Turgay Betil diye biri vardı...
Eski defterleri karıştırırken, bir türlü tamamlama ve yayımlama yürekliliğini gösteremediğim anılarımla ilgili notlar çıktı karşıma. 1970'in ortaları önümdeydi. Okudukça duygulandım, içim burkuldu. Bir bölümünü buraya aktarmaktan kendimi alamadım. Umarım gereksiz ber zevzeklik yaptığım sonucuna varmazsınız.
"Odama hışımla girdi. Burnundan soluyordu. Ama ne burun ve ne soluma... Zaten olağandan büyük olan kanatları solumaktan yana açılmış, burnu iyice yassılmıştı. şimdi aslana daha çok benziyordu. Ben onu zaten hep aslana benzetirdim. Nasıl mı? Ablak, köşeli ve büyük bir yüz düşünün. Uygun yerlerine, kuyrukları a?ağı sarkmış, bebekleri gri ile ela arası iki kocaman göz yerleştirin. Göz kapaklarını ve üzerindeki kaşlarının uzun kıllarını da aşağı sarkıtın. Kirli sarı, düz, uzun ve yine aşağı sarkık düzensiz bıyıklarının altına, ince dudaklı geniş bir ağız yerleştirin, sonra da o kocaman yüzü, kulaklarını örtecek şekilde omuzlara kadar inen düz kumralla sarı arası saçlarla çerçeveleyin. Bu, onun sadece dış görünüşü, ama asıl aslana benzeyen yanı, bakışları. Hani belgesel filmlerde sakin sakin oturan aslanın gözlerindeki o umursamaz ama, meydan okuyan bakış var ya, işte onunki gibi... O da bu benzerliğin farkında olduğu için, bunu yeteri kadar kanyak (konyak değil, o yıllarda konyağı zaten tanımazdık ve tanısak da almaya gücümüz yetmezdi) içtiği keyifli anlarında keyifle kullanırdı. Yere çöküp, kalın ve küt parmaklı ellerini, aslanın pençeleri gibi tahta taburenin üzerine koyar, Metro Goldwin Mayer aslanı gibi başını iki yana çevirerek öyle bir kükrerdi ki, biraz sonra bir Hollywood filminin jeneriği başlayacak gibi gelirdi bize. İnanılmaz bir taklit ve oyunculuk yeteneği vardı. Yanılmıyorsam bazı oyunlarda sahneye de çıkmıştı ve zaten küçük karde?ş İstemi de tanınmış bir tiyatro oyuncusuydu.
Bir saat kadar önce, günlerdir özenle ve keyifle hazırladığı poster taslaklarını sunmak için Ankara’daki ünlü bir makarna fabrikatörü (şimdi büyük bir yanlşla, patronu yerine üretici diyoruz) olan Niyazi Mermutlu’ya gitmişti. Giderken pek keyifliydi, çünkü koltuğunun altındaki işler gerçekten çok güzeldi. Ama dönüşü pek keyifli olmadı. Elindeki dörde parçalanmış poster eskizlerini masamın üzerine fırlattı, sunturlu bir küfür savurarak,
- Çabuk bana kanyak aldır, yoksa birilerini hacamat etmek üzereyim, dedi. Saat dördü geçiyordu ve kanyak zamanı gelmek üzereydi. Aralık kapıdan şaşkın bakışlarla bizi izleyen karanlıkodacı yeğenim durumu kavramış ve dışarı fırlamıştı bile. O homurdanmaya ve küfür etmeye devam ediyor,
- Ah ülen ah, annem beni bugünler için mi doğurdu; reklamcığın da, grafikerliğinin de, diye başlayıp ana avrat düz gidiyor,
- Ulan yumurtayı kıçının altından alırken tavuğa malzemesini mi soruyorlar?.. Üstelik bi de acırlar yumurtlarken kıçını yırtıyor diye. Bizim kıçımızın nasıl yırtıldığını soran mı var?.. Kanyağından birkaç yudum alıp sakinleşince olup bitenleri bir solukta anlattı. Efendim, makarnacı Mermutlu önüne konulan işleri çok beğenir, onu üstüste tebrik eder ve sonunda ne kadar ödeyeciğini sorar. Beş yüz lirayı duyunca da, masadan fırlayıp, daha önceki aşırı nezaketini telafi edercesine, “Ne beş yüz lirası kardeşim, benim alnımda enayi mi yazıyor? Sen bunlar için kullandığın kâğıdın ve boyanın hesabını iyi yap, üzerine de elli lira koy, ancak onu öderim sana, der. Donup kalan arkadaşımız verecek yanıt bulamayınca, gözlerini Mermutlu’nun gözlerine dikip bir süre bekler ve sonra tam kendine yaraşır bir tavırla masanın üstündeki göz nuru tasarımları alır, Mermutlu’nun engellemesine meydan bırakmadan ortalarından bir güzel dörde böler ve “Kâğıtlar da boyalar da yok oldu; böylece elli liradan da kurtuldun, eyü müüüü?” der ve kapıyı çarpıp çıkar.
Bu olay yıllar sonra, Reklamcılık Vakfı yayınlarının sorumlusu olarak yayımlanmasına katkıda bulunduğum, Joey Reiman’ın İyi Yaşamak İçin Yaratıcı Düşünmek adlı kitabı nedeniyle bir kez daha gözlerimin önüne serildi ve içim burkuldu. O kitapta da Reiman tıpatıp benzer bir olayı örnek olarak anlatır. O bölümü olduğu gibi aktarmaktan kendimi alamıyorum.
“Bir gün, o akşamki gala için çok acil olarak saçının yapılmasını isteyen bir kadın ünlü bir kuaförü evine çağırır. Kuaför, sadece bir kurdele ve bir fırça ile başyapıtını yaratmaya koyulur. Otuz dakika sonra saç yapılmıştır ve kadın gözlerine inanamaz. ‘Borcum ne?’ diye sorar. ‘2.000 Dolar’ diye yanıtlar kuaför. Kadın donup kalır. ‘Bu insafsızlık’ der. ‘Bir kurdele için size 2.000 Dolar veremem.’ Kuaför kurdeleyi hızla çeker. Başyapıt, karmakarışık bir saç yığını haline dönüşür. ‘Pekâlâ, kurdele için para istemiyorum’ der. Kadın yıkılmıştır.”
Düşünüyorum da, böylesine evrensel olan insan yapısının, sorun yaratmaktaki başarısını, çözüm üretmekte niçin gösteremediğini anlamakta güçlük çekiyorum.
Turgay olanları anlatırken ajanstaki bütün arkadaşlar odamdaydı. Gülelim mi, ağlayalım mı, şaşırıp kalmıştık. Oysa sözü edilen Mermutlu’yu dönemin aklı başında, sosyal demokrat, emeğin ne olduğunu bilen ve kimi değer yargılarına sahip birisi olarak tanırdık.
Reklamcılığa başlamadan önceki yıllarda uzun süre gazetecilik yapmıştım. Mesleğe, o dönemin en önemli yayın organlarından Akis Dergisi’nde ba?lamıştım. Orada tanıdığım ve ölümüne kadar en yakın dostlarımdan biri olan Hasan Hüseyin Korkmazgil, bu zatın, yani Niyazi Mermutlu’nun hemşehrisiydi. Yanlış anımsamıyorsam, Türkiye İşçi Partisi’ne yani emeği temsil eden partiye de parasal destekte bulunuyordu. Arada sırada Hüseyin’i davet eder, birlikte yiyip içerler, Hüseyin’e şiirlerini okuturdu. Hüseyin de, birlikte olduklarının ertesinde bana ballandıra ballandıra anlatır, o şair yanının inceliğiyle, Niyazi Mermutlu’yu ve benzerlerini idealize ederek, “Ulan domuz, umudunu yitirme, bu ülkede sosyalizmi işçi sınıfı tek başına kurmayacak. Amele, maraba, ırgat hamurundan gelen işadamı dolu etrafımız” derdi. Aslında gerçekten de öyleydi. Sosyalizmin, komünizmin, ne denli çetin bir süreç olduğunu algılayamadığımız, karşımıza kimlerin nasıl dikileceğini kestiremediğimiz, 27 Mayıs olgusunu gerçek bir devrim gibi algıladığımız için, bizimle birlikte, sosyalizmle ilgisi olmayan pek çok sosyal adaletçi de TİP saflarında yer aldı. 27 Mayısçılardan Albay Muzaffer Karan’ın, dönemin ünlü avukatlarından Orhan Apaydın’ın TİP’e kazandırılması için peşlerinde nasıl koşturduğumuzu şimdi burnumun direği sızlayarak anımsıyorum. Görünüşe aldanmamalıydık.
O gece saatler ilerledikçe Turgay'ın öfkesi öyle bir şamataya dönü?müştü ki, saat on bire kadar, Mermutlu odaklı espriler ve Turgay’ın şaklabanlıkları birbirini izledi. Çok mutluyduk, çok eğlendik. Evet, o, Turgay Betil’di. Türkiye’nin yetiştirdiği grafik sanatçılarının en yeteneklilerinden biriydi. Altı aydır birlikte çalışıyorduk. Bir yıl kadar önce Ankara’ya yerle?miş, Savaş İncer, Oğuz Tığlı ve Korkut’un (soyadını anımsayamadığım için üzgünüm) kurduğu Grafika adlı bir grafik atölyesinde çalışıyordu. Tanıştığımızda, iş arkadaşlarının yeterince profesyonel olmadığından, oysa Ankara’da çok verimli bir iş ortamı bulunduğundan, ama bunu onlara anlatamadığından yakınıyor ve arayış içinde olduğunu söylüyordu. Çok kısa bir süre sonra Oğuz Tığlı ile birlikte benim ajansıma katıldılar. Birlikte çok keyifli işler yaptık."
"Odama hışımla girdi. Burnundan soluyordu. Ama ne burun ve ne soluma... Zaten olağandan büyük olan kanatları solumaktan yana açılmış, burnu iyice yassılmıştı. şimdi aslana daha çok benziyordu. Ben onu zaten hep aslana benzetirdim. Nasıl mı? Ablak, köşeli ve büyük bir yüz düşünün. Uygun yerlerine, kuyrukları a?ağı sarkmış, bebekleri gri ile ela arası iki kocaman göz yerleştirin. Göz kapaklarını ve üzerindeki kaşlarının uzun kıllarını da aşağı sarkıtın. Kirli sarı, düz, uzun ve yine aşağı sarkık düzensiz bıyıklarının altına, ince dudaklı geniş bir ağız yerleştirin, sonra da o kocaman yüzü, kulaklarını örtecek şekilde omuzlara kadar inen düz kumralla sarı arası saçlarla çerçeveleyin. Bu, onun sadece dış görünüşü, ama asıl aslana benzeyen yanı, bakışları. Hani belgesel filmlerde sakin sakin oturan aslanın gözlerindeki o umursamaz ama, meydan okuyan bakış var ya, işte onunki gibi... O da bu benzerliğin farkında olduğu için, bunu yeteri kadar kanyak (konyak değil, o yıllarda konyağı zaten tanımazdık ve tanısak da almaya gücümüz yetmezdi) içtiği keyifli anlarında keyifle kullanırdı. Yere çöküp, kalın ve küt parmaklı ellerini, aslanın pençeleri gibi tahta taburenin üzerine koyar, Metro Goldwin Mayer aslanı gibi başını iki yana çevirerek öyle bir kükrerdi ki, biraz sonra bir Hollywood filminin jeneriği başlayacak gibi gelirdi bize. İnanılmaz bir taklit ve oyunculuk yeteneği vardı. Yanılmıyorsam bazı oyunlarda sahneye de çıkmıştı ve zaten küçük karde?ş İstemi de tanınmış bir tiyatro oyuncusuydu.
Bir saat kadar önce, günlerdir özenle ve keyifle hazırladığı poster taslaklarını sunmak için Ankara’daki ünlü bir makarna fabrikatörü (şimdi büyük bir yanlşla, patronu yerine üretici diyoruz) olan Niyazi Mermutlu’ya gitmişti. Giderken pek keyifliydi, çünkü koltuğunun altındaki işler gerçekten çok güzeldi. Ama dönüşü pek keyifli olmadı. Elindeki dörde parçalanmış poster eskizlerini masamın üzerine fırlattı, sunturlu bir küfür savurarak,
- Çabuk bana kanyak aldır, yoksa birilerini hacamat etmek üzereyim, dedi. Saat dördü geçiyordu ve kanyak zamanı gelmek üzereydi. Aralık kapıdan şaşkın bakışlarla bizi izleyen karanlıkodacı yeğenim durumu kavramış ve dışarı fırlamıştı bile. O homurdanmaya ve küfür etmeye devam ediyor,
- Ah ülen ah, annem beni bugünler için mi doğurdu; reklamcığın da, grafikerliğinin de, diye başlayıp ana avrat düz gidiyor,
- Ulan yumurtayı kıçının altından alırken tavuğa malzemesini mi soruyorlar?.. Üstelik bi de acırlar yumurtlarken kıçını yırtıyor diye. Bizim kıçımızın nasıl yırtıldığını soran mı var?.. Kanyağından birkaç yudum alıp sakinleşince olup bitenleri bir solukta anlattı. Efendim, makarnacı Mermutlu önüne konulan işleri çok beğenir, onu üstüste tebrik eder ve sonunda ne kadar ödeyeciğini sorar. Beş yüz lirayı duyunca da, masadan fırlayıp, daha önceki aşırı nezaketini telafi edercesine, “Ne beş yüz lirası kardeşim, benim alnımda enayi mi yazıyor? Sen bunlar için kullandığın kâğıdın ve boyanın hesabını iyi yap, üzerine de elli lira koy, ancak onu öderim sana, der. Donup kalan arkadaşımız verecek yanıt bulamayınca, gözlerini Mermutlu’nun gözlerine dikip bir süre bekler ve sonra tam kendine yaraşır bir tavırla masanın üstündeki göz nuru tasarımları alır, Mermutlu’nun engellemesine meydan bırakmadan ortalarından bir güzel dörde böler ve “Kâğıtlar da boyalar da yok oldu; böylece elli liradan da kurtuldun, eyü müüüü?” der ve kapıyı çarpıp çıkar.
Bu olay yıllar sonra, Reklamcılık Vakfı yayınlarının sorumlusu olarak yayımlanmasına katkıda bulunduğum, Joey Reiman’ın İyi Yaşamak İçin Yaratıcı Düşünmek adlı kitabı nedeniyle bir kez daha gözlerimin önüne serildi ve içim burkuldu. O kitapta da Reiman tıpatıp benzer bir olayı örnek olarak anlatır. O bölümü olduğu gibi aktarmaktan kendimi alamıyorum.
“Bir gün, o akşamki gala için çok acil olarak saçının yapılmasını isteyen bir kadın ünlü bir kuaförü evine çağırır. Kuaför, sadece bir kurdele ve bir fırça ile başyapıtını yaratmaya koyulur. Otuz dakika sonra saç yapılmıştır ve kadın gözlerine inanamaz. ‘Borcum ne?’ diye sorar. ‘2.000 Dolar’ diye yanıtlar kuaför. Kadın donup kalır. ‘Bu insafsızlık’ der. ‘Bir kurdele için size 2.000 Dolar veremem.’ Kuaför kurdeleyi hızla çeker. Başyapıt, karmakarışık bir saç yığını haline dönüşür. ‘Pekâlâ, kurdele için para istemiyorum’ der. Kadın yıkılmıştır.”
Düşünüyorum da, böylesine evrensel olan insan yapısının, sorun yaratmaktaki başarısını, çözüm üretmekte niçin gösteremediğini anlamakta güçlük çekiyorum.
Turgay olanları anlatırken ajanstaki bütün arkadaşlar odamdaydı. Gülelim mi, ağlayalım mı, şaşırıp kalmıştık. Oysa sözü edilen Mermutlu’yu dönemin aklı başında, sosyal demokrat, emeğin ne olduğunu bilen ve kimi değer yargılarına sahip birisi olarak tanırdık.
Reklamcılığa başlamadan önceki yıllarda uzun süre gazetecilik yapmıştım. Mesleğe, o dönemin en önemli yayın organlarından Akis Dergisi’nde ba?lamıştım. Orada tanıdığım ve ölümüne kadar en yakın dostlarımdan biri olan Hasan Hüseyin Korkmazgil, bu zatın, yani Niyazi Mermutlu’nun hemşehrisiydi. Yanlış anımsamıyorsam, Türkiye İşçi Partisi’ne yani emeği temsil eden partiye de parasal destekte bulunuyordu. Arada sırada Hüseyin’i davet eder, birlikte yiyip içerler, Hüseyin’e şiirlerini okuturdu. Hüseyin de, birlikte olduklarının ertesinde bana ballandıra ballandıra anlatır, o şair yanının inceliğiyle, Niyazi Mermutlu’yu ve benzerlerini idealize ederek, “Ulan domuz, umudunu yitirme, bu ülkede sosyalizmi işçi sınıfı tek başına kurmayacak. Amele, maraba, ırgat hamurundan gelen işadamı dolu etrafımız” derdi. Aslında gerçekten de öyleydi. Sosyalizmin, komünizmin, ne denli çetin bir süreç olduğunu algılayamadığımız, karşımıza kimlerin nasıl dikileceğini kestiremediğimiz, 27 Mayıs olgusunu gerçek bir devrim gibi algıladığımız için, bizimle birlikte, sosyalizmle ilgisi olmayan pek çok sosyal adaletçi de TİP saflarında yer aldı. 27 Mayısçılardan Albay Muzaffer Karan’ın, dönemin ünlü avukatlarından Orhan Apaydın’ın TİP’e kazandırılması için peşlerinde nasıl koşturduğumuzu şimdi burnumun direği sızlayarak anımsıyorum. Görünüşe aldanmamalıydık.
O gece saatler ilerledikçe Turgay'ın öfkesi öyle bir şamataya dönü?müştü ki, saat on bire kadar, Mermutlu odaklı espriler ve Turgay’ın şaklabanlıkları birbirini izledi. Çok mutluyduk, çok eğlendik. Evet, o, Turgay Betil’di. Türkiye’nin yetiştirdiği grafik sanatçılarının en yeteneklilerinden biriydi. Altı aydır birlikte çalışıyorduk. Bir yıl kadar önce Ankara’ya yerle?miş, Savaş İncer, Oğuz Tığlı ve Korkut’un (soyadını anımsayamadığım için üzgünüm) kurduğu Grafika adlı bir grafik atölyesinde çalışıyordu. Tanıştığımızda, iş arkadaşlarının yeterince profesyonel olmadığından, oysa Ankara’da çok verimli bir iş ortamı bulunduğundan, ama bunu onlara anlatamadığından yakınıyor ve arayış içinde olduğunu söylüyordu. Çok kısa bir süre sonra Oğuz Tığlı ile birlikte benim ajansıma katıldılar. Birlikte çok keyifli işler yaptık."
5 Comments:
Şahin, ne zevzekliği allah aşkına ! Lütfen başka anılar da naklet. İhtiyaç var.
Hatta, ismini kaydettiğim, ama el sürmek fırsatını bulamadığım 'Türk Reklamcılığına Emeği Geçenler' blogunu da bir an önce yoluna koymak için birlikte örgütlenelim. Her alandan isimleri, kaybettiklerimiz başta olmak üzere, saptayalım. Hayat öykülerini, katkılarını, eserlerini, fotoğraflarını vb belgeleyelim. Nereden nereye gelindiğini gençler görsünler.
İzmir'den destek isterseniz varım, varız.
Devamını isteriz:)
Turgay Betil ile çalıştığı son ajans olan Rota Reklamcılık'ta tanıştım. 1991'de. Bir yılı aşkın bir süre neredeyse aynı masada oturarak çalıştık. Özellikle Ortaköy Ziya'da kadehleri devirip şişeleri boşaltırken tadına doyulmaz sohbetler ettik. Sonra bir gün, kahkahalarıyla camları zangırdatan sevgili dostumun akciğer kanserine yakalandığını öğrendim. İşi bırakmak zorunda kaldı. Yönetmen Cihan Somer'in (onu da çok erken kaybettik) Topağacı'ndaki evinde kalıyordu o sıralar. Durumu giderek kötüleşince ablasının Kalamış'taki evine taşındı. Üç ay içinde kelimenin tam anlamıyla mum gibi eridi ve aramızdan ayrıldı. Son bir ayı boyunca çok sık gördüm onu. Fazla acı çekmedi. Tevekküllüydü. Öleceğini bilir gibiydi. Son maaşını götürdüğüm gün bana sarılmak istedi ama gücü yetmedi. Çok zayıflamıştı. Birkaç gün sonra da kötü haber geldi zaten.
Bu arada, pek sık rastlamadığımız bir insanlık göstererek sevgili Turgay'ın hastane giderlerini son kuruşuna kadar karşılayan ve hastalığı boyunca maaşını düzenli olarak ödeyen Rota Reklamcılık sahibi Çınar Kılıç'ı da sevgiyle anmak isterim.
Anılar... Yarını anlatırlar!
Lütfen daha çok anlatınız. Anlayacak çok şey çıkıyor çünkü:)))
Yorum Gönder
<< Home