarafından garip ve anlamsız davranışlara maruz kalan arkadaşım, ağzı açık ve şaşkın bir şekilde oradan ayrılmıştı. Garip bir yer orası anladığım kadarıyla. Kim bilir belki de aynı kişidir herkese bu şekilde davranan.

Orada çalışmaktan yılmış, kısa sürede iş bulabilecek bir görgü tanığı olsa ne iyi olurdu.

Cuma, Mayıs 26, 2006

Deşifre

Merhaba gelen yorumların tamamını şimdi okudum. Deşifre edelim diyorsunuz. Bence de harika olur. Hatta olayın basına da yansımasını istiyorum. Ama ilk başta avukatlar bu olayı çözsün... Avukatım beni uyardı; eğer deşifre edersem, onlar bana dava açabilirler... Zan altında kalmak istemiyorum. Bu haklı iken, haksız duruma düşmek olur.
Beni anlayacağınızı umuyorum.

Sevgiler...

Tuğçe Özel ve Hatice Üzgül'e

Arkadaşlar, emrivaki oluyor sanırım, umarım kusuruma bakmazsınız. Sizin yazılarınızı Reklam Yazıları'na gönderdim (isimlerinizle birlikte), biraz da kendi kelimelerimi serpiştirdim sağa sola. Gönderdikten sonra da aklıma sizden izin almam gerektiği geldi. Bir düşüncesizlik yaptım, özür diliyorum. "Paylaşım ortamımız burası, istesek biz de gönderirdik" derseniz, söyleyecek başka bir şeyim yok, özürümü kabul ediniz.

Perşembe, Mayıs 25, 2006

Hukuki Yollar

Böyle bir dönemde tek başına düşünmek, olaylara soğukkanlılıkla yaklaşmak kolay değil ama destekleriniz sayesinde kendimi daha güçlü hissettiğimi söylemeden geçemeyeceğim.

Bugün hukuki yolları araştırdım. Hakareti ispatlamak şahit olmadığı için çok zor ancak; noter onaylı bir mektup yazıp şirketi uyarabiliyorsunuz.
Nasıl mı? Aynen aktarıyorum.
İş Tüzüğü'nde yer alan 17. maddenin a bendinde; 6 ay süre altında çalışan kişileri işten çıkartmak için, 2 hafta önceden ihbar edilmesi ve ücretinin tam ödenmesi gerektiği yer alıyor. Eğer 6 aydan fazla çalıştıysanız bu süre uzuyor ve kıdem tazminatı da alıyorsunuz. Buna istinaden, ücretinizi talep edebilirsiniz.
Hakaret konusunda ise; mektupta yer alacak bir paragraf var.
"Şahsımdan özür dilenmediği takdirde kırılan onurumun telafisi için manevi ve iş akdinin haksız sonlandırıldığı için maddi tazminat davası açacağım" yazması gerekiyor. Böylece hem şahsınızdan özür talebinde bulunuyorsunuz hem de ücretinizi tam olarak alabiliyorsunuz. Eğer talebiniz yerine getirilmez ise mahkeme açıyorsunuz.
Bu yumuşatılmış bir yol. Yok hayır uğradığınız hakaretin ve verdiğiniz emeğin bedeli bu kadar ucuz olmamalı diyorsanız; ikinci bir yol daha var. Avukatların tabiriyle söylüyorum, savaş açmak...
Bölge Çalışma Müdürlüğü'ne sigortasız çalıştırıldığınıza ve iş akdinin haksız sonladırıldığına dair (ki benim sigortam da yapılmamıştı.) bir mektup yazıp şikayet ediyorsunuz. Hemen bir müfettiş gidip şirketi denetliyor. Diğer sigortasız çalışan elemanların da kayıtları ortaya çıkıyor. Yoksa bile, şirket ciddi bir rakam ödemek zorunda kalıyor.
Kısacası düşündüğümüz kadar zor değil...
Bu arada RYD'nin herhangi bir yaptırımı yok, çünkü dernek hukukunda çalışıyor. Ancak "çalışma koşullarını iyileştirme" adına önerilerde bulunabiliyor.
Reklamcılar Derneği'nin de malesef bir yaptırımı yok.

Kısacası bu iş bize düşüyor arkadaşlar... Daha iyi çalışma koşulları ve arkamızdan gelen arkadaşlarımız için, bunu biz yapmalıyız.
Birlik olup, bunu da başaracağımıza inanıyorum, inanmak istiyorum.

Sevgiler...

"Reklam Yazarlarının Ortak Dertleri"

Tuğçe'nin yazdıklarına destek yalnızca Ortak Defter'den gelmiyor. Bir destek de buradan.

Tekrar geçmiş olsun sevgili Tuğçe Özel.

Reklamcılık

Reklamcılar meslekler arasında en karizmatik, en ilgi çekici olanı kuşkusuz. Yaratıcılık bu mesleğin vazgeçilmezi. Taklit etmek, esinlenmek de vazgeçilmeze giden adımlardan. Lakin bu konuda beni en çok rahatsız eden taraf tüccar kafalı şirket sahibi arkadaşların bu mesleği zevkle ve istekle yapmaya çalışan ve bu konuda uzun süre eğitim almış arkadaşlara saygısız ve medeni kurallar dışında davranmaları. Bu davranış biçimini kesinlikle onaylamıyorum.

Tuğçe Özel'e yapılan bu çirkin davranış biçiminin aslında birçok ajansta fazlası ile yaşandığı da bir gerçektir. Benim fikrim kısaca şudur; Reklamcılık her önüne gelenin yapabileceği bir iş veya kurabileceği bir şirket olmamalı, derneğimiz ya da derneklerimiz bu konuda girişimlerde bulunmalıdırlar. Reklamcı olabilmek için reklamcılar dernekleri uygunluk kriterleri oluşturmalı ve bu konularda yeterli görülenlere lisans verilmelidir. Bunun yanında, meslek hayatları boyunca oluşuşturulacak kurulla sürekli denetim altında tutulmalıdırlar.

Bu konu bir çok boyutta ele alınabilir, bunu tartışmaya açmak istiyorum.

Hayvan hakları

Hayvanlara yapılan eziyetlere karşı reklamları bulabileceğiniz bir web sayfası

http://www.peta.org/mc/

Çarşamba, Mayıs 24, 2006

Sanat yönetmenleri için gizli bir numara (0212) 275 05 95

Deli gibi iş yetiştirmeye çalışırken, küfür ve hakaret işitseydiniz, ne yapardınız?

Nasıl anlatsam, nereden başlasam bilemiyorum. Çok üzüldüm, hatta ağladım. Belki de sektörün içindeki bu ikiyüzlülüğe alışamadım, alışmak da istemiyorum ya neyse...

Küfür edilir ajanslarda, hepimiz biliyoruz. İşler yürümez bağırırız, müşteriye kızarız. Kendimize dayanamayız... Fakat bu olayın sebebi çok komik... Anlatıp, gözünüzü ve kafanızı yormayacağım ama akşam eve giderken, işsiz olduğunu, ailene ve şahsına hakaret edildiğini bilerek dönmenin acısını size kelimelerle tarif edemem.

Bu kadar ayağa mı düşmüş bu sektör? İnsan haklarını çiğneyerek ve hakkını yiyerek mi yürüyor işler?

Eğer işime bu kadar aşık olmasaydım ve kendime inanmasaydım, bu sektörde bir gün daha çalışmazdım buna emin olabilirsiniz. Ama herkesin böyle olmadığını kulağıma fısıldayıp, iyi niyetimle besleniyorum bu aralar...

Sadece çok ama çok üzülüyorum...

Pragmatik!

Prag’mayacağım ben bu işin yakasını!



Evlendim. Bu işin güzel tarafı. Mutluyuz mesutuz ya, balayına gidelim, hem yıllarca pasaport alamayıp yurtdışına çıkamamıştık (bkz. Yoklama ve bakaya), madem vatani görevimizi layıkıyla yerine getirdik, ve madem pasaportumuzu aldık, çıkalım da görelim ecnebi memleketlerini dedik. Nedir? Prag güzel fikir. Tanıdığımız da var turizmci, arayalım şu İremtur’u, şöyle bir hafta Kafkaesk bir gezintiye çıkalım. Çıktık da.

Cut. 09 Mayıs 2006’da Çek Havayolları tarifeli uçağındayız. İki buçuk saat. Tak Prag’dayız. Bizi havaalanında İremtur’un rehberi karşıladı. Kaan İşmen’in Pronto Tur hatıratlarına ‘yuh’ dediğim için, İremtur’u seçmiştik. E ne de olsa eli yüzü daha düzgün bir firma. Tur gerginliğine girmek istemediğimiz için de, sadece havaalanı transferleri ve şehir turu istemiştik, geri kalan zaman sadece bize ait olacaktı.

Evet, ilk gün, katedral gezisi, yok yok katedralin orasına giremeyiz, orası ekstra, küçük bir şehir turu, işte oteliniz burası. Güzel. Dedi ki İremtur Rehberi (ilerleyen satırlarda Rehber diye anılacak), benim düzenlediğim başka başka geziler de var, isterseniz onlara da dedi katılabilirsiniz dedi, buraya kadar gelmişken dedi Karlovy Vary’i görmeden gitmeyin dedi, tekne gezisine çıkmadan gitmeyin dedi, bir şato mutlaka görmelisiniz dedi, Çek gecesi yapmazsanız olmaz ha olmaz dedi.

Peki , aaaa ne kadar da iyi bir Rehber, ne kadar da sevecen, ne kadar da olumlu, ılımlı, sıcak dedik. Eee tabii ne de olsa İremtur dedik. Karlovy Vary adambaşı 55 Euro, diğerleri 40’ar Euro dedi, Rehber dedi, biz de düşünelim dedik.

Ertesi gün Karlovy Vary’ye gittik. Güzel. 110 Euro, iki kişiyiz ya, balayındayız.
Ertesi gün de, Şato. Güzel şatoydu, 80 Euro, ama şatonun bir bölümüne giremedik, anlamadım ama orası da ekstraymış. (Bu arada küçük bir kur ayarı. 1 Euro=30 Çek Kronu) 1 Krusovice birası ortalama 30 Kron yani 1 Euro) Yani her gezi bize aşağı yukarı 170-200 Ytl’ye, yani 3000 Kron civarı. Her neyse, balayı, harcama ayı, ayı.

Ertesi gün, tekne gezisine çıkacağız akşam, ama gezerken fark ettim ki, tekne gezileri 20 Euro civarında adam başı. Ama bizim Rehber neden bizden adam başı 40 Euro istedi ki? Herhalde bizim tekne daha güzel, daha şık, efendim daha ne biliiim daha elegance.

Cut. Tekne gezisi. Kırık dökük bir teknedeyiz. Yanımızdan canııım jazz tekneleri geçmekte, müzik gırla. Bizimkisi bir akerdeon, bir iki de keklenmiş Amerikalı. Kıllandım ya bi kere soracağım, balayı malayı dinlemedim, sordum kaptana, kaç Euro bu gezi dedim, dedi adam başı 20 Euro dedi, dedim 40 değil mi, söyledi yok yok! Skandal. Keklendiğimizin işaretidir.Dedim ilk içkiler de şirkettenmiş, dedi ki yalan, dedim Rehber’imiz dedi, söyledi yok yok!

Mesut bahtiyar otele döndük, ve ben resepsiyonda gözümüzün içine bakan şehir turlarının broşürlerini aldım, odaya çıktım, ki evet, nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça. Ve demişti ki Rehber’imiz, bu arada kendileri bir Çek bayanla hayatını birleştirmiş ve artık Prag’da yaşayan bir Türk beyefendisidir, demişti ki “dışarıdayken, uzaktayken ülkenizden, ben bir tek Türklere güvenmem, siz de güvenmeyin!”

Ertesi gün, Çek gecesine, kendi kendimize gittik, ama ne gam! Eğlendik, bizi otelden aldılar, otele bıraktılar, neşeyle dans ettim, ettik, içtik, eğlendik.

Ve mutlu son! Sevgili rehberimiz son gün bizi otelden alacak ve havaalanına bırakacak. Onu bekliyoruz. Bu arada birkaç gün önce Rehber’e para verirken 10 Euro fazla verdim, bozuğu yokmuş, sonra hesaplaşırız dedi. Neyse, son dakikalar, oteldeyiz. Etrafta su gibi akan espresso’lardan içtik lobby’de, aman ne göriim Kron’um bitmiş. Resepsiyon’daki buz (burada tam da soğuk mealinde) gibi Çek bayan da almıyor Euro, alırım ama para üstünü Kron veririm diyor, ben diyorum ne yapayım Kronu gideceğim, o diyor Nuh, demiyor peygamber, dedim bekleyeyim rehberi, alt tarafı 2 Euro, yani 60 Kron, alırız ondan veririz dedim, öyle de oldu, geldi aldım verdim de ipimizi çözdü soğuk resepsiyonist.

Havaalanına geldik ama ben ağzımı açıp kızamıyorum adama, bir şey diyemiyorum bile. Tam arabadan ineceğiz, dedim bizim 10 Euro vardı, dedi üzerimde Euro yok, 28‘den bozarsak, 80 vermiştim, al sana 200 Kron. Karamba karambita!


Döndüm İremtur’a yazdım, dedim ki böyleyken böyle, halkla ilişkiler müdürüne, aman ne gam, ne cavap, ne alaka! Web sayfalarında anket yaptım, ne ses, ne seda!

Şimdi Rehber mi haklı, uşak mı, yoksa hizmetçi mi? Elbette o da kazanmalı ama, %100 mü? Ve ayrıca İremtur’a bu yakışır mı?


enderemiroğlu


Not: Hakkı’m nerde benim, onu arıyorum, kime ne demeliyim, ne yazmalıyım? Arkadaşlar, derdime bir çare.

Not2: Bu arada her şeye rağmen Prag mükemmeldi.

Reklam yazarı sadece reklam yazarı mıdır? ya da Başka platformlarda nedir üretim durumunuz? ya da Kısa bir reklam, ilgilenenlere!

Önce reklam mı yazmıştım, yokşa şiir mi?
Sanırım şiir önceydi.
www.enderemiroglu.com yenilendi, tazelendi, yeniden şekillendi.
İlgililere, ilgilenenlere.

enderemiroğlu

Salı, Mayıs 23, 2006

Rob Gonsalves

Eserleri için iki link var elimde. Birincisi bu, ikincisi de burada.

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

RYD!

21 Maysı'taki RYD Genel Kurulu'ndan haberi olan var mı acaba?
Sağolsun arkadaşlar beni üyelikten çıkardıkları için,
kurula gitmedim ama merak ediyorum:
Genel Kurul yapılabildi mi?
Ve tabii yapılabildiyse sonuç nedir?

Ve bir tahminde bulunmak istiyorum: Yeterli çoğunluk sağlanamadığından, dan dan dan.

Güzel bir hafta.

Herkese güzel bir hafta diliyorum, Hatice kutlarım seni, umarım kıymetini bilen bir ajans bulursun.

2.'likle ÖDÜLLENDİRİLDİM!

TAPDK'ın (Tütün, Tütün Mamülleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurumu) hazırladığı "Kamu Yararı Reklam Spotu Yarışması"nda 2. oldum!!

Birkaç gün önce kaybettiğim işimi, başka bir ajansta bulmam daha kolay olacaktır diye düşünüyorum. En çok da buna seviniyorum.

Pazar, Mayıs 21, 2006

Madeira yenilgisini izleyen hafta Porto’yu UEFA kupası için Türkiye’den Denizlispor bekliyordu. Türk futbolu son yıllarda çok gelişmişti ve Porto rakibinin kolay olmayacağını biliyordu... ‘Her zaman, kazandığınızda iki hafta boyunca oynamasanız da olur ama kaybederseniz hemen ertesi gün maça çıkmanız gerekir derim’ [Mourinho, oyuncularına diyor. MK]... Mourinho’nun aklında sadece Benfica maçı vardı. Yenilginin pozisyonlarını riske sokmayacağını biliyordu ama beraberlik veya galibiyetin şampiyonluklarını garantileyeceğini düşünüyordu. Öte yandan takımından ve kendinden o kadar emindi ki bana maçtan bir hafta önce ‘eğer Luz’da yenilmezsek teknik direktörlük kariyerim hakkında bir kitap yazmaya başlayalım seninle. Berabere bile kalsak lig şampiyonluğunu kazanmış olacağız’ demişti.

Mourinho her ne kadar berabere kalmanın yeterli olduğunu bilse de bununla yetinmek istemiyordu. Luz Stadı’ndan zaferle çıkmak istiyordu. Bunun için takımının da bu zafere gönülden inanması ve istemesi gerekiyordu.....

...FC porto, Luz Stadı’nda muhteşem bir maç çıkardı. Gösterdiği üstün performansı yansıtmasa da 1-0 galibiyetle Porto staddan ayrıldığında herkese şampiyonun kim olduğunu göstermişti.

Ben de ertesi gün bu kitabı yazmaya başladım.

Bu alıntıları kitabın 111nci, 112nci ve 113üncü sayfalarından yaptım. Anlatan kişi; Luis Lourenço. Mourinho ailesinin yakın dostu, Portekizli bir spor muhabiri.

Kitabın adı José Mourinho, yazarı Luis Lourenço. Bizit Yayıncılık’tan. Çeviren Tuğçe Esener.

İster “kişisel gelişim” kitabı deyin, ister “dünya futbolunda son altı yılın özeti”, ister “Portekiz turizmine katkı yapabilecek bir eser”, ister “Portekiz’den şarabın yanında başka şeyler de çıkar” diyen bir kitap...

Önemli bir maç sırasında, bir kırmızı kart yüzünden yıkılmayalım diye düşünerek takımını 11’e karşı 10 kişilik bir takım olarak çalıştıran bir teknik direktör. Takımın şevkle oynaması için onları gaza getirmeyi bilen bir teknik direktör. İstediği başarıya ulaşmak için tüm “Latin” özelliklerini kullanabilen bir adam. Takımı zayıf anında gol yemesin diye rakip oyuncuya müdahale edip saha dışına gönderilmeyi göze alabilecek ve ardından hemen rakip oyuncudan özür dileyebilecek bir teknik direktör. Sakatlanan oyuncusunun ameliyatına girerek “seni bekliyoruz” mesajını veren ve oyuncularını kulüp amaçlarına hizmet eden “et parçaları” olarak görmeyen bir teknik direktör.

Hepsi ve daha fazlası bu kitabın içinde. Okurken, NTV’de Okay Karacan’ın seslendirdiği bir spor belgeselini izliyormuşsunuz hissini/tadını veren bir kitap.

José Mourinho’nun kendi deyimiyle; 40’ında “dünyanın en iyi teknik direktörü”, 50’sinde “bir zamanların en iyi teknik direktörü” olmak istemeyen bir adamın hikayesi.

Küçük bir not: Yayınevlerinden bir ricam var. Kitaplarda –de’leri, -da’ları bitişik görmekten bıkan kitlenin bir üyesi olarak, kitapları yayımlamadan önce “tashih” için bana gönderebilirsiniz. Okurum, düzeltirim. Hem kitapları piyasaya çıkmadan önce okuma şansına erişirim hem de okurlar “bıktık artık bu bitişik –de’lerden –da’lardan” diye isyan etmezler. Samimi bir rica. Fiyatı dert etmeyin.

Küçük bir not (daha): Kitabın elimdeki baskısında, çoğu paragraf “kesilmiş”. Demek ki hâlâ, iki satırı sildiği zaman görünümün düzeleceğini fakat anlamın değişmeyeceğini düşünen bir anlayış hakim. Kitap bu yahu. Okumak için alıyoruz, rafları süslesin diye değil.

Cuma, Mayıs 19, 2006

Moda

Son zamanlarda en sevdiğimiz kelime "ayrıcalıklı". Ben de çıldırıyorum günlük yaşamımda kullanmak için ama bir türlü uygun yer bulamadım bu nacizane kelimeye. Yakın zamanda "farklı" gibi içini boşaltsak da sağa sola serpiştirebilsek. Sadece reklamlarda "ayrıcalıklı hizmet" demekle olmuyor; kulağını tırmalıyor insanın.

Ben de rahatsız olacak başka şey bulamadım sanki...

Perşembe, Mayıs 18, 2006

DİPNOT














Bu ülkede bir gün kendi dilimin dipnota düşeceğini hiç düşünmemiştim.
(Hürriyet Gazetesi Yaşam Emlak eki 1. sayfadan, 18.05.2006)

ÖNERİ

Herkese merhaba!
Blog için bir önerim olacak. Sanırım bunu Haluk Abi çözebilir.
Yazıların, yorumların tarihlerini görebilir miyiz?
Ben baktım, yorumlarda bir tarih çıkmıyor!
Sadece ay ismiyle anlayabiliyoruz, yazdığımız yazıyı ne zaman yazdığımızı.

Halbuki, bu yazıların tarihi bir değeri olması adına,
tarih de görebilsek ayrıntılı, ne güzel olur.

Çünkü çok ilginç yazılar yazılıyor, konular tartışılıyor burada!
Ve burası Türkiye, çok enteresan bir şekilde deviniyor ülkemiz!
1 ay önce, yazmakta, tartışmakta hiç mahsur görmediğimiz,
hadi canım olur mu böyle şeyler havasında yazdıklarımız, oluveriyor bir anda!

Mesela, Nisan ayında tartıştığımız Cumhuriyet filmi post'undaki yazıları,
tekrar okumak ilginç bir deneyim olacak bence herkes için.

Girin, bakın, neler yazılmış orada.
Ve bugünü düşünerek, olayları bir kez daha analiz edin.

Yazıyor olmanın, belge üretiyor olmanın gücünden faydalanalım.
Belki farklı bakmamızı sağlayabilir olaylara. Bir şeyler katabilir!
Ben gittim baktım yazılanlara, hatta bir de kısa yazı yazdım oraya.
Altına tarih atarak.

Bir öneri, olursa ne güzel olur.

Sevgiler

Kağan İşmen

İş yoğunluğu bahane...

Kızdım kendime biraz. Çok mu zor olacaktı sanki yazmak aklıma geldiğinde birkaç dakika ayırmam? Bir sigara molasını yazmak için feda edebilirdim. Ya da bir Pazar günü üşenmeyip bilgisayarı açabilirdim. Erteleyince de unuttum.

Sabancı Üniversitesi'nde Pazarlama Sohbetleri vardı. Hatta hala var ama sadece bir tanesi kaldı. 24 Mayıs Çarşamba Pazarlama İletişimi hakkında konuşacaklar. Ayrıntıları şu adresten öğrenebilirsiniz: http://kulup.sabanciuniv.edu/~mba/go.php?page=marketing_chats_series_2

İş yoğunluğundan yazamadım demek saçma olacak ama, iş yoğunluğundan gidemedim. Gidemedikçe de yazmayı unuttum. Düpedüz sorumsuzluk yani! Hata ettim, affola!

Pazartesi, Mayıs 15, 2006

Seyran Kuruyemiş


Öncelikle, "amacım dalga geçmek değil" diye belirteyim. (Biliyorum, hassas konular. O yüzden yazı böyle başladı.)

Bu fotoğrafı görür görmez, Denizli Atatürk Stadı'nda izlediğim önceki maçlara gitti aklım. Denizli, stadından tel örgüyü kaldırmış ilk ilimizdir ama Denizli'nin başka bir özelliği daha vardır; stadın çevresinde kuruyemiş satanlara "düşman" gözüyle bakılır. O kadar ki, "çekirdek yemeyin" diye anonslar bile yapılırdı. Bir ara stadın içinde çekirdek yemenin yasaklanması için girişimler olduğunu bile duyardım (dalga mı geçiyorlardı, ciddiler miydi bilmiyorum.)

Denizlili seyirci, maçı izlemeye gelirken çekirdeğini alır ve televizyonda izliyormuş gibi çekirdeğini/çiğdemini "çıtlayarak" maç seyreder. E doğal olarak ancak golden-gole [altın gol değil] sevinir-bağırır-çağırır. Denizlispor'un, kendi evinde oynadığı maçlarda "şaşırtmayan" mağlubiyetlerine rağmen deplasman maçlarında çok iyi performans sergilemesini ben buna bağlıyordum. Dünkü maç hariç. Dün, orada bir şeylerin değiştiğini gördüm.

Bu fotoğraf, Fenerbahçeli futbolcuların "ruh eksikliğinin" nereden kaynaklandığını gösteriyor bence. Denizli'nin meşhûr Seyran kuruyemişleriyle, maç stresi falan kalmaz. Şampiyonluk heyecanına da iyi gelir.

Reklam sektörünün kaybettikleri

Birkaç yıldır kaybettiğimiz ve Kristal Elma töreninde anılmasını istediğimiz kişilerin bir listesini hep beraber yapabilir miyiz ? Böyle bir liste yapabilirsek, kimsenin unutulmamasına katkıda bulunabiliriz : Ben iletirim Derneğe.

ben de geldim sonunda!

o kadar da zor değilmiş üye olmak. internet olaylarını gözümde bu kadar büyütmemeliymişim.
neyse, gazam mübarek olsun.

'ayşegül ortak defter'de serisi başlıyor!

Pazar, Mayıs 14, 2006

Bülent Erkmen'in ilk art direktörü kim dersiniz?

Hani benden, anılarımı Ortak Defter'e yazmamı istemiştiniz ya, işte onlardan biri daha...

Hemen her anı, yıl 1973... gibi başlarya, ben de öyle başlayacağım.

Gerçekten yıl 1973... Ankara’da Devlet Planlama Teşkilatı’nın ilk uzmanlarından Timuçin Yekta ve Özkan Taner’le birlikte kurduğumuz OPA Şirketi’nin ortağıyım. Mithatpaşa Caddesi 51 numaradaki apartmanın 11’inci katındaki işyerimizde yatırım projeleri, pazar, pazarlama, yapılabilirlik vb araştırmaları yapıyoruz. Daha önce kapatmak zorunda kaldığım reklam ajansımdan arta kalan kimi dostların kitap kapağı, dergi, broşür, katalog gibi işlerini de üstlenmeyi sürdürüyorum. Bu nedenle bir ayağım sürekli İstanbul’da...

Cumhuriyet Gazetesi’nin bulunduğu Narlıbahçe Sokak’ta Reyo diye bir matbaa var. Onlar da üç ortak... Selçuk Batur, Ferit Erkmen ve Çağatay Anadol. Üçü de yakın dostum. Ankara’da hazırladığım işleri Reyo’da bastırıyorum. İşler, hem üzerinden para kazanabileceğimiz kadar hesaplı hem de nitelikli oluyor. Üstelik her gelişimde de, Ankara’ya dönüşler pek keyifli geçiyor. Tren yolculuğu ya Çiçek Pasajı’nda ya Kadıköy’de adını şimdi anımsayamadığım, pasaj içindeki bir balıkçı lokantasında ya da Haydarpaşa Garı’nın lokantasında başlıyor.

Bu arada üç yeni dost ediniyorum. Sami Şekeroğlu, Yücel Gürocak ve Bülent Erkmen. Her üçü de, bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi’nin çekirdeğini oluşturan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde çalışıyorlar. Yanlış anımsıyor da olabilirim... Bülent Erkmen belki de o yıllarda okulu bitirmek üzere olan bir öğrenci... Sami ve Bülent’le daha sonraki yıllarda dostluğum sürüyor ama, Yücel Gürocak nerelerde, ne yapar, hayatta mı değil mi bilmiyorum.

Bülent kısa bir süre sonra Genel Kurmay’da askerliğini yapmak üzere Ankara’ya geliyor. Ayşe'yle yeni evli. Çalışma saatlerinde karargahı Genel Kurmay, çalışma saatleri dışında OPA Şirketi... Dostluğun dışında ufak tefek işler de yapıyoruz. Mengen’de faaliyet gösteren bir işçi şirketi Gentaş’ın amblemi, sermaye toplama kampanyasının basılı malzemeleri vb.

Bu arada yine eski DPT’cilerden Kaya Mutlu OPA’nın hazırladığı ve uyguladığı seçim kampanyası sonucu Mersin Belediye Başkanı seçiliyor. Giriştiği pek çok yeniliğin yanı sıra Mersin’de bir festival düzenlemek istiyor. Konusunu, içeriğini ve biçimini birlikte oluşturuyoruz. Mersin Tekstil ve Moda Festivali. O yıllar için gerçekten hayal bile edilemeyecek nitelikte ve düzeyde bir festival büyük bir başarıyla hayata geçiyor. Halit Kıvanç’ın kulakları çınlıyor olmalı...

İşte Bülent burada devreye giriyor. Askerliği bitmiş ve İstanbul’a dönmüştür. Bu festival’in görsel kimliğini ondan istiyoruz. Olağanüstü güzel bir amblem yapıyor. Amblem sadece festival etkinliklerinin değil, kısa sürede Mersin’in ve Mersin’le ilgili pek çok işletmenin, kurumun simgesi haline geliyor.

Birkaç ay sonra Bülent beni arıyor, Festival amblemini, o yılların en önemli grafik sanatlar yayını olan Graphis’in yıllığına göndermek istediğini söylüyor. Yaklaşık 6 ay kadar sonra tekrar arıyor ve Graphis’in 1975 yıllığını almamı ya da bulmamı söylüyor. Bulduğumda gözlerime inanamıyorum. Amblem yıllıkta yayımlanmış. Altında ise şunlar yazıyor. (Ayrıntıda yanlış yapmış olabilirim) Müşteri: Mersin Belediyesi, Ajans: Opa Organizasyon Pazarlama Araştırma Şirketi, Art Direktör: Şahin Tekgündüz, Grafiker: Bülent Erkmen...

Graphis Annual 1975’i olanlar ya da bulanlar için durum ayniyle vakidir. Ya da bu bilgi sevgili Bülent’e ulaşırsa belki de o gönderir amblemin aslını.

Perşembe, Mayıs 11, 2006

Turgay Betil (1940-1992)




Yorumlara fotoğraf konamıyor. Bu yüzden Şahin Abi’nin Turgay Betil’le ilgili yazısına eklediğim yorumda yandaki fotoğrafa yer veremedim.

Turgay Betil’in, onu toprağa verdiğimiz gün sadece kalplerimizin üstüne değil içine de yerleştirdiğimiz fotoğrafıdır bu. Ölümünden kısa bir süre önce çekilmiştir.

Max Headroom



'Yasaklanmış' reklamlar arasında buldum bunu ama... Paylaşayım dedim. İzlemek için üzerine tıklamanız yeterli (olacak umarım).

Çarşamba, Mayıs 10, 2006

Turgay Betil diye biri vardı...

Eski defterleri karıştırırken, bir türlü tamamlama ve yayımlama yürekliliğini gösteremediğim anılarımla ilgili notlar çıktı karşıma. 1970'in ortaları önümdeydi. Okudukça duygulandım, içim burkuldu. Bir bölümünü buraya aktarmaktan kendimi alamadım. Umarım gereksiz ber zevzeklik yaptığım sonucuna varmazsınız.

"Odama hışımla girdi. Burnundan soluyordu. Ama ne burun ve ne soluma... Zaten olağandan büyük olan kanatları solumaktan yana açılmış, burnu iyice yassılmıştı. şimdi aslana daha çok benziyordu. Ben onu zaten hep aslana benzetirdim. Nasıl mı? Ablak, köşeli ve büyük bir yüz düşünün. Uygun yerlerine, kuyrukları a?ağı sarkmış, bebekleri gri ile ela arası iki kocaman göz yerleştirin. Göz kapaklarını ve üzerindeki kaşlarının uzun kıllarını da aşağı sarkıtın. Kirli sarı, düz, uzun ve yine aşağı sarkık düzensiz bıyıklarının altına, ince dudaklı geniş bir ağız yerleştirin, sonra da o kocaman yüzü, kulaklarını örtecek şekilde omuzlara kadar inen düz kumralla sarı arası saçlarla çerçeveleyin. Bu, onun sadece dış görünüşü, ama asıl aslana benzeyen yanı, bakışları. Hani belgesel filmlerde sakin sakin oturan aslanın gözlerindeki o umursamaz ama, meydan okuyan bakış var ya, işte onunki gibi... O da bu benzerliğin farkında olduğu için, bunu yeteri kadar kanyak (konyak değil, o yıllarda konyağı zaten tanımazdık ve tanısak da almaya gücümüz yetmezdi) içtiği keyifli anlarında keyifle kullanırdı. Yere çöküp, kalın ve küt parmaklı ellerini, aslanın pençeleri gibi tahta taburenin üzerine koyar, Metro Goldwin Mayer aslanı gibi başını iki yana çevirerek öyle bir kükrerdi ki, biraz sonra bir Hollywood filminin jeneriği başlayacak gibi gelirdi bize. İnanılmaz bir taklit ve oyunculuk yeteneği vardı. Yanılmıyorsam bazı oyunlarda sahneye de çıkmıştı ve zaten küçük karde?ş İstemi de tanınmış bir tiyatro oyuncusuydu.

Bir saat kadar önce, günlerdir özenle ve keyifle hazırladığı poster taslaklarını sunmak için Ankara’daki ünlü bir makarna fabrikatörü (şimdi büyük bir yanlşla, patronu yerine üretici diyoruz) olan Niyazi Mermutlu’ya gitmişti. Giderken pek keyifliydi, çünkü koltuğunun altındaki işler gerçekten çok güzeldi. Ama dönüşü pek keyifli olmadı. Elindeki dörde parçalanmış poster eskizlerini masamın üzerine fırlattı, sunturlu bir küfür savurarak,


- Çabuk bana kanyak aldır, yoksa birilerini hacamat etmek üzereyim, dedi. Saat dördü geçiyordu ve kanyak zamanı gelmek üzereydi. Aralık kapıdan şaşkın bakışlarla bizi izleyen karanlıkodacı yeğenim durumu kavramış ve dışarı fırlamıştı bile. O homurdanmaya ve küfür etmeye devam ediyor,


- Ah ülen ah, annem beni bugünler için mi doğurdu; reklamcığın da, grafikerliğinin de, diye başlayıp ana avrat düz gidiyor,


- Ulan yumurtayı kıçının altından alırken tavuğa malzemesini mi soruyorlar?.. Üstelik bi de acırlar yumurtlarken kıçını yırtıyor diye. Bizim kıçımızın nasıl yırtıldığını soran mı var?..
Kanyağından birkaç yudum alıp sakinleşince olup bitenleri bir solukta anlattı. Efendim, makarnacı Mermutlu önüne konulan işleri çok beğenir, onu üstüste tebrik eder ve sonunda ne kadar ödeyeciğini sorar. Beş yüz lirayı duyunca da, masadan fırlayıp, daha önceki aşırı nezaketini telafi edercesine, “Ne beş yüz lirası kardeşim, benim alnımda enayi mi yazıyor? Sen bunlar için kullandığın kâğıdın ve boyanın hesabını iyi yap, üzerine de elli lira koy, ancak onu öderim sana, der. Donup kalan arkadaşımız verecek yanıt bulamayınca, gözlerini Mermutlu’nun gözlerine dikip bir süre bekler ve sonra tam kendine yaraşır bir tavırla masanın üstündeki göz nuru tasarımları alır, Mermutlu’nun engellemesine meydan bırakmadan ortalarından bir güzel dörde böler ve “Kâğıtlar da boyalar da yok oldu; böylece elli liradan da kurtuldun, eyü müüüü?” der ve kapıyı çarpıp çıkar.

Bu olay yıllar sonra, Reklamcılık Vakfı yayınlarının sorumlusu olarak yayımlanmasına katkıda bulunduğum, Joey Reiman’ın İyi Yaşamak İçin Yaratıcı Düşünmek adlı kitabı nedeniyle bir kez daha gözlerimin önüne serildi ve içim burkuldu. O kitapta da Reiman tıpatıp benzer bir olayı örnek olarak anlatır. O bölümü olduğu gibi aktarmaktan kendimi alamıyorum.


“Bir gün, o akşamki gala için çok acil olarak saçının yapılmasını isteyen bir kadın ünlü bir kuaförü evine çağırır. Kuaför, sadece bir kurdele ve bir fırça ile başyapıtını yaratmaya koyulur. Otuz dakika sonra saç yapılmıştır ve kadın gözlerine inanamaz. ‘Borcum ne?’ diye sorar. ‘2.000 Dolar’ diye yanıtlar kuaför. Kadın donup kalır. ‘Bu insafsızlık’ der. ‘Bir kurdele için size 2.000 Dolar veremem.’ Kuaför kurdeleyi hızla çeker. Başyapıt, karmakarışık bir saç yığını haline dönüşür. ‘Pekâlâ, kurdele için para istemiyorum’ der. Kadın yıkılmıştır.”


Düşünüyorum da, böylesine evrensel olan insan yapısının, sorun yaratmaktaki başarısını, çözüm üretmekte niçin gösteremediğini anlamakta güçlük çekiyorum.


Turgay olanları anlatırken ajanstaki bütün arkadaşlar odamdaydı. Gülelim mi, ağlayalım mı, şaşırıp kalmıştık. Oysa sözü edilen Mermutlu’yu dönemin aklı başında, sosyal demokrat, emeğin ne olduğunu bilen ve kimi değer yargılarına sahip birisi olarak tanırdık.


Reklamcılığa başlamadan önceki yıllarda uzun süre gazetecilik yapmıştım. Mesleğe, o dönemin en önemli yayın organlarından Akis Dergisi’nde ba?lamıştım. Orada tanıdığım ve ölümüne kadar en yakın dostlarımdan biri olan Hasan Hüseyin Korkmazgil, bu zatın, yani Niyazi Mermutlu’nun hemşehrisiydi. Yanlış anımsamıyorsam, Türkiye İşçi Partisi’ne yani emeği temsil eden partiye de parasal destekte bulunuyordu. Arada sırada Hüseyin’i davet eder, birlikte yiyip içerler, Hüseyin’e şiirlerini okuturdu. Hüseyin de, birlikte olduklarının ertesinde bana ballandıra ballandıra anlatır, o şair yanının inceliğiyle, Niyazi Mermutlu’yu ve benzerlerini idealize ederek, “Ulan domuz, umudunu yitirme, bu ülkede sosyalizmi işçi sınıfı tek başına kurmayacak. Amele, maraba, ırgat hamurundan gelen işadamı dolu etrafımız” derdi. Aslında gerçekten de öyleydi. Sosyalizmin, komünizmin, ne denli çetin bir süreç olduğunu algılayamadığımız, karşımıza kimlerin nasıl dikileceğini kestiremediğimiz, 27 Mayıs olgusunu gerçek bir devrim gibi algıladığımız için, bizimle birlikte, sosyalizmle ilgisi olmayan pek çok sosyal adaletçi de TİP saflarında yer aldı. 27 Mayısçılardan Albay Muzaffer Karan’ın, dönemin ünlü avukatlarından Orhan Apaydın’ın TİP’e kazandırılması için peşlerinde nasıl koşturduğumuzu şimdi burnumun direği sızlayarak anımsıyorum. Görünüşe aldanmamalıydık.

O gece saatler ilerledikçe Turgay'ın öfkesi öyle bir şamataya dönü?müştü ki, saat on bire kadar, Mermutlu odaklı espriler ve Turgay’ın şaklabanlıkları birbirini izledi. Çok mutluyduk, çok eğlendik. Evet, o, Turgay Betil’di. Türkiye’nin yetiştirdiği grafik sanatçılarının en yeteneklilerinden biriydi. Altı aydır birlikte çalışıyorduk. Bir yıl kadar önce Ankara’ya yerle?miş, Savaş İncer, Oğuz Tığlı ve Korkut’un (soyadını anımsayamadığım için üzgünüm) kurduğu Grafika adlı bir grafik atölyesinde çalışıyordu. Tanıştığımızda, iş arkadaşlarının yeterince profesyonel olmadığından, oysa Ankara’da çok verimli bir iş ortamı bulunduğundan, ama bunu onlara anlatamadığından yakınıyor ve arayış içinde olduğunu söylüyordu. Çok kısa bir süre sonra Oğuz Tığlı ile birlikte benim ajansıma katıldılar. Birlikte çok keyifli işler yaptık."

Arşivden : Markom...



Markom. Bilezikçi Sokak, Pangaltı. Kadri Öztopçu ile, benim odadaki masaya yayılmışız. Arkada üstü örtülü Underwood daktilo, Dawes marka bisiklet... Herhalde 1985 veya 1986 olmalı.

Salı, Mayıs 09, 2006

Arşivden : Ajans Ada kutlamalarında...



Eli Acıman, Çetin Ziylan ve bendeniz...

Ne yazık ki arkasına yazmamışım nerede ve kaç tarihinde çekilmiş. Ama kafamdaki kayıt, bu fotoğrafın, davetli olarak gittiğim(iz) Ajans Ada'nın bilmem kaçıncı kuruluş yıldönümünden olduğu biçiminde. Bir vapura binmiştik Kadıköyden, Boğazda gezmiştik. Çetin abiye gösterip doğrulatacağım bakalım o ne diyecek. (Elindeki bardakta içki varsa, ender bir an demektir !) Ajans Ada'dan genç arkadaşlar, örneğin sevgili Oğuzhan Akay, hatırlayabilirler tarihi ve/veya Eli Acıman'ın gelip gelmediğini o akşam.

Nasıl reklamcı olunur?

Aşağıdaki anlatımın dışında bir yol biliyorsanız, lütfen bana iletin

1) Reklamcılık okulunu bitiriniz. (Yetmez)

2) Reklamcılığa aşık olunuz. Gerekirse ailenizi karşınıza alınız.(Yetmez)

3) Azimli olunuz. 14 ay boyunca sürekli olarak bütün ajansların kapısını değişik yolardan çalınız. (Yetmez)

4) Kararlı olunuz. 7 ay boyunca kendinize tek bir ajans belirleyip oraya stratejik yaklaşınız. (Yetmez)

5)Yetenekli olunuz. Bir ajansa (hatta sektöre) girer girmez, ilk gece, müşteriye sunulacak ana senaryo fikri bulunuz(Yetmez)

6) Çok çalışınız. Size masa bile verilmese de burnunuzu her işe sokunuz. (Yetmez)

7) Para beklemeyiniz. Ne veriliyorsa yetininiz. (Ama yetmez)

8) Size ne görev veriliyorsa, yapamayacağınızdan bile korksanız kabul ediniz. Küstah olmayınız. (Bu yetebilir)

9) Hoş sohbet olunuz. Etrafınızdaki herkesi neşelendirip güldürecek hikayeler uydurunuz. (Evet doğru yoldasınız)

10) İyi bir oyuncu olunuz. Bunu her fırsatta kullanınız. (İŞTE BİR REKLAMCI OLDUNUZ)

YA DA EN İYİSİ KISA YOLDAN BİR TORPİL BULUN. BÜTÜN MESLEK HAYATINIZ BOYUNCA YAN GELİP YATIN. (TEBRİKLER DAHA KIYMETLİ BİR REKLAMCI OLDUNUZ)


Kusura bakmayın, biraz sinirliyim de...
Ayağıma basıldı bağırıyorum işte!

Pazar, Mayıs 07, 2006

Sözümüz özümüz mü?

Bugünlerde, Karaman’da yoğunlaşan bir dil etkinliği yaşanıyor. Karaman Türk Dil Bayramı... Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277 yılında çıkardığı ünlü fermanın yıldönümü nedeniyle 46 yıldır kutlanan bir bayram Karaman Dil Bayramı. Ama gelin görün ki, bayram demeye bin tanık ister... Tıpkı, kimi illerimizin düşmandan kurtuluşu için her yıl yinelenen sokak müsamereleri gibi. Göstermelik birkaç toplantı, Karaman caddelerinde aklına gelenin eline bayrağı kapıp katıldığı geçit törenleri, yüce Türk Dili adına atılan anlamsız ve Türkçe’den uzak söylevler, daha da beteri, yine doğru Türkçe’yle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan kimi ünlülere verilen ödüller...

Oysa gönül isterdi ki bu bayram, Türkçe’nin bugün gereksinim duyduğu ilgiyi yaratacak güçte ve boyutta kutlansın, Karaman yerelinde kalmayıp, Türkiye genelinde yankı bulsun, konferanslar, tartışmalar, yarışmalar, sergiler birbirini izlesin, kamu kurumlarından bilim adamlarına, sanatçılardan iletişimcilere büyük katılımlar sağlansın, kitle iletişim araçları yoğun ilgi göstermek zorunda kalsın, dilimizin, içinde bulunduğu sorunlardan arındırılabilmesi için kalıcı çözümler üretilsin... Boşa bekledik, anlaşılıyor ki, hep boşa bekleyeceğiz.

Bütün bu olumsuzluklara karşın bu yılki kutlamalara yeni bir boyut kazandırabilmek amacıyla bir dizi film ve basın ilanı hazırlandı. Filmlerin RTÜK’ün sağlayacağı destekle televizyonlarda yayımlanması bekleniyor. Belki de yayımlanmaya başlanmıştır. Ama hiç kuşkum yok ki, bu filmler, televizyonların en az izlenen saatlerinde yasak savmak amacıyla üç beş kez yer alacak, o kadar... Türkçe’nin bugünkü duruma gelmesinde en büyük sorunu oluşturan kitle iletişim araçlarından ve özellikle de televizyonlardan başka ne beklenebilir ki?

Kenan Işık, Ayşenur Yazıcı, Ayşe Kulin, Hülya Koçyiğit, Can Gürzap, Nebil Özgentürk gibi ünlülerin de rol aldığı filmlerde, Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277 yılındaçıkardığı fermandaki tümce güncelleştirilerek kullanıldı. Fermandaki tümce o günün diliyle şöyle: "Şimden geru hiç kimesne kapuda ve divanda ve meclis ve seyranda Türki dilinden gayrı dil söylemeye." Güncelleştirilen metinde ise “Bundan böyle, evde okulda, basında yayında, bilişimde sanatta, işte ve her yerde, güzel Türkçe kullanalım. Sözümüz özümüzdür.” deniliyor. Bu tümcedeki “güzel Türkçe”nin “doğru Türkçe” olması daha doğru olurdu diye düşünüyorum. Nerde kaldı güzel Türkçe, doğru kullanalım yeter... “Sözümüz özümüzdür” ise, Türkçe konusunda bugüne kadar edilmiş en etkili ve en güzel söz... Ama anlayana.

İşte, “söz”ümüze bir türlü yansımayan, ya da tam tersi, birebir yansıyan “öz”ümüz konusunda sayılamayacak kadar çok ibret verici örnekten biri. Birkaç yıldır canlanan konut yatırımlarının ortaya çıkardığı

ibret tablosu.

Aktel Residence • Alice Village • Almondhill • Andromeda • Arkeon Evleri • Artell Forum • Atapark Residenc • Atrium Residence • Avangarden • Bautek Kuğu Evleri • Çamder Prestige Evleri • Dora Park • Diamond • Elysium Garden • Evidea • Fibalife Evleri • FMS Park Village • Fulya Residence • Highpark • Hillside • Incity • Istanbul Bis • Isthanbul Evleri • Kemer Hill • Kentplus • Main Towers Residence • Marenegro • Mashattan • Metrocity • Millenium Park • Misstanbul Evleri • Moontown • My Country • My World • Narcity • Natilus Residence • Neo Park • Palladium Residence • Pelican Hill • Pegasus • Residence • Polat Tower • Regnum Bargylia • Regnum Sky Residence • Rivera Runch • Riverside Ömerli • Sample City • Sealybria • Selenium Panorama • Selenium Twins • Selimdğlu Residence • Stargate • Suncity • Sunflower Evleri • Şelale Space Center • Terrace Fulya • Terrace İstanbul Villaları • Trend • Uphill Court • Villa Mare • Villawie • Yakacık Country • Yeshill

Cuma, Mayıs 05, 2006

FUTBOL KULÜPLERİ

Son zamanlardaki futbol yöneticilerinin abuk sabuk demeçleri kulağımızı gerçekten kirletir oldu.
Geniş kitlelere hakim olan bu kulüpler aslında ellerinde birer bomba taşıdıklarının farkında değiller.

Benim nacizane tavsiyem bu kulüplerin iyi birer PR şirketi veya iletişim uzmanı ile çalışmaları.
Size diyeceğim bir şey var. Şu Seda muhabbeti sırasında aklıma geldi.

İzmir'de benim de sık sık çalıştığım bir plato var, adı Video Prodüksiyon. Sahibi ise Osman Korkmaz. Hani arkanızı rahatça dönebileceğiniz nadir insanlar vardır ya, işte onlardan biridir Osman. Güvenebilirsiniz sonuna kadar. Adam kafayı kırdı ve İzmir'e epeyce gömlek fazla gelecek bir sistem kurdu. İstanbul'dan bir kaç yapımcı ya da yönetmen onu keşfetmiş, son derece ekonomik koşullarda filmlerini burada, onun platosunda çekiyor.

Hani şimdi güneye inesiniz gelir ya. Bir de elinizde güzel bir iş vardır buralarda çekmeniz gereken, hani bir de plato falan lazım gelir. İşte o zaman aklınıza Osman gelsin gerçekten. Teknik olanaklarını, verebileceği desteği kendisinden dinleyebilirsiniz.

Birine birine tavsiye ederken kılı kırk yararım. Ama burada gönlüm rahat. İhtiyacı olana iletişim bilgilerini seve seve iletirim.

Perşembe, Mayıs 04, 2006

Sabah Sabah Seda Sayan

02/05/2006 Sabahı

Programın konuğu Banu Alkan’ın uzatmalı sevgilisi, kabak tadı veren Murat Taşdemir’dir. Muhabbetin ana başlığı "Banu Alkan horluyor" olmasına rağmen Murat Taşdemir’in ani bir açıklaması, stüdyodaki konukları ve televizyon başındaki seyircileri hayretlere düşürür.

Seda Sayan: Anam herkes horlar, şöle bi dürtüvereydin sağa sola doğru, susardı kadıncağız.
Murat Taşdemir: Nereye dürtüyorsun Seda hanım, Banu hanım huylanır. Mesela uyurken omzuna ya da biraz daha aşağısına dokun, hemen uyanır ve kızar.
Seda Sayan: Aaaa siz nasıl şey ediyordunuz?
Murat Taşdemir: Ben 11 senedir Banu Alkan’nın göğüslerini hiç ellemedim, biliyor musunuz?
Seda Sayan: Yok canım, hiç mi mıncıklamadın?
Murat Taşdemir: Yok valla, bozulurum diye elletmedi yıllardır. Elletmez de…
Seda Sayan: Oyyy oyy yazık be anam sana.

Stüdyoda bir uğultu oluşur.

Seda Sayan: Adam da haklı bea, nasıl aldatmasın Banu Alkan’ı?
Murat Taşdemir: Yaa anlayın yıllardır neler çektiğimi…

Seda Sayan diğer konuğunu davet eder. O da Banu Alkan’ın "can dostu" Ferhat Güzel’dir.

Seda Sayan: Ya görüyon mu Ferhat, Murat neler çekmiş? Bu arada siz birlikte Ünlüler Çiftliği’ndeydiniz Banu ile, hiç horladığını duydun mu?
Ferhat Güzel: Yoh valla, ben duymadım.
Murat Taşdemir: Nasıl duysun, dışarıda yattı hep, güvenliğe Allah sabır vermiş de uyumuş Banu…
Ferhat Güzel: Yau sen onu bırak da, hiç mi elleşmedin Banu hanımla!
Murat Taşdemir: Yok dedim ya, yaaaa… Elletmedi hiç.
Seda Sayan: Sen ne yapardın Ferhat?
Ferhat Güzel: Yani olaya başlarken elletmez, okşatmaz olabilir. Ama olay bir yerde kopar eninde sonunda, ondan sonra Allah ne verdiyse dalarsın mevzuya. Hatırlamazsın zaten, neresini okşadığını…
Seda Sayan: Tamam Ferhatçım biz senden bir şarkı alalım hemen. Mikrofon nerede mikrofon!!!!!!

Nazım Hikmet'i vatandaşlığa almayın!

Meclisimizin sayısız "çalışma" komisyonundan biri, bugünlerde -fazla mesaiden olsa gerek- mantık sınırlarını zorlayan yasa tasarıları üzerinde çalışıyor. Yeni vatandaşlık yasa tasarısına göre; Nazım'a vatandaşlığının iadesi için, başvurunun "şahsi" yapılması gerekmekteymiş. Yaşım yettiğince, Nazım Hikmet'e vatandaşlığının iadesi için başlatılan bütün kampanyalara katılmış biri olmama rağmen, fikrimi degiştirdim. Nazım Hikmet'i vatandaşlığa almayın! Nasıl olsa vereceğiniz karar, Nazım'ın sıkı bir Türk vatandaşı ve vatanseveri olduğu gerçeğini değiştirmeyecek. Üstelik 3 Haziran 63'ten sonra; Nazım'ın hala "T.C. vatandaşı" olmaması(!) Nazım için bir kayıp değil, aksine Türkiye Cumhuriyet'i için bir ayıptır.

Çocuklarımı seviyorum !

55 kişinin çalışacağı bir ofis yaptık, tesislere çok önem verdik, önemli ajanslardan çok önemli transferler yapacağız, dünya ajansı olacağız biz...

Şaka bir yana...

Bir reklam ajansında ajans başkanı olmak zordur aslında, ama onu kolaylaştıran bir ekibin varsaaaa... Of of o zaman süper zevk alırsın işinden.

Çocuklarım boş zamanlarını değerlendirmek için kendilerine blog açmışlar, yorumlarınız olursa gayet serbest katılma şansımız var, paylaşmak istedim.

Haluk abi sana teşekkür ediyor mandalina, traktör meselesi.

http://www.dwtmandalina.blogspot.com/

Salı, Mayıs 02, 2006

TECRÜBE PAYLAŞIMI...

Roma'ya gitmek hiç kısmet olmamıştı. Ben de aylar önce, gördüğüm bir tur ilanını cazip buldum ve fırsat bu fırsat, Roma'ya gitmeye karar verdim!

Tur şirketinin ismi Pronto.Tanınmış, duyulmuş, güvenilir olduğu düşünülen bir şirket. Aslında yaşadıklarımı okuyunca, buna siz karar verin.

Tur kısa bir tur! Zaten uzun uzun tatil yapmak için fırsat da yok! Bu yüzden, turun en cazip kısmı, daha doğrusu satın almamı tetikleyen en önemli kısmı, Cuma sabahı turun erkenden Roma'ya uçuyor olmasıydı. Yani Cuma gününü de kazanacak ve hafta sonunu dolu dolu geçirecektik:)

Bir diğer cazip kısmı ise, kalınacak otelin son derece merkezi olmasıydı. Gezenler bilir, merkezi otel, hayatı inanılmaz kolaylaştırıyor. Bir şehri sevmenizi ya da nefret etmenizi sağlayabilir otelin merkezi olması ya da olmaması. Tabii ki fiyatı da fark ediyor merkezi otelin. Öyle şans değil yani, parasıyla.

Neyse efendim, Perşembe günü akşamına kadar, her şey yolunda gitti. Perşembe günü saat 10.00 gibi bir telefon!

-Yarınki uçağınızın hareket saati değişti!
-Eeee!
-14.20'de uçacaksınız!
-Fakat ben bu turu, sabah erkenden uçuyorsunuz diye satın aldım!
-Olur böyle şeyler! Telefon açıp söylemeseydik de, havaalanında rötar var mı deseydik!

1. ŞOK!
Mantığa bakar mısınız! Söylediğimize dua edin diyorlar yani : ) Bu arada, son güne kadar uçak saatlerimiz asla değişmez diyorlardı.

Neyse, hay allah gitti Cuma günü diye söylene söylene, yine gittik tabii havaalanına Cuma günü. İşlemlerimizi yaptırdık! Bir güler yüz, bir cana yakınlık anlatamam! İnsan var bunun arkasında bir şey demeden edemiyor!
İşte bir sürü evrak vs verdiler elimize, geçtik bekliyoruz uçağı. Ben dur bakıyım neymiş bu evraklar diye bakınırken, bir de ne göreyim!

2. ŞOK!
Otel değişmiş! Ve bunu bize kimse söylemiyor! Ben bir evrağın üzerinden okuyorum bunu! Bir şekilde rehbere ulaşıyorum, durumu soruyorum, cevap şu: Olur böyle şeyler : ) Roma çok dolu!
- Eeee! Ben merkezi otele gidiyoruz diye tercih etmiştim bu turu!
- Bu da merkezi canım!
- Haritada yerini gösterebilir misiniz?
- Haritada görünmüyor!
- : )

Bitti mi? Hayır!

Tabii ki uçak bir de rötar yaptı, yaklaşık 1 saat! Tüm bunlara rağmen... Tur saati zaten 4,5 saat kaymış, üzerine uçak rötar yapmış... İndik Roma'ya, artık otele gideriz de, kurtuluruz şu felaketten diye düşünürken, rehberimiz ne dese beğenirsiniz!
- Eveet, Roma'ya hoş geldiniz! Turumuzda bir takım aksamalar oldu, doğrudur!
Fakat mal bu! Hiç somurtmayın! Ya da somurtun, tatiliniz iyice rezil olsun, siz bilirsiniz!

Bu rehber arkadaş, o otobüste linç edilmediyse, bu tura katılan insanların sağduyusudur tamamen!

Bitti sanıyorsunuz değil mi? Hayır!

Dedim ya tüm bunlara rağmen, rehber arkadaş inatla demez mi ki, şimdi programda göründüğü gibi şehir turumuzu yapacağız!

- Ne programı? Programın neresine uydunuz ki? Ne kadar sürer bu şehir turu? (Bu arada saat 18.00 civarı)
- 4, 5 saat!
- Katılmak zorunda mıyız?
- Katılmak istemiyorsanız, atlar taksiye gidersiniz otele!
- Pardon!

Arkadaşlar, daha önce de birçok kez bireysel olarak gittim yurtdışına, kendi otelimi kendim buldum pekala ama...
Bu otel harita da bile görünmüyor! Tamamen muamma! Nasıl gidebiliriz filan deyince de, o zaman gitmeyin, katılın tura oldu cevap. Ve bu kendini rehber sanan arkadaş, bizi aç açına, saat tam 21.30'a kadar Roma gezdirdi.

Sonra ne oldu dersiniz! Eh artık otelimize gideriz değil mi? Bizi ve sinirlerimizi yeterince sınadınız, bakın hiç arıza çıkartmadan, koyun gibi izledik sizi, artık gidelim otelimizenin cevabı da şu oldu:
- Acıkmışsınızdır! Turumuzda, yemekli bir akşam yemeği de var biliyorsunuz, isterseniz şimdi de onu yapalım!
- Hayır yapmayalım, otele gidelim!
Rehber sorar!
-Acıktık değil mi?
Herkes
- Eveeet!
- Tamam o zaman, sizi yemeğe götüreyim! Ama aramızdan bir kişi bile yok ben gelmem derse, otele dönmek zorundayız! Artık bu saatte ne yersiniz, ne içersiniz bilmem! Var mı aç kalmak isteyen? Psikolojik baskıya bakar mısınız? Buna rağmen itiraz ettim! Var dedim! Tura katılanları resmen karşı karşıya getirdi adam! Bir yanda açlık, bir yanda otele gitme isteği. Ve ne yaptı etti bu rehber arkadaş, bizi o yemeğe götürdü arkadaşlar.

Nereye gittik biliyor musunuz?

Leylim Ley türküsü söylenen, Türkler'in çalıştığı, belki çalıştırdığı ve kesin ağır komisyonların döndüğü, salaş bir restorana! Mönünün rezaletini hiç anlatmayacağım, çünkü yemedim! En azından onu yaptım, mönü yemeyi reddettim! Tura katılan diğer insanlardan çok daha güzel şeyler yiyerek, hiç olmazsa doğru düzgün şarap içerek, onların verdiği parayla neredeyse aynı parayı verdim. Bu arada, öyle rahat rahat yemek yediğimizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz, güzelim Roma akşamındaki yemeğe, öğlen yemeği muamelesi yapıldı ve 1 saat verildi bizlere : ) Artık aceleyle ne yediysek : )

Tabii ki şov devam etti. Önce, şehrin en ücra köşesindeki otelde kalan katılımcılar oteline bırakıldı. Gecenin 1'i, yol kenarlarında otostop çeken, mini etekli kızların yanından geçerek (yol kenarı dediysem, otoban yani) o ücra otele insanları bırakıp, saat 02.00 gibi otelimize vardık.

Otelin en yakın metro istasyonuna 1 km civarı uzaklıkta olduğunu, 4 gün boyunca dünyanın taksi parasını vermek zorunda kaldığımı filan hiç önemsemiyorum inanın. Çünkü 2. günün sabahı tur rehberimiz başka bir şehre gitti de, kurtulduk ondan:)

Unutmayın! Turun adı Pronto. Rehberin adı ise, ne yazik ki Kaan'dı : ) Bu da bana ders olsun! Mal bu : )

Siz kaçın kendinizi kurtarın, ben arkadakileri oyalarım.

Sevgiler

Kağan İşmen

küfür

Paylaşmak istediğim bir konu var. Bu konu bugün bir kez daha aklıma takıldı ve beni etkiledi, onun için paylaşıyorum.

Önce yine biraz eskiye gideyim. Ben eskiden asla ve asla küfür etmezdim ve küfürden de, küfür edenden de hiç hoşlanmazdım. Yanımda edilen bir küfür için kavga çıkardığım bile olurdu.

Amaaaaa...

Kocam iyi küfreder. Ortağım Öcal da. Bir süre önce yolları ayırdığımız eski ortağım Murat İyriboz ise aman allah. Hiç yakası açılmadık küfürleri ondan duydum. Bu konuda inanılmaz bir yaratıcılığı vardır. Murat ile her konuşmamız kavgayla biterdi, ben kıpkırmızı olurdum, o da açıl kızım biraz diye dalga geçerdi, hayat küfürsüz geçmez, küfret bak açılırsın derdi. Erkek kardeşim de oldukça iyidir küfür konusunda.

Çevremdeki bu küfürbaz erkeklere (babam mı, hayır, o eski bir asker olarak inanılmaz bir beyefendidir) bir de Benan katıldı. Benim yakın arkadaşımdır ve sıkı kızdır. Onunla ortak yürüttüğümüz 6 aylık bir proje sırasında da onun küfürlerine alıştım.

Bir gün birdenbire küfretmeye başladım. Kendimi paraladığım bir işin ters gitmesi beni çıldırttı ve hanımefendiliği bir yana bırakıp Allah ne verdiyse sıraladım. Literatürümün epeyce iyi bir noktaya geldiğini farkettiğim bir anda çevremdeki şaşkınlığı algıladım. Ve bekaret bitti.

Şimdi, bu kadar laftan sonra gelmek istediğim nokta şu; kim olursa olsun herkes bir gün değişebilir, bu bir. Ama bunu geçiniz, asıl önemli olan ikincisi; önceleri fena halde reddettiğin, aşağıladığın bir şeyi bir süre sonra doğal karşılıyorsun. Bu kimlik değişimi falan değil. Alışkanlık, tanıdık gelme, affedici olma, hele bir de ben deneyeyim bakalım iyi oluyor muymuş deme falan mı? Yoksa birine kırk gün deli dersen sonunda olur gibi birşey mi? Çok kötü bir reklamı milyon kere döndürüp insanların aklına kazımanın, tanıdık, bildik kılmanın altında da bu mu yatıyor yoksa? Nedir, deyin bakayım bir.

Demem o ki, şu İzmirliler'den öylesine yaka silkmişim ki, sunturlu bir küfür patlattım. Ohhhh rahatladım ama sonra farkettim ki hiç duymadığım bir küfür etmişim, yani ben yaratmışım. Buradaki millet beğendi, alkışladılar. Ben alkışlamadım. Ama bu işin artık bana da tatlı gelmesine, doğal gelmesine fena bozuldum.

Hani yarın maç var ya, ne bileyim işte...

Pazartesi, Mayıs 01, 2006

Bu hafta çok sFortis olacak.

Sizleri bilmem ama ben kendimi bu maça hazırladım. Kendimi başlıktaki gibi çok "sFortis" hissediyorum.

Neyden mi bahsediyorum?

Fortis Türkiye Kupası'nda final heyecanından.

Hangi takımı desteklediğimi ise, buradan söyleyemiyorum.
İçimde saklıdır hep.

Not: Maç, Fenerbahçe ile Beşiktaş arasında oynanacak. Üçüncü şahısları bilemem.

Bu post'u daha fazla uzatırsam, spor yazısına dönüşecek.:)

Yuh ! Oha ! Çüş !

Lakeside Home Villaları, Century 21 diye bir yerden 'spam' geldi... Bilin bakalım kaç kişiye e-postalanmış ? 3500 civarında !!!
(Mesajı gönderen fazila@century21platin.com görünüyor)

Türkçeyi vs bir tarafa bıraktım, kafamı kurcalayan başka bir şey var : Bütün bu e-posta adresleri ortada ve bakınca anlaşılıyor ki tümü reklam, reklamveren, mecra sektöründe vb'de çalışan kişiler. Yani isimler ve adresler, ya bir İnternet servis sağlayıcı ya bir mecra kuruluşu tarafından pazarlanmış belki de.

Hepsine mail mesajı atmak istedim. Gelin protesto edelim diye. Mesaj gitmedi tabii.

İnanılmaz sinirliyim. Birilerini elime geçirsem ne yaparım bilmem. Başlıktaki ve daha ağırı sözcüklerle ifade etmiş olayım şimdilik.

Aynı durumda olan kişiler varsa aramızda ve spam'i hemen çöpe attılarsa, protesto mesajlarını yukarıda verdiğim adrese gönderebilirler.

Günlerden pazartesi

Aylardan Mayıs,
Günlerden pazartesi,
Havalardan yağmur,
İnsanlardan reklamcı...

Grip olmak için mükemmel bir gün!

Bir reklamcı yağmurlu bir bahar gününde, pazartesi sabahı gripli gripli nasıl çalışır;

"Patron bak anlatabilirim; dün tam yoğunlaştım, mükemmel bir fikir beynimin iç çeperine yerleşmek üzereydi ki, hapşırdım! Fikir sesten ürküp geldiği gibi kaçtı.

Sonra elime kağıt ve kalem aldım. (Valla aldım) Abim, "Hatice bak sana eczaneden ilaç aldım. Hadi iç." dedi. Bir elimde kağıt diğerinde kalem; usta, ilacı taşıyacak organ kalmamış. Mecburen kalem tutan elime hapı, kağıt tutan elime suyu aldım.

Yani dün çalışamadan, bugün iş başı yaptım.

Hayır, eve gitmek istemiyorum. Sadece elimdeki bu kağıt parçasının üzerindeki saçma fikirlerden neden utandığımdan bahsetmek istiyorum. Evet, evet, eminim, eve gitmek istemiyorum!

Bu kağıttakileri de bu sabah işe gelince yazdım. Kusura bakma, üzerine biraz hapşırdım ama olacak o kadar!
Uyuşuk ve halsiz parmaklarımın yazım hatası yapmış olmasına da bakmazsan sevinirim.

Bir de kapıdaki güvenlik görevlisini şikayet etmek istiyorum! Benim yüzümü ilk kez makyajsız ve çökük görmüş olacak ki, giriş kartımı göstermiş olmama rağmen, cebime para koyup "Git cami etrafında dolaş" dedi!

Yani kem küm, bir de mırın kırın ve hınk mınk!"