Çarşamba, Ocak 31, 2007

Bu bir davettir

Saygıdeğer ortaklar!

Bir nevi mağara adamı olmama rağmen bu aralar sosyalleşme ihtiyacı duyduğum içindir ki, Cumartesi günü saat 15.00 itibariyle Nişantaşı'nın güzide mekanı Zihni'de olacağım. "Bu nedir böyle Çarşamba gecesi Çarşamba gecesi?" dediğinizi duyar gibiyim ve plan için biraz geç olduğunun farkındayım ama çok yalnız olduğum şimdi aklıma geldi. Gelirseniz ve sabahın o saatinde Efes Dark veya Jack & Coke içen birini görürseniz o benimdir, çekinmeden "Aaaa, İnci Vardar sen misin yani?" diyebilirsiniz.

Sayın Haluk Mesci; oluşturduğunuz ve bizlere devrettiğiniz blog'unuzu hala takip ediyorsanız haberiniz olsun, başımızın üstünde yeriniz var.

Sayın Bülent Şentay; belki gençler paylaşmak istemiyor değildir. Gayri-resmi bir ortamda denemeye değmez mi dersiniz?

Pek sevgili Murat Kaya; çeşitli yazılarınız için nefis malzemeler çıkarabilirsiniz sanıyorum. Bilemiyorum fazla söze gerek var mı?

Burak'cığım Mağralı; biraz alkol ve biraz muhabbetin eksikleri tamamlayacağını umuyorum.

Sevgili Maksude Kılınç; İstanbul'da olmadığınızı biliyorum ve zorlamak istemiyorum ama hafta sonu yolunuz düşerse yeriniz hazır.

Sayın Hatice Üzgül; sizin için depreşmiş diyorlar. Açılırsınız belki diyorum ben de.

Sayın Burak Kargın ve Çağlayan İbiş; son zamanlarda yazdıklarınızla ne kadar ilgimi çektiğinizi şimdiye kadar belirtmedim ama aklınızda bulunsun.

Sayın Nokta Çelik; tanışmıyor olsak da isminizin ister istemez aklımda kalması bir tesadüf olamaz. Günün birinde aklımı kaçırıp çocuk yaparsam böyle bir isim vermek isterim ama önce asıl isim sahibine ne kadar benzeyebileceğini görsem fena olmaz.

Diğer tüm tanımadıklarım veya tanıdığımı hatırlamadıklarım; özel davet beklemeyeceğinizi umarım. Alelacele düzenlenmiş olsa da eğlenceli bir buluşma olacakmış gibi bir his var içimde.

Salı, Ocak 30, 2007

Çizer lazım mı?

Bugün, hem kendisini hem de tasarım anlayışını çok beğendiğim bir arkadaşım işten ayrıldı.
Sanat yönetmeni ihtiyacı olanlar ya da etraftan ihtiyaç olduğunu duyanlar olursa, arkadaşımın özgeçmişi bende var.

Bilginize...

self-servis

Ortak Defter'de daha önce 'self-servis' için uygun bir Türkçe kelime aramıştık. Yorumlarda birçok öneri gelmişti. Size de iletmek istedim. Türk Dil Kurumu, e-postalara bilgi dağarcığınız için hizmet veriyor. Uygun kelimeler ve anlamlarıyla besliyor, sağolsun! İşte onlardan biri:

self-servis : İngilizce self (kendi, kendine) ve service (hizmet) sözlerinden oluşan bu birleşik kelime kafeterya, lokanta, mağaza vb. yerlerde bazı hizmetlerin alıcı tarafından yerine getirilmesi anlamında kullanılmaktadır. Bu satış yöntemi için önerdiğimiz karşılık; seçal.

Pazartesi, Ocak 29, 2007

Yazacağım...

Yazağım işte. Uğraşma benle... Sen ne dersen de, ne yaparsan yap burası benim defterim. Her şeyime karışabilirsin ama buraya asla! Hem sen de kim oluyorsun ki? Altı üstü hayatımın bir kısmını oluşturuyorsun. Evet sana aşık olabilirim, seninle sevişebilirim hatta ve hatta kimi zaman seni bırakmak bile isteyebilirim ama defterime karışmana, oraya yazmamı engellemene asla izin veremem. Hem bütün zamanımı da sana ayıramam ki. Dışarıda yaşanacak koca bir hayat, yazılacak milyonlarca konu, seveceğim, konuşacağım dostlarım, o güzel insanlar var. Başkasına da aşık olmak istiyorum artık. Ona dokunmak, onu çok sevmek, onun için şiirler, içinde olduğu öyküler yazmak, her şeyden önemlisi ona çok saygı duymak istiyorum. Evet, seni aldatacağım. Hem de çatır çatır. Yeterince anlamadın galiba, sen benim her şeyim değilsin. Hadi bırak beni de gideyim evime. Bugün yeterince seviştik hem. Bak seni mutlu ettim. Başına güzel şeyler koydum, seni gerekesizliklerden arındırıp tek kağıt üzerinde yeterince iyi anlattım. Adın reklamcılık olabilir ama sen hayatımın tamamını işgal edemezsin...

Yazacağım sevgili ortaklar, yazacağım. Şu işler, ah şu işlerden başımı kaldırabilsem... Biliyorum bahane değil, zamansızlık değil, hele hele yazma isteksizliği hiç değil! Yazacağım... Yazacağım... Yazacağım...

Mevsim Normalleri Sergisi

İnsanlara aptal demeyi sevmem de, bazen hakediyorlar. Ben hakediyorum mesela. Düzgün baksam kim bilir ne ilginç şeyler göreceğim çevremde, yaşamaya değer neler keşfedeceğim... Ama aptallık var serde, görmedi mi göz görmüyor işte!

Bazen sigaranın ucundaki küllerin arasına sıkışmış kırmızı bile öyle güzel görünüyor ki, büyülenmiş gibi bakıyorum renge. Sigaranın yarısı bakarken bitmiş, umrumda değil. Bazen de gözümün önünde Hiroşima patlıyor resmen, göremiyorum. Bir de utanmadan, sıkıldığımı söylüyorum bunun üzerine. Ayıp be ayıp!

Hiç yazasım da yok biliyor musunuz? Yanımda defterimi taşıyordum yaptığı ağırlığa aldırmadan. Bir ara yazacak gibi oldum ve "değmez" deyip bıraktım. Oysa millet o küçücük "değmez" kelimesinden yola çıkıp roman yazıyor. Ben sıkıldığımı söylüyorum sadece. Sıkıntı deyince de aklıma Oblomov geliyor, düşününce bile dehşete düşüyorum. Bitiremediğim kitaplardan biriydi, yarısına bile gelememiştim. Klasikler arasında ayrı bir yeri olan güzide eserlerden. Hala klasikler arasında olmasının tek nedeniyse yerinden kalkamaması. Ama muhtemelen dünyanın bir yerinde bu kitabı severek okuyan birileri olmuştur, haksızlık etmeyeyim. Benim sinirlerim zayıfmış der, kestirip atarım.

Bütün bunlar süregiderken, yaratıcılığıma ters orantılı bir şeyler oldu. Kesinlikle işe yarayacak şeyler geliyor aklıma, anlattığım zaman çok güzel tepkiler alıyorum. Soğuk hava aklımı başıma getirmiş olsa gerek. Belki hiçbiri uygulanmayacak, belki ben yapamadan başka biri yapacak ve "benim fikrimdi kahretsin!" diyeceğim ama umrumda değil. Kafam bir kere çalışmaya başladı ve durmuyor. Buna bağlı olarak (bir de serotonin amaçlı yediğim kilolarca çikolatanın etkisiyle) ben de yerimde duramıyorum. Ah, bir de bu fikirlerin hiçbiri şu anda üzerinde çalıştığım işle ilgili değil. Hayat böyle cilvelerle dolu sayın ortaklar... Ne ironik komşumuzdun sen Fahriye Abla!

Son söz: Çikolata nefis bir şey!
Sondan bir sonraki söz: Mevsim normallerini hiç anlayamamışımdır. Bir mevsim normal kabul edilen insanların diğer mevsimlerde deli yerine konması hiç doğru gelmiyor bana. Şirketler bunu "ayın elemanı" şeklinde ne de güzel çözmüşler oysa...

Pazar, Ocak 28, 2007

Yaratma Cesareti

Merhaba,

Yaklaşık bir haftadır 13 Ocak Cumartesi günü REM’de gerçekleşen“Yaratma Cesareti” sohbeti hakkında az da olsa bir şeyler yazmak istiyordum. Mutat sebeplerden ancak bu pazar fırsat bulabildim.

Çok hoş bir cumartesi sabahı yaşadığımızı düşünüyorum. Farklı bakış açılarından Rollo May ve Yaratma Cesareti’ni didikledik. Cesaretin hayatımız ve işimiz için olan gerekliliklerinden, cesaretsiz kalma nedenlerimizden ve tercihlerin hayatımıza etkilerinden söz ettik.

Kendini tamamen konuşulanlara kaptırmış biri olarak toplantı notu tutmamış olduğum için, tek tek ayrıntıları deftere dökmek zor olacak. Belki REM’de olan ve benden daha düzenli notlara sahip olan diğerleri yorum kısmına yazarlar.

Sevgili Doğan Yarıcı toplantıya May’in kitabının en etkileyici sözü ile başladı.
“Cesaret, daha çok, umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir”

Defterde daha önce de yazılmış, bana özellikle şimdilerde fazlası ile anlamlı gelen son söz de sevgili Haluk Mesci’den geldi

“Amatörler depresyona girer.”

Harika bir cumartesiydi. Herkese çok teşekkürler.

Perşembe, Ocak 25, 2007

Haluk Mesci'den mesaj

Sevgili Nokta Çelik,

Çok önemsediğim Ortak Defter’den ayrılma nedenimi berraklaştırmak isterim:

Zamansızlık filan değil.
(Zaman fukarası olduğum doğru ise de Ortak Deftere bir yolunu bulup kendimce yazmaya hep gayret ettim.)

Genelde ‘katkıda bulunması beklenen’ genç-ihtiyar dostlarımızın büyük bir bölümünün ilgisizliği karşısında kendimi salak gibi hissediyorum. Ve bu durum feci gücüme gidiyor.

Bülent Şentay’ın bu blogla ilgili olarak bana yazdığı üzere, ‘gençler paylaşmak istemiyor pek, kendi bloglarına yazmayı tercih ediyor’ belki de.

Peki ihtayarlara ne oluyor? Her ne oluyorsa.

Bir şey kesin: Zorla güzellik olmuyor. Bunu çeşitli vesilelerle, değişik yaş gruplarında, farklı misyonların peşinde her gün yeniden öğrenmeye daha fazla dayanamadığım için, bloglar, platformlar, gençlik toplantıları, mesleki elektronik sohbetler ve benzeri zaman-moral vampiri faaliyetlerden elimi eteğimi çektim.

Durum budur, umutsuzdur. İstersen, bu mektubumu paylaşabilirsin.

Sevgiler.

Haluk Mesci

Küresel ısınmanın geç kalmış yaprak dökümü


Küresel ısınmanın geç kalmış yaprak dökümünü yaşıyoruz. Televizyonda, gazetelerde, telefonlarda ölüm haberleri ard arda dizilmiş mağrur geçişlerini yapıyor.

Blogger zamanlamayı nasıl denk getirdiyse taşımış yaprak dökümünü ortak deftere. Sadece yaprakları değil, gövdeden kocaman dalları da uzaklaştıran bir değişim esiyor geç sonbaharda.

Yaşamın acı-tatlı akışı devam ediyor oysa. Terk edilmiş hissi uyandırsa da, daha az parmağın dokunmasına alışmaya çalışan defterimize, her değişimin içinde taşıdığı umudu yansıtsın diye, penceremden çekilmiş bir fotoğrafı iliştiriyorum.

Belki gökyüzüne bir palet boya dökmüş olan ressamın bende uyandırdıklarını hisseden birilerine ulaşır.

Çarşamba, Ocak 24, 2007

Greenpeace radyo spotu

Kağan İşmen göndermiş. Bilgi Üniversitesi öğrencilerinin Greenpeace için hazırladığı nükleer enerji radyo spotu. Dinlemek için aşağıdaki yazıyı tıklayabilirsiniz.
Üç kulaklı bir adam
Bir dalı kırılmış fidanın. Birkaç çiçek dökülmüş yere.

Annem, her çiçeğin, her dal gözünün toprakla buluşmasından yeni bir fidan doğar der ve bulduğu her kopmuş dalı toprağa özenle yerleştirir.

Onun kendi iç dinginliği için yaptığı bir törendir aslında bu. Dal yeşerdiğinde yaşadığı sevinç görülmeye değer.

Şimdi tohum atma vakti. Hafta sonu bahçemizin güllerini budadık, yabancı otları temizledik, toprağı havalandırdık. Tüm meyve ağaçlarına can yürümüş, her tarafı tomur tomur. Her biri yaşama sevinci veriyor. Yakında bademlerle mor salkımlar kendini gösterir.

Oysa ocak ayındayız. Dün beni ziyaret eden bir arkadaşım on yıl dedi, tam on yıl sonra çölleşmeye başlıyormuşuz. O halde bu kadar çaba neden. İşi bıraktım ve tatile çıkıyorum dedi. Döndüğümde kendimi iyi hissedersem yeniden işe başlarım ama artık eski iştahım yok.

Akşam kocamla bunu konuşurken aklımıza yağmur duası geldi. Yağmur duasının gerçeğini irdeledik ve bir sürü insanın, gerçekten isteyerek aynı dileği dilemesinin enerjisi olabilir dedik. Bir yandan öğüten işimizi yaparken dışarda kaçırdığımız bir dünya ve olaylar var dedik. Üzücü ölümler yaşanıyor, sadece ülkemin değil evrenin üzerinde bir tatsızlık var.

Sonra, tiyatro eğitimi almasına karşın tiyatroya küsmüş bir adam olan kocam, tam 25 yıl sonra, durup dururken, ilk kez bir oyun yazmalıyım dedi. Nedense Nietzsche'yi kafasına taktı, kütüphane aşağı indi.

Sevgili Haluk, zamanı kendi lehine kullanmaya karar vermiş. Eh, haklı sanki.

Yani, bu kadar laf salatasından sonra diyeceğim o ki, mesleği bırakayım, bir tatil yapayım, gelince de kocamla birlikte oyun yazayım... Hiç değilse redaksiyonunu yaparım.

Ama sanırım günahlar izin vermeyecek.

Tam bunları deftere yazarken, bir haber geldi. İsmail Cem kanseri yenememiş ve bir devri daha kapatarak aramızdan ayrılmış.

İsmail Cem... Yazımı ve günümü yine berbat ettin. Bu son biliyorum. Ama erken değil mi yahu, yanlış değil mi yahu?

Pazar, Ocak 21, 2007

Açıklama

Bu yazı Haluk Mesci’nin Ortak Defter’den ayrıldığını açıklayacağım bir yazı olarak başlayıp, kalbimden geçenleri döktüğüm bir yazı olarak devam etmektedir. Dileyen bu kısımdan sonra okumayı bitirebilir.

5 Şubat 2005’te Ortak Defterin ilk satırları yazan Haluk Mesci, internet, blog vb işlerini en aza indirme kararıyla yılbaşı itibariyle defterden ayrılmış bulunuyor.

Eğer okumayı sürdürüyorsanız, sayfamızın başındaki “Çok yazarlı akıl defteri. Dertleşme köşesi. Paylaşma masası. Duyuru tahtası. Meslek odası. İmece grubu. Güç trafosu. Aktarma tablosu. Fikir deposu. Soru ambarı. Cevap silosu. Reklam Türkçesini kollama karakolu...” tanımına dikkatinizi çekmek istiyorum hanımlar beyler... Haluk Mesci, birilerinin kalbinden geçen ama aklına getirmediği, aklına gelse de yüksek sesle söylemeyi düşünmediği, düşünse bile kime söyleyeceğini bilmediği bir şey yaptı. Ortak Defter’i açtı. İyi ki de açtı! Ajanslardaki neredeyse kronometreyle çalışma zorunluluğu, entelektüel uğraşlara vakit ayırmayı, birlikte iş dışında bir şeyler yapmayı (en azından bizim nesil için) zorlaştırıyor. Düşünsel boyutta paylaşımlar azalmaya, sosyal ilişkiler yeme-içmeyle sınırlanmaya başlıyor. Yaşananlar gün içinde olup bitiyor, yazılı kültür yeterince gelişmediği için olanlar bi’ kenara kaydedilmiyor, anılar yazılmıyor. Ortak Defter’in, bu eksiklikleri biraz olsun telafi etmek isteyen reklam yazarlarını bir araya getirdiğini düşünüyorum. Bu nedenle Haluk Mesci’nin http://ortakdefter.blogspot.com/2005/02/neye-yarayacak.html#comments yazısındaki “...bir 'ortak seyir defteri' tutalım diye öneriyorum. Bilgi, akıl paylaşalım; zamana ve bu işkoluna tanıklık edelim. “ önerisine uyarak yazmaya devam etmeliyiz diyorum. Kendi çapımızda bi’ nev’i mesleğimizin güncesini tutmalıyız. Paylaştıkça artan ve azalan meseleleri, artırmak ve azaltmak için yazmalıyız. Hiç değilse heyecanımızı yaşatmak için yazmalıyız! Hele hele büyüklerimiz, “rol model”lerimiz, kendilerinden sonra gelenlere kızmamak (veya kızmak) için mutlaka yazmalı!

Ortak Defter, ilk günden bu yana, tıpkı çantamdaki defterim gibi, gün içinde sayfalarını karıştırdığım bir defter oldu. Bununla birlikte Ortak Defter’e yazmak benim için her zaman zor. Bu zorluk, başta Haluk Mesci olmak üzere, sağ tarafta sıralanmış yazarların karşısına, okunmaya değer bir konuyla çıkmak zorunda olma hissimin ve aman düzgün olsun, yazım yanlışı olmasın endişelerimin kıskacına düştüğüm zamanlarda yaşadığım zorluk.

İşte tam o anların birinde Haluk Mesci, “insan kendi defterine yazarken böyle düşünür mü” diyerek zincirlerimi kırmıştı. Kendisine çok şey borçluyum, uç uca eklesem dünyayı birkaç tur dolaşır herhalde.

Gözünün hep üstümüzde olmasını diliyorum. “Yeter ki gün eksilmesin pencerem(iz)den!”

Not: HM’yi durduramadım ama başka gitmek isteyen olursa vururum, ona göre:)

Traşa devam

"(...)Bir okuyucum mektup yazmış, "Radikal'in başlığı 'Hrant Dink'i öldürdük' olsun" demiş. Başlığı kendi köşeme aldım, çünkü bence Radikal'e seçtiğimiz başlık, durumu daha iyi anlatıyor.
Türkiye'de bu atmosfer adım adım ve bilinçle yaratıldı. Bu katil milliyetçi atmosferi yaratanlar arasında reklamcılar da var, politikacılar da, sözde kanaat önderleri de, gazeteciler de, film ve dizi film yapımcıları da. Hrant'ın cansız bedeninden sızıp kaldırıma yayılan kan, bütün katkıda bulunanların eline bulaştı. ", diyor İsmet Berkan.

Kalem tutan sağ veya sol elimizin temiz olduğunu düşünmemiz doğru mu, bir jip üstüne çıkıp bayrak açan karakterler üzerinden senaryo yazmamış da olsak da?

Traşa devam mı yoksa?

Cumartesi, Ocak 20, 2007

Üzücü...

Hrant Dink’in kaybı üzücü. Yarın Radikal İki’de yayınlanmak üzere yazdığı yazı ise dokunaklı: “…Bir güvercin gibiyim, onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış haldeyim, başım onunki gibi hareketli... Ne diyordu bakanlar? "Canım, 301'den hapse girmiş biri var mı?" Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi. İşte size bedel. 2007 benim için zor geçecek, şu gerçeği tek güvencem sayacağım: Biliyorum ki bu ülkede güvercinlere dokunmazlar. “

Cuma, Ocak 19, 2007

Ortak Defter'in yeni Blogger'a taşınması...

Blogger'ın, blogları, biraz daha düzeltilmiş ve özellikler eklenmiş yeni versiyonuna taşınmaya yöneltmesi, beraberinde bazı sorunları da getirdi. Bununla birlikte bunlar aşılamayacak dertler değil.

Sağ sütundaki yayıncılar başlığı altında birçok yazarın isminin görünmemesi, taşınan blogla birlikte yazarların da yeni blogger'a taşınmamasından kaynaklanıyor. Blogger'ın bunun için tüm yayıncılara, yönlendirmeyi kolaylaştıracak otomatik bir mail yollaması lazım, ama bu olmuyor.

Peki ne yapmalı?
Bir kere yeni Blogger'a, Google hesabı ile giriş yapılabiliyor. Yani öncelikle bir Google hesabınız olmalı. Bunun için isteyenlere ben şahsen Gmail davetiyesi atabilirim (emrahakay[et]gmail.com). Sonra "dashboard"da "switch" yazan yere tıklayın.

Yine mi olmadı? O halde bu bloğun sahibine (admin yetkilerini elinde bulundurana) mail atıp yeniden (sıfırdan) üye yapılmanızı istemekten başka çare varsa onu da ben bilmiyorum.

Bundan böyle, sağ üstte göreceğiniz "new blogger" ikonundan veya www2.blogger.com adresinden yapmalısınız. Bu adres sizi eski adrese yönlendiriyorsa, tarayıcınızın kaşesini (cache) boşaltınız.

Herkese kolay gelsin :)

Perşembe, Ocak 18, 2007

Sanırım problem çözüldü.


Cuma, Ocak 12, 2007

"REKLAM YAZARI" ARIYORUM...

Meslekte 3-4 yılı devirmiş, kendinden emin, eline iş verdiğimde stresten titremeyen, heyecanını yitirmemiş, benimle birlikte uzun bir yola çıkmaya hazır ve en önemlisi "reklam yazan" bir adam/hatun arıyorum... CV'nizi tayfunkisacik@gmail.com adresine gönderebilirsiniz...

Perşembe, Ocak 11, 2007

Hımm..

Dün gece, kızımın bilgisayar başında çakkada çukkada yazı yazışını izledim. Ellerinin hızını takip edemedim. Bir yandan yazarken bir yandan da ekrana bakıp kendi kendine konuşuyordu, aynı anda bir kitabı takip ediyordu, ara ara da msn'de birileriyle konuşuyordu.

Sonra kendimi hatırladım. Ben onun yaşındayken, öğrenci kredimle, taksit taksit ödeme koşuluyla bir daktilo almıştım. Sinema-TV okuyordum ve en güzel senaryolarımı bu daktilo ile yazmayı hedefliyordum. Minicik gri bir daktiloydu, markasını hatırlamıyorum. Kütüphanemin derin dolap içlerinden birinde hâlâ beni bekliyor sanırım.

Tek parmak, sonra iki parmak, babamın "yeter artık kes şu sesi ve yat!" demelerini kulak ardı edip geceler boyu hızlı yazmaya çalışırdım. Sesini çok severdim daktilomun, artistik sesler çıkarmayı da severdim. Arkadaşlarımın ödevlerini yazmayı bile üstlenirdim, daktilom var diye, onunla yazacağım diye.

Şimdi yazma hızıma kimse erişemiyor... derken, benim dışımda biri evde şakur şukur yazıyor. Üstelik aynı anda bir kaç işi birden hallediyor, hatun beni geçti.

Bir yandan sarsılan egomu sakinleştirirken bir yandan da gurur duydum. Yine de anne olmanın dayanılmaz saçmalığıyla kızıma şunu sordum; bu kadar hızlı yazarken, aynı anda birkaç şeyi hallederken aklında kalan nedir, yoksa aklın da başka yerlerde mi iş hallediyor?

Bana baktı, baktı... Amaaaaan anne yine kafamı dağıtma, ödev yetiştiriyorum, dedi.

Hımm...

Haddini bilmeli insan!

Çarşamba, Ocak 10, 2007

"Ortak" Yaşımız Kutlu Olsun

Ortak Defter'in 2 yaşına girmesine bir aydan az bir zaman kaldı.

Sizce nasıl kutlanır bu?


13 Ocak Cumartesi - Yaratma Cesareti

Bu cumartesi 10.30-12.30 arası Beyoğlu'nda Reklamcılar Derneği binasındaki kütüphanede Doğan Yarıcı'yla "yaratma cesareti" konusundan yola çıkarak sohbet edeceğiz.

Okumayanlar için Rollo May'in Yaratma Cesareti kitabını okumak, üzerinde konuşmak açısından iyi olur:)

Daha önce defterde konuşulan konuyu hatırlamak isteyenler şu linke bakabilir: http://ortakdefter.blogspot.com/2006/03/yaratma-cesareti.html#comments

Bu arada Reklamcılık Merkezinin kütüphanesi, her ayın ikinci ve dördüncü cumartesileri kullanıma açılıyor. Kütüphanedeki kitaplara göz atmak isteyenler için: http://www.remiskulubu.org/Files/KUTUPHANE.xls

Gelmek isterseniz, yorum kısmına yazabilir veya noktacelik[at]gmail.com'a mail gönderebilirsiniz:)

Cumartesi görüşmek üzere...

Salı, Ocak 09, 2007

Reklamcının Dilek Ağacı

Pazartesi, Ocak 08, 2007

Benim okumalarım

Akşam uyumadan önce okuduğum kitap, yolculuğa çıkarken yanıma aldığım kitap, plajda birlikte bronzlaştığım ya da bekleme salonunda birileriyle konuşmaktan kurtaran kitap, vapurda sayfalarını rüzgarın çevirdiği veya bazen birlikte yemek yediğim kitap genelde aynı değil.

Gece yatmadan önce kişisel gelişim türü kitapları kesinlikle kafam çekmiyor mesela. Uzunca bir dönem gece yatarken Türk Gülmece Öyküleri Antolojisi’ni okudum. Pozitif bir ruh haliyle uykuya başlamak için... Kitap kalın olmasına kalındı ama uzun süre bitirememiş olmamın nedeni, yatakta okurken sadece 2-3 sayfadan sonra uykuya dalıyor olmam. Okuma lambamı bile kapatamam çoğu zaman.

Epeydir yatarken şiir okumaya çalışıyorum. Kelimelerin konsantre, anlam yüklü kullanılışları iyice kafama yer etsin istiyorum. Rüyalarda Problem Çözme diye bir kitap okumuştum, yatmadan önce alt bilinci programlamak mümkünmüş.

Uzun yolda birkaç kez biyografi denk geldi. İş Kültür’ün biyografimsi serisi olan Nehir Söyleşileri’nden birkaçını yollarda devirdim. Biyografileri çok severim. Mesela Adalet Ağaoğlu’nun günlüklerinin bir kısmı olan Damla Damla Günler’ini okurken bir yazarın iç seslerini duymak çok etkileyici bir deneyimdi. Bir yanda yazma sancıları, diğer yanda devam eden günlük yaşam... Önceki yaz elimdeki kitap yolun yarısında bitiverince, mola yerinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü almıştım. Yolculuğun geri kalanı kıkırdayarak ve nasıl oldu da bu kitabı daha önce okumadım diye hayıflanarak geçmişti.

Yıllar önce bir Bodrum tatilinde Trevanian’la tanışmış ve o hafta içinde Türkçe’ye çevrilmiş bütün Trevanian’ları okumuştum. Unutulmaz bir haftaydı.

Bazen okumalarım durur. Kendimi kitaba veremem, kitap okuduğumu unutamam, kitabın içine giremem bir türlü. Aynı sayfayı birkaç kez okurum.Hatta kaldığım yerden devam edemediğim, biraz daha geriden aldığım zamanlar olur. Kitaplar yığıldıkça üzerimdeki baskı artar, okumam lazım diye içim içimi yer. Bu gibi zamanlarda kurtarıcım bilim-kurgudur. Jules Verne, Asimov, Frank Herbert, Arthur C. Clarke’ı çok severim.

Gündüz okumalarımda ise öykünün yeri ayrıdır. Bir ara öğlen yemeklerinde dışarı kaçardım. Ajansın yakınlarında bir park vardı. Çekmecemde de her zaman öykü kitabı, öykü dergileri olurdu. Yarım saat temiz havada okumak çok iyi gelirdi. Hatta sanat yönetmeni bir arkadaşımla bunu sistemli olarak yapmıştık bir dönem.

Yakın zamana kadar artık öğrenmek için bir şey okumanın zor olduğunu düşündüğümü fark ettim. Yüksek lisans yapmaya karar verirken tekrar ders çalışma fikri beni ürkütüyordu. Çünkü okurken bir şeyler öğrenmek başka, öğrenmek için okumak başka düşüncesine kapılmışım bilmeden. Oysa dersler başlayınca konu ilgi çekici olduğu sürece öğrenmek için tekrar bir şeyler okuyabildiğimi sevinerek gördüm. Aslında şimdi yazarken fark ettim, saçma bir düşünceymiş bu. Yıllardır her yeni müşterinin ciğerini öğrenmek için sayfalar dolusu okuyup, günlerce ders çalışmıyor muydum zaten! Gözümde büyütmüşüm demek ki...

Bazen de hiç elimden bırakamadığım kitaplar olur. Yıllar önce Parfümün Dansı’nı, en son bu yaz da Şu Çılgın Türkler’i öyle okudum. Popüler kitaplara karşı önyargım olduğundan epey sonra denk geldi Şu Çılgın Tükler. Resmen iki gün, iş yapmadığım her vaktimde okudum. Hatta gece olduğunda “300. sayfada yatacağım” diye kendime limitler koyuyordum.


Neyse saat epey ilerlemiş. Biraz Attila İlhan okuyup yatayım artık...

Herkese iyi okumalar :-)

Cuma, Ocak 05, 2007

Yılın ilk postası

Benden olsun dedim. Amacı budur sadece :)