Bölüm II/ Umut tükenirse…
22 Temmuz 2007, Pazar…
Bir dönüm noktası oldu benim için…
Geriye döndüm, baktım…
Çocukluğuma, hayallerime, oyunlarıma, rüyalarıma, amaçlarıma, yaptıklarıma, savaşıma, savaşlarıma, aşklarıma, kavgalarıma…
Sonra da geleceğime baktım.
Önümdeki belirsizlik bulutlarından geleceğimi göremedim.
Bir plan gerek.
Yeni bir hedef…
Yeni bir hayat…
Yeni bir savaş…
Uğruna kahrolunacak, yenilecek, kazanılacak yeni zaferler gerek.
Gerçekten istiyor muyum?
Ruhlarını paraya, şeytana, karanlığa satanlara daha fazla kazandırmak istiyor muyum?
Ne için tüketiyorum kendimi, birikimimi, kalemimi?
Ey Reklam Yazarlarının Ortak Defteri!
Söyle, ne için tüketiyorum gençliğimi, enerjimi?
Bu mesleği iyi, güzel, doğru bir şekilde yapabilmekti 17 yıllık hedefim.
Şimdi ne kaldı elimde?
Hikâyemi anlatsam size…
Dinler misiniz?
Ben Başak Kanat. Egeli bir ailenin iki çocuğundan küçük ve kız olanıyım. Yazıya, yazına ve yazmaya aşığım. Boğazıma düşkünüm. Hümanistim diyebilirim. En sevilmeyen insan için bile “ama aslında iyi biri” diye başlayan cümleler kurabilirim. Fikir sahibi olduğum her konuda konuşurum, hem de çoook konuşurum. Reklam yazarıyım. 1980 doğumluyum. Yani o, tartışmalara, sitemlere konu olan kuşaktanım.
İstanbul’a gelip reklamcı olmaya 10 yaşında karar verdim. Geldim. Oldum. Ama olurken çok zorlandım. Bu kadar zorlanacağımı ben dahil kimse tahmin edemezdi sanırım.
1997 yılında geldim İstanbul’a… Reklamcılık okumaya… Etrafımda hiçbir zaman bir reklamcı olmamıştı benim. Yol gösterenim yoktu. Kendi kendime yolumu bulmaya çalıştım. 1998’de küçük çaplı bir bunalım yaşadım. Çünkü tatmin olmuyordum. Büyük şeyler yapmak istiyordum. Dünyada bir iz bırakmak… Reklamcılık buna yetecek miydi bilmiyordum. Dersler çok hafif geliyordu. Ne de olsa üzerine fazla yükleme yapılmış bir çarpık eğitim sistemi çocuğuydum. Üniversite çok kolay geliyordu. Okula gitmemeye başladım. Yurttaki odama kapandım. Çok kitap okudum. Çok yazdım. Çok yaşadım. Okula sadece kütüphanesi ve bölümümden ya da başka bölümlerden, bana hakikaten bir şeyler katan hocaların dersleri için gittim. Bir de sınavlar, ödev, proje ve tez teslimleri için…
Nasıl staj yapacağımı bile bilemezken, bir gün gazetede bir ilan gördüm. İlan, Reklamcılık Vakfı’na aitti. Bir sınavın ilanıydı. Başlık “Benden reklamcı olur mu?” idi. Merak ettim, sınava girdim. Öğrendim ki olurmuş. Bizim okuldan bu sınavı kazanan iki kişiden biri olmuştum. Çocukluk işte… Çok sevindim. Reklamcılık Vakfı bana staj ayarlayacaktı. Benim uğraşmama gerek yoktu. Tatile, ailemin yanına gittim. Aylarca vakıftan haber bekledim. Onları aradım. Hem de defalarca! Ama staj yeri bir türlü bulunamıyordu. Eylül ayı gelmişti. Okulun açılmasına 1 ay kalmıştı. İzmir’deydim. Bir sabah tuhaf bir rüya gördüm. Annemin dediğine göre dolup taşan kısmetime işaret eden bir rüyaydı. Rüyam daha bitmeden cep telefonum çalmıştı. Arayan, vakıf çalışanlarından biriydi. Müjdeli bir haber için aramıştı. Bir ajans stajyer arıyordu. Ama müşteri ilişkilerine…
Türkiye, hâlâ büyük bir krizin izlerini taşıyordu. Bu zamanda staj yeri bulmak zordu. Hem benim için de iyi bir deneyim olurdu. Telefondaki ses tüm itirazlarıma rağmen böyle diyordu. Kabul ettim. Ve sevgili ülkemin bana uygun gördüğü 7 aylık cezayı çekmek üzere İstanbul’a hareket ettim. Ama umudum yine de büyüktü. Ben iyiydim. Aklım başımda, tıkır tıkır çalışıyordu. Okula gitmesem de başarılı bir öğrenciydim. Dünyaya kimsenin bakmadığı pencerelerden bakmayı başarıyordum. Hayatım boyunca çok yaratıcı ve yetenekli olduğumu duymuştum öğretmenlerim, arkadaşlarım ve ailemden… Başaracaktım… İnanıyordum.
Stajla aynı anda başladı şaşkınlıklarım... Acaba reklam ajanslarının hepsi böyle mi işliyordu? Reklamcı geçinenler bu kadar mı anlıyor ya da anlamıyorlardı yaptıkları işten? Bu kadar uzaklar mıydı dünyadaki gelişmelere? Çok şaşırdım. Defalarca…
Son senemdi okulda. Bir yandan sınavlar, projeler, bir yandan da tez stresi bastırmaya başlamıştı. Staj yaptığım yerden de artık bir şey almıyordum zaten. Ayrıldım. Türkiye’nin hatırı sayılır reklamcılarından bir hocam da bana iş teklif etmişti zaten. Okul bitince konuşacaktık. Her şey çok güzel olacaktı.
Üniversiteyi hiç de fena olmayan bir dereceyle, zorlanmadan bitirdim. Sene 2002’ydi. O, hatırı sayılır hocamla konuşmak için aylarca, defalarca uğraştım. Beceremedim. Ondan alabildiğim tek şey İngilizce bir referans mektubu oldu. Ve o mektup hiçbir işime yaramadı. O dönemde aşağıdaki şiiri yazdım:
Karşılama
Gerçek hayata hoş geldiniz küçük hanım...
Ne kadar da mağrursunuz...
Oysa boynunuzu eğmeyi,
Eğebilmeyi öğrenmek için
İçin...
İçin...
İçin için ağlamayı bilmeliydiniz.
Hoş geldiniz...
Hoş...
Hoşşafff....
“Üç tas has hoşaf” diyebilmeyi öğrenmeliydiniz.
Hoş geldiniz küçük hanım...
Nerelerdeydiniz?...
Gelemediniz....
Bekledik.
Bekledik..
Bekle...
Dikte ettirecektik hayatı...
Gelmek bilmediniz...
Bilemediniz...
Oysa tam zamanında gelmeliydiniz.
Nerelerdeydiniz küçük hanım?...
Gözümüz yollarda kaldı.
Gözümüz üstünüzde,
Gözümüz altınızda,
Sağınızda, solunuzda...
Gözümüz...
Göz...
İki gözümüz...
İki çeşme...
Üzgünüz........
İş aramaya, yolumu bulmaya, hayatımı kurmaya, hedefime ulaşmaya mecburdum. Hemen harekete geçtim. Ve Reklamcılar Derneği’nin İnternet sitesindeki tüm ajanslara bir mektupla birlikte, özgeçmişimi yolladım. Aradan 1 saat geçmemişti ki bir ajans tarafından arandım. Işığım geri gelmişti. Bu defa başaracaktım. Aynı gün görüşmeye gittim. Reklam yazarı olmak için başvurmuştum. Ama ajans patronu, beni ısrarla müşteri temsilcisi yapmaya çalışıyordu. 7 aylık deneyimim vardı, eh güzel de sayılırdım. Daha ne olacaktı ki?
Emin olamadım. Oradan ayrıldım. Daha sonra bir görüşme daha yapmak istedim. Sorularımı sordum, cevaplarımı aldım. Türkiye, hâlâ büyük bir krizin izlerini taşıyordu. Bu zamanda iş bulmak zordu. Hem benim için de iyi bir deneyim olurdu. Bu defa stajyer olmayacaktım. Büyüyünce kendi ajansımı kurmak istiyordum. İşin o tarafını daha iyi görmek için iyi bir deneyim olabilirdi.
İşe başladım. Çalışanlarına sürekli hakaret hatta küfür eden, günde 7 paket sigara içen, içi öfkeyle, dışı başarısızlıklarla dolu bir patronun yanında çalışmaya başladığımı anladığım anda oradan ayrıldım. Başka bir ajansa bu defa stratejik planlamacı olarak girdim. Reklam yazarı olmayı yine başaramamıştım. Halbuki yapabilirdim. İyi de yapabilirdim. Ama ne kadar iyi yapabileceğimi kimse merak etmiyordu.
Önceleri mutluydum. Gecemi gündüzüme katıyor, deli gibi çalışıyordum. İşimi gerçekten hakkını vererek yapmaktı tüm amacım. 80 sayfalık, 100 sayfalık araştırma raporlarını 5 günde hazırlıyor. Sokak sokak, dükkan dükkan dolaşıyor, insanlarla konuşuyor, anketler yapıyor, hem markayı hem de rakiplerini İnternette de dibine kadar araştırıyor, analizlerimi raporuma yazıyordum. Bunun yanında yeni kurulmakta olan stratejik planlama departmanının arşivleme işlerini de yapıyordum. İyi gidiyordum. Hem de çok iyi… Ama zaman içinde gördüm ki stratejik planlama direktörüm, bana iş görüşmesinde söylediği gibi omuz omuza çalışacağı bir planlamacı değil, onun toplantılarını takip edecek bir asistan arıyormuş. Bir gün kavga ettik. Ertesi gün işten ayrıldım. Üzerinde çalışmakta olduğum araştırmayı da masasına bırakarak.
Ne olmak istediğimi, ne yapacağımı biliyordum. Bir ajansa bu defa reklam yazarı olarak girmeyi başaracaktım. Kararlıydım. Derken… Sevgili Amerika sevgili Irak’a savaş açtı. Türkiye, bir krizin izlerini üzerinden henüz atamadan, bir yenisine giriyordu. Sene 2003’tü, ben de 23 olmuştum.
6 ay işsiz kaldım. Ağır bir depresyon geçirdim. Zar zor gitmeyi başardığım iş görüşmelerinden bana sadece stajyerlik teklifleri yağıyordu. Bense staj dönemini çoktan geçmiştim. O dönemlerde, tanıdık bir yayınevinin reklam çalışmalarına yardım ettim. Ama çalışmalarım karşılığında hiç para alamadım.
Nisan ayına yaklaşmıştık. “Network” mensubu, muteber reklam ajanslarımızdan birinin stratejik planlama ajansından büyük bir stajyerlik teklifi aldım! Boş durmaktan köreleceğime, gidip bir şeyler yapayım dedim. En azından yol ve yemeğe para vermeyecektim. Gittim. 1 aylık stajım dolduktan sonra 1 ay daha kalmamı istediler. Orada çok büyük övgüler aldım. Kendime geldim. Ama aklımda da, gönlümde de hâlâ reklam yazarlığı vardı. Haziran ayı gelmiş çatmıştı. 23,5 yaşındaydım.
Bir gün telefonum çaldı. Yine “network” mensubu, o zamanlar fikir fabrikası sandığım, sonradan yolsuzluk ve haksızlık fabrikası olduğunu anlayacağım bir reklam ajansından arıyorlardı. Daha doğrusu onun altındaki ajanslardan birinden. Beni reklam yazarlığı pozisyonu için görüşmeye çağırıyorlardı! Çok afedersiniz, topuklarım kaba etlerime vura vura görüşmeye gittim.
Elimde hiçbir şey yoktu. Reklam yazarı değildim, hiç olmamıştım. Ama özgeçmişim ve mektubum etkileyiciydi. Karşımdaki hanımefendi böyle diyordu. Biraz konuştuk. Sonra beni nasıl değerlendireceğini bilemediğini söyledi. Benden iyi elektrik almıştı, ama işe alınırsam ajansın tek yazarı olacağım için emin olamıyordu. O güne kadar çalışmış olduğum müşterilerden birini seçti. Ve “Reklam yazarı olsaydın, onun için nasıl bir şey yapardın” diye sordu. Ben de derin bir nefes alıp, elimde bir brif olmadan, böyle pat diye, hem de bir iş görüşmesi sırasında bu sorusuna cevap veremeyeceğimi söyledim. “Siz olsaydınız cevap verebilir miydiniz?” diye sordum. Düşündü ve haklı olduğuma, sorduğu sorunun çok kazık olduğuna karar verdi.
Bana hemen oracıkta bir brif verdi. Ve istersem bu brife evde çalışabileceğimi, 1 hafta içinde fikirlerimi onunla paylaşabileceğimi söyledi. Benim yüzüm buruştu. Anladı. Toplantı odasını gösterdi. Orada çalışabilirdim. O gün toplantı yoktu. Kabul ettim. Odaya girdim ve 15 dakika içinde elimde bir sürü fikirle geri döndüm. Gözleri parlamıştı. Teşekkür etti. Beni arayacaklarını söyledi.
Sözünün eriydi. 16 Haziran’da görüşmeye gittim, 17’sinde kabul edildim, 18’inde işe başladım. Çok mutluydum. Hem en çok sevdiğim işi yapıyordum hem de üstüne para alıyordum! Kendi kendime “Bu büyükleri anlamak çok zor” dedim. ;)
Çok çalıştım. Hem de çoook! Bana işi öğretecek, yol gösterecek bir reklam yazarı yoktu etrafımda. Bir kreatif direktör de… Ama bana çok güvenen, her konuda fikrimi alan, bana inanan bir patronum vardı. Ona iş görüşmesinde söylemiştim. Etrafımda bana inanan sadece bir kişi olması yeterliydi. Her şeyi başarabilirdim. Bana inanan bir kişiyle yola çıktım, çok kişiyle yoluma devam ettim. Çok iyi dostlar kazandım. 2,5 sene boyunca tek kalem çalıştım. Tam başarmıştık, düzlüğe çıkmıştık ki, filler çimenleri ezdi.
İşsizdim. 25. yaşımın son demlerindeydim. Ama bu defa kendime güveniyordum. İyi kötü, az çok deneyim sahibiydim. Deneyimimin ajans patronlarına, kreatif direktörlerine yetersiz geleceğini bilemezdim. Kristal Elma sahibi değilseniz, çalıştığınız, belki de herkesten çok emek verdiğiniz projenin önce Altın Pusula, sonra da Effie ile taçlandırılmış olmasının kimse için bir önemi yoktu. Kazanımlarınızın, öğrendiklerinizin, çabalarınızın, hayallerinizin, mesleğinize sevginizin de… Söylediklerine göre çizgi üstüm yetersizdi, 2,5 yıl boyunca birlikte çalıştığım art direktörüm berbart direktördü, “genius” sayılabilecek fikirlerime de bana da yazık olmuştu. Ben reklamcı olmak için doğmuştum, bu her halimden belliydi. Ama deneyimim, o deneyim dedikleri şey de nasıl ölçülüyorsa, yetersizdi. Bir gün birine bir arkadaşımın hep söylediği, çok sevdiğim bir lafı söyledim: “Hiçbir şey yapmış olmam gerekmiyor, büyük bir şey yapmak için”. Karşımdakinin utancını görmem bana yetti.
Bu cümleyi sarf ettikten çok değil, 2 hafta sonra başka bir ajansta işe başladım. Güzel gidiyordu. İşlerim çizgi üstüne çıkmaya başlamıştı. Mutluydum. Ama yalnızdım. Hâlâ bana yol gösterebilecek, deneyimli bir yazar yoktu çalıştığım ajansta… 6 ay geçti… Ayrılmayı düşünmeye başlamıştım ki, hayal ettiğimden de daha iyi bir yazar, daha iyi bir reklamcı, daha iyi bir kreatif direktör transfer edildi ajansa. Çok heyecanlandım. Çok mutlu oldum. Kaldım. 3 ay dayanabildi. 3 ayda ondan çok şey öğrendim. İşime tekrar dört elle sarıldım. Yalnızlık hissinden kurtuldum. Gittiğinde yıkıldım. Planlarım alt üst olmuştu. Bu kadar çabuk gideceğini öngörmemiştim. O gittikten sonra işler de kötü gitmeye başladı. Her şey çok yüzeysel yapılıyordu. Mesleğimi yapamadığımı hissediyordum. Çünkü benim için, yapılan bir işin doğruluğundan, yapılabileceğin en iyisi olduğundan emin olamamak, yalapşap çalışmak demek, o işi yapamamak demekti. Ve maalesef durum böyleydi…
Bugün ne mi düşünüyorum? Bu işin bu ülkede iyi yapılmadığını… Yapılacağına dair umudum var mı? Bilmem. Artık düşünmek istemiyorum. Belki de enerjimi dünyaya, insanlığa daha faydalı olacağım işlerde harcamalıyım. Ve daha faydalı olacağım, olmama izin verilecek topraklarda… Belki de bu kafesten çıkmalıyım. Zor. Biliyorum. Uluslararası yardım kuruluşlarında, sivil toplum örgütlerinde gönüllü çalışabilmek bile çok zor bir Türk için. Kendi ülkem? Ülkemin benim olduğuna bile inanmıyorum ki artık. Meğer ben bu topraklarda yaşayan bir azınlığın parçasıymışım. Görmezden gelmişim ya da görememişim, belki de bugüne kadar buna inanmak istememişim. Doğduğum günden beri sindirilmişim, susturulmuşum. Ve nasıl olduysa, azınlık olduğumu görememişim.
Bugün, umudumun, inancımın tükendiği yerde, yeni hayatımın nasıl olacağını planlamaya çalışıyorum. Belki de hiç plan yapmamalıyım bu defa. Her şeyimle bir bilinmeze dalmalıyım. Kim bilir belki de böylesi daha iyidir. Nasılsa yarın ne olacağımız belli değil.
Burada yazdıklarım hâlâ yetmiyor sanki hayallerimi, bir zamanlar ne kadar umutlu olduğumu ve ardından yaşadığım hayal kırıklığını, yenilgiyi anlatmaya… Belki buradakiler anlatır:
http://ortakdefter.blogspot.com/2005/05/reklam-yazarnn-iinde-hayal-dnda-hayat.html#comments
http://ortakdefter.blogspot.com/2006/04/4-nisan-2006-referans-gazetesi-yazar.html#comments
NOT: Yazımda, bana, tanıştığımız 2005 yılından bu yana umut veren, “Türk Reklam Camiasına” bakışımı değiştiren, dünyada ve bu sektörde hâlâ böyle insanlar varmış dedirten Haluk Mesci’den hiç bahsetmediğimi fark ettim. Ama o bölümleri anlatabilmem için en az bir bu kadar daha yazmam lazımdı... Defter sakinlerine acıdım. :) Sana buradan bir kez daha teşekkür ediyorum Haluk Abi! İyi ki varsın!