Salı, Şubat 28, 2006

Arkası gelmeye başladı bile :)

"Havanın bugün kafası bozuk. Bir yağıyor, bir gülüyor. Bense havanın bütün istikrarsızlığına rağmen, istikrarlı markalar yaratmak için azmediyorum. Sağım solum sobe, fikir arıyorum. Sense bu kitabı okuyup beni anlamaya çalışıyorsun. Boş ver, sadece oku! Hayallerinle gözlerin çalışsın belki anlarsın beni zamanla…"

28 Şubat 2006 Radikal, Hakkı Devrim köşesinden...

"Türkçe dostlarından (Cihan Dizdaroğlu)
«Ahmet ve Ali'ye para verdim» ile «Ahmet'e ve Ali'ye para verdim» cümlelerinden, bana göre ikincisi doğru. Bildiğime göre iki isim arasında «ve» bağlacı kullanıldıktan sonra gelen takı, her iki isim için de uygun olmalı. Yani iki isim için ayrı ayrı kullandığımızda bir uyumsuzluk söz konusu olmamalı. Mesela «Ali'nin evine hırsız girmiş» ve «Mehmet'in evine hırsız girmiş» cümlelerini bağlarken, «Ali'nin ve Mehmet'in evine hırsız girmiş» demek doğrudur; çünkü «Ali ve Mehmet'in evine hırsız girmiş» dersek, tamlamalarda tutarsızlık olur. Size sorulan örnekte de «Ahmet'e» ve «Ali'ye» derken kullandığımız takılar («...e» ve «...ye») farklı olmak gerekiyor ve «Ahmet'e ve Ali'ye» demek zorunluğu ortaya çıkıyor. – Dizdaroğlu'na teşekkürler! "

-----

Genç yazarların dikkatine.

7.45 vapuru... Sana diyorum 7.45!

- Koşan Kadın
Ben her sabah seni izlemek zorunda mıyım?
Sevgilinle sakin sakin durup, şirinlikler yapıp,
romantik anlar yaşayıp, nasıl da bir anda fırlayıveriyorsun vapurdan.
Ben her sabah "ahaa düştü şimdi" endişesini yaşamak zorunda mıyım?
Koşan kadın. Böyle devam edersen, bu sakar görünümünle yakında
"denize düşen kadın" olacaksın. Ne bu acele?
Koşarak çıkıyorsun ama Zincirlikuyu'ya aynı anda varıyoruz,
işte şimdi düşün bakalım hangimiz de bir hata var?.

- Yanlarda Duranlar
Aman iyi durun sıkı durun aranıza kimseyi almayın da,
bu meşakkatinizi taktiren baharın ve yazın size mi bırakacağız sanıyorsunuz o püfüüüür püfür yerleri.
Bütün bir kış boyunca yağmur kar demeden oturdunuz diye,
bahar gelince yaz gelince "önce gelen oturur" isimli yazısız kural iptal mi olacak?

- Gazeteci Çocuk
Arada sırada gazetelerini çevirsen de,
alt tarafları da okuyabilsek keşke.
Bıktık manşetleri okumaktan anlamadın mı?

- Kapı Zorlayıcıları
Hadi geç, geç de iki adım önde dur Beşiktaş'a.
İki adım daha yakın olunca Beşiktaş'a yol mu kısalıyor aklınca be adam!

- Kitap Okuyan Genç
Sen şimdi bir sayfa daha çevirdin ama Beşiktaş'a kaldı iki kulaç...
Kitapta bölüm sonunu görmeyi göze alıyorsan
yol ver kapı zorlayıcısına da geç otur salona.
Ayrıca karar ver, kitap okumak mı niyetin,
yoksa uyuklayan teyzenin gazetesinde mi aklın?

- Kız Kulesi
Her sabah, kaptanın keyfine ya da Marmara'nın dalgasına göre
ya uzuyorsun ya kısalıyorsun.
Karar ver artık ikizler mi burcun?

- Can Yelekleri
Sıkılmadınız mı tavanda durmaktan,
hiç azalmamaktan ve hiç çoğalmamaktan?

- Basamaklar
İlk önce gelenler aheste aheste çıkarken yüzüne bile bakmaz da,
kapı kapanmadan az önce vapura binenler nasıl da çek-yat muamelesi çekerler sana...

- Çaycı
Adam! Kimse inanmıyor o portakal sularının "taze" olduğuna!
Ya sıkacakla gez önlerinde sık da ver
ya da vazgeç bu sevdadan çayda daha çok para var!

- Diğer Çaycı
Nasıl da ezberinde tutuyorsun o kadar insan ne içti, ne kadar borçlu sana.
Cebindeki abaküsü görmedim mi sanıyorsun yoksa?

- Çay Ocağındaki Bisküviler
Vapurda yiyecek değil de giyecek satılsa da rahat bir nefes alsanız,
acaba şimdi mi alacaklar endişenizden kurtulsanız.

- İskele Veren Adam
Biliyorum sen de bıktın bizden mecbursun o iskeleyi vermeye ama
öğrendi sanki herkes iskelesiz inmeyi/binmeyi.

- Kaptan
Bir gün olsun in be aramıza kaptan!
Göster yüzünü, daha da sevelim vapurumuzu!

- Düdük
Öyle zamansız çal ki, bir kere daha uyanalım her seferinde.
7.45 vapurunda olduğumuzu anlayalım, gözlerimizi iyice açalım.

Pazar, Şubat 26, 2006

Şimdiki Reklam Yazarları Çok Şanslı!



Digitürk reklamında adam resmen "oha" diyor. (Çüşşş de diyebilirdi ya da yakında diyecektir!) Daha önce de "ulan"lı bir reklam izlemiştik. Yani televizyon reklamlarında herkes her şeyi söyleyebiliyor. Adeta hiçbir kısıtlama yok.

Peki bilir misiniz ki, biz bundan yirmi beş yıl kadar önce reklamlarda "yaşam" bile diyemezdik? "Yanıt", "etkin", "örneğin", "anı" gibi sözcükleri kullanmamız mümkün değildi? Çünkü 12 Eylül 1980’de Türkiye’nin yönetimini ele geçiren generallerin hışmından Türkçe de nasibini almış ve darbecilerin atadığı TRT yönetiminin ilk işi bazı öz Türkçe sözcüklerin programlarda ve reklamlarda kullanılmasını yasaklamak olmuştu.

Geçen gün eski defterleri karıştırırken Reklam Moran’da çiçeği burnunda reklam yazarı olduğum o günlerde, “Resmi bir bildirim yok ama Ankara'daki temsilcimiz Emrah'ın uyarısı dikkate alına ve bu kelimeler sakın ola kullanılmaya!” direktifiyle yazı grubunun duvarına asılan yasak sözcükler listesini buldum. Çeyrek yüzyıldır muhafaza ettiğim bu "belgeyi" özellikle genç arkadaşların bilgisine sunuyorum. "Nereden nereye gelmişiz ve bakalım nerelere gidiyoruz?" diyerek...

Sanırım üzerine tıklandığında herkes tarafından rahatça okunabilecek.

Cumartesi, Şubat 25, 2006

Polislik.

Nicedir şikayet edeceğim, fırsat olmadı. Böyle bir defterde Türkçe ve yazım hataları olmamalı. Alışkanlık, okudukça düzeltesim geliyor. Yazdığımızı bir kez daha okumadan mı yayımlıyoruz? Bir kez okumak yetiyor mu? Lütfen biraz daha dikkatli ve özenli olalım. Gözden kaçanlar için önerim, biri bu işin polisliğini yapsın. Gençlerden(!) biri? Hem hatalarımızı görür, doğrusunu öğrenir ve hatta tartışırız. Düzelmezse ya da biri bu polisliği yapmazsa, ben hata yapanları ifşa edeceğim ona göre.

paylaşım...

sevgili ortak defter,

ilk yazımda seni günlük gibi kullanmamdan rahatsız olmazsın umarım... sadece biraz umutsuz hissediyorum ve haluk bey yazabildiğim zaman yazmamı önerdi... reklama bulaşmadan önce daha çok yazardım biliyor musun? sanki daha çok zamanım vardı... belki şimdiki kadar hızlı düşünemiyordum ama o zaman daha çok fikrim vardı sanki... her şey “çok acil” olunca yerlerinden çıkmak istemiyor afacanlar...

günde kaç kez umutsuzluğa kapılırsın sen? koskoca deftersin, elbette ara sıra böyle hissedeceksin... sonra kafandan kovalayacaksın tüm kötü düşünceleri, çünkü karamsarlık fikirlerini daha çabuk öldürür, biliyorsun... ama günde kaç kere oynuyorsun kovalamacayı? pek tanımadığım halde “güzel insan” demekten çekinmeyeceğim bir adam karanlıktan beslenmememi söylemişti... kendimle saklambaç oynarken “sobe” yerine kullanıyorum bunu, sana da tavsiye ederim... odayı güneşle doldurmasa da dudakların kenarlarına biraz hareket kazandırıyor...

“hah!” dediğin anlar oluyor senin de, fikir bulmaya çalışan herkesin olur... sonra da, bin tane arasından en sıkıcı bulduğun fikri seçerken ampul gibi parlayana bakmıyorlar bile... bir süre sonra “demek ki o kadar parlak değilmiş” demeye başlıyorsun... doğum sancıları çekiyorsun oysa onun için... sen de parlayamıyorsun o zaman... hiç yabancı gelmemeli sana... fikri aldıktan sonra aslıyla ilgisiz bir şeye dönüştürmeleri ve onunla ilgilenmemeleri arasında büyük fark yok... birinde bebek ölü doğuyor, diğerinde doğduktan birkaç saat sonra ölüyor...

“bu kadar umutsuzsan neden / nasıl devam ediyorsun?” diye sormazlar mı sonra adama? sorarlar... verecek cevap bulamadığın oldu mu hiç? hiç şikayet ettiğini duymadıkları halde ailen ve arkadaşların sana “değer mi” dedi mi? değdiğini söylediğinde bunu mantık çerçevesine oturtamadığın oldu mu? kendini başka bir iş yaparken düşünemediğini söyleyebildin mi onlara; sana akıl vermelerini önemsemeden?

karanlıktan beslenme!

daha başında anlattılar karşıma çıkacak duvarları... yaptığımın, içime sinse de bir nefeslik ömrünün olduğunu söylediler... kaşındım, kaşınmaya da devam ediyorum... buzdağının tepesini bile yeteri kadar arşınlamamış biri olarak buna da “çömez karamsarlığı” diyorum...

sonra “yine de iyi ki öğretmen olmadım” diye düşünüyorum...

Cuma, Şubat 24, 2006

Pınar Show/ süpermarket

Pazar gününden beri yazmak istiyorum ama ancak fırsat bulabildim. Pazar günü, her Türk ailesi gibi bir süpermarkete girip, alışveriş yapıyorduk. Markette bir tek benim niyetim alışveriş yapmak değildi, o ayrı bir mevzu! Süt reyonuna gelince (her zaman yaptığım gibi) kaç çeşit süt var, saydım. Sonra paketlerin üzerinde göz gezdirmeye başladım. "Pınar Denge Prebiyotik Süt" elime gelince şaşırdım. Özel reyonu da olan sütün, reklamlarına bayıldığım için dikkatimi çekti. Süt paketinin üzerinde meditasyon ya da yoga yapan bir kadını koymuşlar! Özene bezene hazırlanmış bir reklam senayosu, ünlü seslendirme ustalarının yarattığı karakterlerin ardından, paketin üzerinde duran kadına anlam veremedim. Neden beyin, burun, bağırsak vs. yok kutuların üzerinde? Hatta bu karakterler o kadar sevildiki, 5/10 kutu biriktirene ya da çekilişle; beyin, burun, bağırsak oyuncakları verseler, çocuklar biriktirip (ben dahil biriktirir alırdım) alırlardı. Yoksa ben mi çok sevdim onları da, yanılıyorum?

Perşembe, Şubat 23, 2006

Mesleğinizin hayata etkilerini görmek ve bundan memnun olmamak, sabah masanıza oturduğunuzda sizi nasıl etkiler? Daha açık olayım... Sabah metroyla işe giderken merdivende, duvarda, yerde neredeyse rayda bile reklam gormek neler hissettirir? Bana kirlilik gibi geliyor. İnsan topluluğunun olduğu her yeri medya olarak gormek reklamcılığa ne kadar hizmet ediyor, bunu oturup düşünmek gerekiyor.

Bir yazı.

İlk sayısında bulunma riskini rahatça göze alabileceğiniz, değerli hocaların çıkaracağı bir "düşünce dergisi" için hazırladığım yazıyı burada paylaşmayacağım da kimlerle paylaşacağım dedim. Paylaşıyorum. Gerçi bildiğiniz şeyler. Biraz uzundu, epey kısalttım, yine de uzun oldu. Sabır diliyorum.


Cami duvarı.


Yapılan uluslararası bir araştırmada yaratıcı etkinliğin dayanma süreleri saptanmış:

Kurgusal yazım (roman, öykü) 5 saat.
Kurgusal olmayan yazım (araştırma, inceleme) 3 saat.
Resim ve heykel yapma 7 saat.
Şiir yazmak 2 saat.
Pazarlama planı yapmak 3 saat.
Reklam metni yazımı 2 saat.
Taslak yapımı 3 saat.
Yoğun esinlenme 2 saat.
Konuşmak 30 dakika.

Bu liste pek çok meslek düşünülerek değerlendirilebilir. Fakat ben kendi mesleğim reklamcılık üzerinden düşünmek istedim.

Türk reklamcılığının teknik anlamda dünya reklamcılığıyla başabaş gittiği söylenir, ki bu bir yalan değildir. Teknikte iyi olmak, sektörümüze göre yaratıcı anlamda da iyi olduğumuz anlamına gelir ki, bu içsel bir yalandır. Türk reklamcılarının yaratıcılıkta dünya reklamcılarıyla aynı kefede olduğunu düşünmek, düşünmeye zorlanmak, yurtdışında alınan birkaç uluslararası ödül, dünyaya açık, popüler deyimle trendlere yakın durmak nedeniyle olsa gerek. Bir de sektörümüzün yaş ortalamasıyla.

Şaşırtıcıdır, böylesine bilimsel bir işi yapan Türk reklam sektörünün yaş ortalaması 30’un üzerinde değil. Bu oranın böylesine düşük olması, ajansların üst düzey yöneticilerinin haricinde kalan büyük çoğunluğun genç insanlardan oluşması. Bu gençler ne yapar? Reklam yazar, reklam çizer, reklam çeker, reklam sunar, reklam değerlendirir, reklam kuramı yapar, reklam dağıtır. Koskoca markaların, koskoca ajansların “değerleri”, büyük bütçeleri bu insanların yaratıcılığına bakar. Bir reklam ajansının giderlerinin %80’e yakınının ücretler olduğu düşünülürse, yani bir reklam ajansı insanlardan ibarettir dersek, bu insanların %80’ini de yaratıcıların oluşturduğunu bilirsek: Rahatlıkla, bir reklam ajansı yaratcılıktan ibarettir, diyebiliriz.

Kimdir bu yaratıcı genç insanlar?
Önce bu insanlar ne yapar ona bakmak gerek. İster istemez televizyonun karşısına geçip de bir reklam kuşağıyla karşılaştığınızda ne görürseniz onu yaparlar. Gazeteyi karıştırırken, yolda yürürken, radyo dinlerken, yolculuk yaparken, dergi okurken reklam adına ne görüyorsanız onları yaparlar. Yani bu yaşları otuzu geçmeyen reklam emekçileri çok önemli insanlar. Hayatımızın kritik zamanlarında karşımıza çıkan ve ellerinde “doğrudan iletişim” gibi çok önemli bir silah tutan insanlar bunlar.

Baştaki araştırmaya dönelim. Bir reklamcı günde en az 12 saat çalışır. Haftanın 7 günü çalışır. Bir ay içinde ortalama 3 kez sabahlar ve ertesi gün işe her zamanki saatte gelir. Toplantılarda 2 saatten fazla durmaksızın konuştukları olur. Yoğun esinlenme toplantılarında 5 saat masadan kalkmadıkları. Hep problem çözerler. Çok yoğun çalışırlar. Yılda bir hafta izin kullanırlar, bilemediniz iki. Uykusuzluk problemi yaşarlar, ayakta kalmak için bolca kahve tüketirler, uyarıcı haplar, vitaminler alırlar. Düzensiz yaşarlar.

Yazının başlığı ne olacak şu an bilmiyorum fakat burada irdelemek istediğim şey Sağlığın Reklamı idi. Notlarımı alırken gördüm ki, buna Reklamın Sağlığı da eklendi. Araştırmalarımı sürdürürken Reklamcı Sağlığı oluverdi. Toparlanırken ise: Sağlıklı Reklam. Anladığım kadarıyla bunların çevresinde dönüp duracağız.

Sağlığın reklamı.
Türkiye’de ilaç reklamı yapmak yasak. Fakat çok sayıda, ilaç reklamlarına odaklanmış ajans var. Kadrolarında uzman doktorlar da yer alıyor. Bu ajansların yapıları da çok farklı. Reklam yazarlarının eğitimleri konuya uygun olmalı. (Bu arada, ülkemizde grafik tasarımcı yetiştiren fakülteler varken, herhangi bir reklam yazarlığı okulu olmadığını da belirtmek gerek.) Bu ajansların “elleri bellidir”. Mecra kısıtlamaları vardır. Sıkı denetimden geçerler. Reklam etiği ister istemez otomatiktir.

Fakat geriye “yediğimiz”, “sürdüğümüz” ürünlerin reklamını yapan ajanslar kalıyor ki, ürettiği reklamları hepimiz izliyoruz. Gıda ve kozmetik kategorisi, dünyadaki yaratıcılık üzerine en zor kategorilerden biridir. Yapılacak her şey yapılmış denir.

Türkiye’de yetmişli yıllarda, bir çocuğun reklamda oynaması, seksenli yıllara kadar da reklamını yaptığı ürünü “kullanıyorum” demesi yasaktı. Şimdi çocuk şampuanı reklamlarında her yaştan çocuğun yer aldığını, ürünü kullandığını, önerdiğini görebiliyorsunuz. Süt, margarin, çikolata, kraker, alkolsüz her türlü içecek reklamında da sıkça rastlayabiliyorsunuz çocuklara. Yalnızca çocukların kullanıldığı reklamlarda değil, çocuklara yönelik reklamlarda da söylem özgürlüğü gözlerden kaçmıyordur. Yetişkinler için bir margarin markası bir kalp vakfının, diğeri bir başka kalp vakfının onayına yer verebiliyor reklam filminde. Bir anne çocuklarına hazır sütlü gıdaları içi rahat bir şekilde nasıl yedirdiğini gösterebiliyor. Ekmeğe sürülen margarinler, kaşıklanan pudingler, sütü sevdiren karışımlar, iftar sofrasında içecekler; bir futbol topu için kutularca içecek tüketen çocuklar. Yasal uyarıların küçük puntolarla ekranın altından akıp gittiği reklam filmleri, aynı uyarıların küçücük puntolarla en altta yer aldığı ilanları bilmeyen, görmeyen var mı? Var mı? Yalnızca beden sağlığını ilgilendiren reklamlardan değil, reklamların ruh halimizi, davranış biçimlerimizi nasıl etkilediğine de değinmek gerek.

Bir televizyon filminin 1 saniyesinin 25 kareden oluştuğunu bilirsek, filmin içine konulan 2 karenin neler yapabileceğini siz düşünün. Bu tür bir uygulamanın Amerika’da tüketicileri nasıl etkilediğini, tartışmalar yarattığını, bu reklamın ve “yöntemin” yasaklandığını hatırlamak gerek.

Reklamda bir zincir strateji vardır: Sizi akşam televizyon başında yakalayabilen bir ürün vaadi, sabah işe giderken arabanızın radyosunda, toplu taşım araçlarının içinde ve dışında, yollarda, işyerinde, bilgisayarınızda ve eve gitmeden önce şöylesine girdiğiniz markette takip etmeli, istikrarlı bir biçimde vaadini tekrarlamalı ve sizi tekrar tekrar yakalamalıdır. Ki alışveriş anında eliniz o ürüne gitsin.

Kırışıklardan kurtulmak, daha hoş görünmek, sindirim sisteminizi düzene sokmak istemez misiniz? Sindirim sisteminizi düzene sokmaya çalışırken kullandığınız ürünün bağırsaklarınızı tembelliğe alıştırabileceğini bilmek? Hayvansal yağların damarlarınızı tıkayabileceğini bilmek kadar, bitkisel katı yağların aşırı tüketildiğinde aynını yapabileceğini bilmek? Doğal kaynak suyunun içindeki metal oranlarının mevsimlere göre değişebildiğini bilmek kadar, adının altında küçük puntolarla “sofra içeceği” yazan bir başka suyun yapay su olduğunu bilmek? Öğrenmek için etiketlere dikkat etmeniz, içindekiler bölümündeki deyimlerin ne olduğunu anlamanız, E’lerin hangi katkı maddeleri olduğunu soruşturmanız yeterli. İlaç prospektüslerini okumaktan farklı değil. Ortada yasa dışı bir şey yok. Her şey yasal. Ve tüketicinin bilincine olan güvenimiz tam.

Reklamın sağlığı.
Bizler reklam sektörünün harika çocukları, tüketiciyi ikna etmeden önce kendimiz ikna olmalıyız ki, ürünü sağlıklı tanıtabilelim. Ürünü denemek, kullanmak, hizmetse yararlanmak şart. Yaratıcı sürecin en çoğunu sorular alır. Yanıtlar gelir, yeni sorular doğurur. Bir yerde uzlaşılır. Uzlaşmak! İşte bizim sihirli sözcüğümüz. Bir sözü milyonlarca farklı şekilde söyleyebilmek ve zaman azlığı. Otuz saniyelik bir reklama idealde bir ya da birden fazla vaadi sağlıklı bir şekilde yerleştirmek. Önden yapılan araştırmalar, yaratıcı iş üzerinde yapılan araştırmalar, yaratıcı işin yayımı sırasında, sonrasında yapılan araştırmalar, reklamın sonucuna yönelik tüketicinin kullanımına dair yapılan araştırmalar... Araştırmalar bize her şeyi söyler. Mağazalarda neden yalnızca dallı güllü nevresim takımlarının satıldığını, neden desensiz, tek renk nevresim bulamadığınızı açıklar: Tüketici böyle istiyordur. Tüketici yönlendiriyordur. Tüketici algılamıyordur. Tüketici karar veriyordur. “Sahiden mi?” Tüketicileri de ayrıştırırız, “hedef kitle”, “A, B, C” diye böleriz.

Kitaplarda “sağlıklı” reklamın tanımları var. Kurallar konur, ki bence buna doğrular demek gerek. Kurallar yıkılmak içindir reklamcılıkta da, iletişim durmadan gelişir. İnsanoğlu gibi. Peki etik? İlk sekiz saniyede ürünü göstermelisiniz der örneğin bazı kitaplar, vaadi birkaç kez tekrar etmeniz gerekir, filmin bir karesi her şeyi anlatmalıdır uyarısı vardır. Sesi kısıkken de anlaşılmalıdır. Reklamın iyisi kötüsü olmaz denir ki, bu söz, tanıdığım reklamcıların çoğunu çıldırtmaz.

Sağlıklı bir reklam ortaya çıkarmak, çok bilinmeyenli bir denklemi, bütün araştırmalara rağmen bilinmeyen bir sonuca doğru çözmeye benzer. Yüzde yüz garantisi yoktur. Ürün/hizmet, pazarlama fikri, strateji, yaratıcı fikir, uygulama iç içe geçer. Film yönetmeninin, fotoğrafçının, oyuncunun, repliklerin, yayımlandığı kuşağın, sayfanın bile sağlıklı reklamı ortaya çıkarmakta önemli rolü vardır. Usta Hulki Aktunç’un “reklam gülü” kuramı, “yanlış-çirkin”, “doğru-güzel” diye sağlamasını yapar reklamın. Benim “reklamın sağlığı” diye geçiştirdiğim, hem yaratıcı süreci hem bütün bir sektörü içine almaya çalışıyor hem de reklamın üzerimizdeki etkisini.

Bir ülkeye gittiğinizde otel odasında televizyonu açar, programlara ve reklamlara bakarsınız. Bu kutunun içinden görülenler, o ülkenin belli bir noktadan bakılan aynasıdır. Popüler kültürdür ki, güncel, tutulan demektir. Bir reklam gurusu, (arka sıradaki gençler adamcağıza “reklam kurusu” diye ad takmıştı), Türkiye’de verdiği bir konferansta bu bildik yöntemi uyguladığını ve otelde bizim reklam kuşaklarına baktığında Türk reklamcılığını çok başarılı bulduğunu söylemişti. Kibar yalan. Aleni yalan. Guru yalan. Kuru yalan... Televizyon programlarından söz etmedi. Reklam filmlerimizin büyük çoğunluğunda boy gösteren tanımadığı “celebrty” ünlü kimselerimizi sormadı. Bogazichi, Turkish raki, sish kebaph dedi mutlulukla. Sonra salondakilere reklamı anlattı. Dünya iletişiminin nereye geldiğini. Salondakiler sıkıldı. Onlar, her yaştan Türk reklamcısı olan dinleyiciler, anlattığı her şeyi biliyordu. Bilmek, hayata geçirmek için yeterli değildi oysa.

Kitapların hepsinde şu yazar: Reklamcı yalan söylemez. Ancak abartır. Saygın bir reklamcımızın bir arkadaşından aktardığı gibi “gergin bir çelik yay ne kadar esneyebilirse, o kadar”.

Türkiye’de bugün “medya” ve reklamı mecraya dağıtan “medya ajansları” arasındaki kısadevre nedeniyle sağlıklı bir reklam ortamından söz etmek neredeyse olanaksız. Reklamın sağlığı bozuk. Program, dizi, “ünlü” yatırımları reklam kuşaklarına yönelik. Reklam dağıtımı bu yatırımlara yönelik. Reklamcılar hepsine yönelik. Pazarlamanın küçük bir dalı reklam burada bir maşa. Döve döve şekil verilen işlevsel bir metâ.

Popüler kültürden yararlanmak binlerce yaklaşımdan biriyken, popüler kültüre hizmet etmek başlıbaşına bir iş artık. Trendleri belirlemek işleviyken, trendleri anında ülkeye getirmek baş görevi. “Türkiye İstanbul’dan ibaret değildir” beylik lafını ederken, geriye kalan topraklarda yaşayan insanlarını aptal yerine koymak aleni. Ülkesini sevdiğini söyleyen insanların, insan sevmediğini gözlemlemek ise çok acı.

Reklamcı sağlığı.
En başta söz ettiğim koşullar ve sektörün kabaca durumuna baktığınızda reklamcının sağlığından endişe edilmez mi? Kırk yaşın üzerinde reklam yaratıcısı bulmanız zor. Hatta bu yaşta mesleğini sürdüren insan bulmak zor. Neden gençler peki? Dayanıklılar, tazeler, güçlüler. İyi eğitimliler. Aynı zamanda deneyimsizler. Hayatın daha bir içindeler. Şekillenmemiş fakat kendilerine has düşüncelere sahipler. Sağlıksız “koşullarda” yaşadıkları için erken yıpranıyorlar. Otuzu devirdiklerinde spor yapmalıyım, otuzbeşi geçtiklerinde bu mesleği bırakmalıyım demeye başlıyorlar. Çoğu ülser. Uyku problemi, aşırı stres, baş ağrısı. Bir romanda reklamcılık yapan kahramanın panosunda şu yazar: “Reklamcının kimi ülserdir kimi migren. Migreni ya da ülseri olmayanın kalbi tekler.” Her şeye reklamcı gözüyle bakmaya koşullanmış, mesleki deformasyona uğramaya yüz tutmuş bu “sağlıksız” gençler nasıl rahatlar peki?

Büyük usta Eli Acıman’ı çağdaş Türk reklamcılığının başlangıcı sayarsak, onun öğrencileri, yani ikinci kuşak içerdi güzel. Akşamcılar, öğlen rakıcıları, öğleden sonraları dolabın içinde kaybolup çıkıveren kanyak kokan ustalar. Onların öğrencileri biz üçüncü kuşakta ise içki haricinde multi vitaminler, doğal uyarıcılar vardı. Şimdi ise dördüncü kuşak taşıyor reklam sektörünü. İlk iki kuşak birbirine yakındır fakat son kuşakla neredeyse tamamen kopuktur, bir araya gelip anlaşmaları neredeyse olanaksız. Son kuşak, geceleri çıkıyor rahatlamak için. Hemen hepsi içki içiyor. Çoğunluğu rahatlatıcı haplar, azımsanmayacak sayıdakiler de uyuşturucu alıyor. Ot içmek doğal. Kullanmayan pek az. Psikolojik sorunları var. İyi kazanmalarına karşın
çok azı bir uzmandan yardım alıyor. Gündüz insan gece kurt misali gençliğini tüketiyor. İnanılmaz bir uçurum var kuşaklar arasında. Hayatlarının çoğunu reklam ajansında geçiren bu yaratıcıların bulduğu başka rahatlama yöntemi neredeyse yok. Asıl şaşırtıcı olan, idealleri olan insanlar bunlar. Hemen hepsi mesleğini en iyi şekilde yapmak arzusunda. Çok iyi çalışıyorlar. Konsantrasyonları kusursuz. “Gece hayatı” performanslarını etkilemiyor. Şimdilik öyle görünüyor.

Uluslararası önemli bir reklamcılık yarışması olan Cannes’a gidecek ekibin Türkiye elemesini yapmak üzere bana jüri başkanlığı teklif edildiğinde bu gerçek geldi aklıma ilk. Jüriyi sektörün genç yaratıcı yönetmenlerinden oluşturdum. Üçbuçukuncu kuşak diyebiliriz bu insanlara. Yarışmaya katılanlar ise sözünü ettiğim son kuşak genç yaratıcılar. Konuyu bilmeden katılıyorlar. Bir otelde sabahlayarak kampanya hazırlıyorlar. İlk günün sabahı bir toplantı yapıp brief verdim, konuyu açıkladım: Uyuşturucu bağımlılığı ile mücadele. Ve yapacakları iletişimin hedef kitlesi olarak onları gösterdim. Kampanyalar hayali de olsa, gerçek bir kurumun imzasıyla tasarlanması gerekiyordu. Ankara’daki TADOC adlı kurumdan yardım istediğimde bana kesin bir tek şey söylediler: “Damardan alanlar kapsam dışı tutulsun, onlar için bir şey yapamazsınız.”

İkinci günün sonunda ortaya çıkan kampanyalar inanılmazdı. Jüri çok zor karar verebildi. Seçtiğimiz ekip Fransa’da ülkemizi temsil etti. Yine orada son anda öğrendikleri “işyerinde cinsel taciz” konusunda yaptıkları kampanyayla dünya üçüncüsü oldular. Cannes Türkiye elemesinde yaptığım, bir anlamda kendi kendimizi kendimize ispiyonlamaktı. Anlamını buldu sektör çalışanlarında. Fakat gerçek ne yazık ki değişmedi.

TADOC, bu girişimden mutlu oldu ve çıkan kampanyalardan kimisini kullanmak istedi, Reklamcılık Vakfı ile buluşturdum onları, bir şeyler olacaktı, neden sonra öyle kaldı.

Sağlıklı reklam.
Bu kadar olumsuz sözden sonra mesleğimi seviyorum ve en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum desem, inanır mısınız? İnanmalısınız. Benim gibi düşünen ve yaşayan bir çok reklamcı olduğunu biliyorum. Onlarla bir aradayız, hısımız. Herhalde her şeyden önce reklamcılığın kendisi bir bağımlılık. Ömrü on günlük işler üreten, en az yirmi yıl bu işi severek yapan, bir anlamda suya yazı yazan insanlar hâlâ mesleğini severek yapıyorsa, bu durumu başka nasıl açıklayabilirim bilmiyorum. Bir tuhaflık var.

Düzeltilecek de çok şey var. Dernek ve Vakıf medyayla, reklamverenlerle yapıcı ilişkiler içinde. Dernek, medya ajanslarını bünyesine katarak yakın temas kuruyor. Mesleki eğitim için çok başarılı işler yapıyor. Narin bir dal, bütün bir gövdeye ağaç olmayı öğretiyor. Reklamcıların “özel” hayatlarına gelince ne yapılabilir, şimdilik belirsiz. Okul önlerinde 5 YTL’ye satılan haplardan söz ediyorsak, bu durum bir gün ayyuka çıkarsa daha fazla önlem alınacaktır diye düşünüyorum. Reklam sektöründe de durum böyle olacak herhalde. Kimin ayağına basıyorum, ekmek yediğim mesleğime ihanet mi ediyorum, cami duvarına mı dayandım bilmem. Bildiğim gerçekler ve düşüncelerim bunlar. Çok mu “ahlakçı”, “muhafazakâr”?

Reklamcılıkta yalnızca eleştirmek yoktur, bir fikri beğenmiyorsanız, eleştirecekseniz mutlaka bir öneriyle gelmelisiniz. Benim de bir önerim olmalı şimdi, öyle değil mi?

Bu ülkede sağlıklı reklam yapmak için, kurumlar arası şeffaflık ilkelerini, etik değerleri, mesleki onuru, her anlamda giderek ağırlaşan sektör koşullarını, değişen kuşağı, yozlaşan hayatlarımızı, sadece gerçeklerle uğraşırken gerçeklerden kopuşlarımızı elden geçirmekte yarar var. Bunu “özel” diye nitelemekte hata var. Bir insanın haftanın hemen her gününü meslektaşlarıyla aynı çatı altında, gecesi gündüzüne karışarak geçirmesi, yalnızca fikir alışverişiyle bir sonuca ulaşmaya çalışması “özel”inin kalmasına olanak verir mi? Bir insanın kendinden, gerçeklerden kopmasının başka yolları yok mu? Başkasının problemlerini çözmekle günlerini geçiren, etki, tepki ve ikna konusunda uzmanlaşmış reklamcıların kendileri için yapacağı bir şeyler yok mu? Yoksa terzi söküğü mü?

Elbette önce sağlıktan başlamalıyız. Hepimiz “her şeyin başı sağlık” diye büyümedik mi?

Benim bildiğim, reklamcılar bu işi bir gecede çözer.

Yazarım, diyenlere...

Sakın yanlış anlaşılmaya... Sözüm zinhar, site üyelerine değil.
Hani çevrenizde tanıdık bildik, "Ne iş olsa yazarım abi"
deyip de üç beş yıldır yazanlar varsa söyleyin, beni arayıversinler...

Birilerinin, "burayı İK bültenine çevirdiniz"
diye homurdandığını duyar gibiyim. Örnek olanlar düşünsün.

Çarşamba, Şubat 22, 2006

Çırak arıyoruz!

Eli kalem, kafası fikir tutan...
Sabırlı, çalışkan...
Broşür, katalog, mektup, gazete promosyonu, şu, bu ayırmadan her şeyi yazabilen...
Bir gözü saatte, bir gözü kapıda olmayan...
Oğuzhan Akay ve Özlem Uşaklıgil gibi iki ustayla aynı havayı solumak isteyen...
Dibimden ayrılmayacak...
Maya tutarsa kısa sürede kadroya girecek...

Stajyer çıraklar...

emrahakay@movidaplusmap.com'a mail atın. beni ikna edin, bi' şeyler yapın işte!

Salı, Şubat 21, 2006

Kırmızı Çıktı

Eminim bilenler bilmeyenlerden fazladır: Hürriyet Grubu "Kırmızı" adlı bir dergi yayınlamaya başladı. Boyutlarıyla, eski fotoğraf albümlerini andırıyor. Özentisiz hatta biraz naif bir dergi. Ama bir o kadar da albenili. Daha ilk sayısından anladığım kadarıyla, dergi sadece Kırmızı Basında En İyiler Reklam Ödülleri'nin bir arşivini oluşturmakla kalmayacak; reklamcılık ve özellikle de basın reklamları konusunda doyurucu bir arşiv değeri taşıyacak. Örneğin bu ilk sayıda Doğan Yarıcı'nın "Efsanevi Murat 124 Kampanyasının Bilinmeyenleri" başlıklı ve görsel zenginliğiyle de öne çıkan bir yazısı/röportajı/araştırması var. Nazar Büyüm ustamız kendine özgü üslubuyla bir dönemi öyle hoş anlatmış ki... Bence okumamak hem ayıptır, hem de kayıp!

Pazartesi, Şubat 20, 2006

Ah Ankaralı ajanslar ah,

Nasıl bir şey bu? Bizim burada, İzmir'de hiç tanık olmadığımız bir durum. Buradaki tüm reklamverenler de tam tersine nasıl iyi niyetli, nasıl kentlerine inancı büyük bir bilseniz, inanamazsınız.

Şaka bir yana, sevgili meslektaşlar, reklamverenin bu İstanbul kompleksi belli ki daima var olacak. İtiraf etmeliyim ki kimi kez haklılar da. Çünkü yapılanması yeterli olmayan ajansların elinde rezil olan iyi markalar da olabiliyor. Hoş bu İstanbul için de geçerli. Piyasada hakkıyla yapılmış kaç iş var?

Sanırım biz İzmirli, Ankaralı ajansların sektöre yönelik en büyük görevi, nitelikli adam yetiştirip İstanbul'daki büyük mutfaklara göndermek. Bu nedenle İstanbullu meslektaşlarımızın bizlere biraz farklı bakmaları gerek. Ne de olsa biz sektörün en önemli okullarından sayılıyoruz. Hadi bakalım şimdi derse...

Pazar, Şubat 19, 2006

Ankara'nın taşına bak...

Bir büyük kent, avrupalı bir başkent, banka hesapları en kabarık, en zengin, en zenginlerin kenti Ankara, iyi tüketir, üretmeyi düşünmez Ankara. Reklam ajanslarına konkur açar siz kurumsal değilsiniz biz Istanbul'la çalışalım en iyisi diyen kent Ankara. Kendisine güvenmeyen işadamlarının kenti, ne istediğini bilemeyenlerin kenti Ankara, her Ankara'lı ajans Istanbul'da ajans kurmak ister Ankara'daki pastadan pay alabilmenin gerçeği budur diye düşünür.

Ey millet Ankara'da ajansınızı açın, nitelikli elemanlar ganimet merak etmeyin, Istanbul'dan geldik şubemizi açtık gelin gayri deyin yeter... Demedi demeyin !

Bir işaret verir misiniz lütfen ?

'Contributors' listesinde yer alan, ama bugüne kadar bir tek harf bile katkıda bulunmamışlarımız lütfen bir niyet mesajı atabilirler mi ? Bundan böyle de yazmayacaklarsa, yazmayacağım derler mi ? Sadece okumak yetiyorsa, bunun için blog'a kayıtlı olmak gerekmiyor : Kendilerini üzülürek de olsa söz konusu listeden çıkaracağız. Bu durumdaki arkadaşlardan bir hafta içinde bir haber gelmezse, kararı, 'admin' konumundaki üç kişi vermek zorunda kalacağız.

Cumartesi, Şubat 18, 2006

Gerçek mi ?


Ortalarda bir CNBC-e görüntüsü dolaşıp duruyor. RTÜK Nip Tuck yüzünden ceza vermiş, bu ekran da o kararın gerekçesi imiş...

Gören var mı kendi gözüyle ??

Perşembe, Şubat 16, 2006

Hami ile Samimi Bir Poz




Bir zamanlar bir Rota Reklamcılık vardı. Pek çok ajans gibi o da tarih oldu. Oysa cirosal sıralamalarda hep üstlerde yer almıştı. En uzun süre çalıştığım ajanslardan biri olduğundan kişisel tarihimdeki yeri önemlidir.

Rota’da, Saba Televizyon için 90’lı yılların başlarında dönemin yıldız futbolcularının yer aldığı geniş kapsamlı bir kampanya hazırlamıştık. Kısa kısa televizyon filmleri ve kutu kutu basın ilanlarıyla epeyce uzun ömürlü olmuştu.

Fenerbahçe’nin efsane kalecisi Schumaher (“Zaaba... Çok iyi televizyon!”) ile başlayan kampanyada sonraları dört büyük futbol takımımızın yıldız oyuncularına yer vermiştik: Rıdvan, Şifo Mehmet, Ertuğrul, Tugay, Arif, Hami, Ünal, Metin, Okocha ve daha sonra ekranlarda maymuna çevrilen Kompela.

Fotoğraf o günlerden ve arkasındaki tarih 1992. Trabzonspor’un frikikleriyle öne çıkan oyuncusu Hami ile Rota’nın çarşamba pazarını andıran grafik atölyesinde “dekupeli” bir askerlik hatırası çektirmişiz.

Biraz ciddiyet lütfen

Hürriyet Gazetesi'nde bu başlığı görünce önce duraksadım, yanlış mı okumuştum?.. Yeniden okudum, bir kez, bir kez daha okudum. Hayır hayır, ben yanlış okumuyordum, başlık yanlıştı. Sonra düşündüm. Acaba, “başlık yanlış” demek, durumun vahametini anlatmak için yeterli miydi?.

Bu, Türkiye’yi yönlendirme görevi üstlenmiş, bu konuda da, sevabıyla günahıyla, alabildiğine etkili olmuş Hürriyet gibi bir gazetenin, 15 Şubat 2006 Çarşamba günü, 7. sayfasındaki bir haber için kullandığı başlıktı. Hürriyet’te çalışanların Türkçe bilgisi acaba bu düzeyde miydi? Tam, sanmıyorum derken, bir süre önce birinci sayfasında yer alan ana başlıklardan biri geldi gözlerimin önüne. “Mafya oğlumu avukat istiyor” Anlayabilmek için birkaç kez okumak zorunda kalmıştım da, ancak haberi okuyunca, mafyanın, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun oğlunu avukatları olarak görmek istediği anlamına geldiğini çıkarabilmiştim.

Ne üzücüdür ki, Hürriyet’te benzer durumlarla çok sık karşılaşıyorum. Öteki gazetelerde yok mu, elbette var... Ama bu tür durumlar, özellikle Hürriyet’e hiç yakışmıyor.

Acaba diyorum, Hürriyet’in sayfa sekreterleri ve düzeltmenleri çok yoruldukları için, gazetenin kimi başlıklarını, çaktırmadan, gece bekçileri ya da çaycılar mı yazıyor?..

Çarşamba, Şubat 15, 2006

Paylaşım

Sayıları 14 bine varan tablo ve heykel var bu sitede. Ayrıca yüzlerce besteci ve müzikleri... Fonda bir Bach açarak tablolar ve heykeller arasında gezdiğinizi hayal edebilirsiniz.

"Web Gallery Of Art" sitesi tam size göre.

"Reel sektör"

Herhalde en az iki senedir bozuluyorum bu lafa ben. "Reel sektör' ne demek yahu ? Ötekiler, örneğin reklamcılık ve benzeri hizmet sektörleri "gerçek dışı" mı ? "Sanal" mı ? "Sürreel" mi ?

Salı, Şubat 14, 2006

Dinleme adabı... Necdet Kara (Argos Reklam) yollamış.

Gel de öfkelenme...

Herkese selam. Beni de aranıza alma inceliğini gösterdiğiniz için teşekkür ederim.

Haluk, Ortak Defter’e benim de bir şeyler yazmamı önerdiğinde, "Çok öfkelendiğim ya da kendimi yetkili ve yetkin hissettiğim zaman elbette..." yanıtını vermiştim. Herhalde son günlerde öfkelenecek çok şeyle karşılaştığım için "çok öfkelendiğim zaman" diye başlamışım söze. Bilmem haklı mıyım?.. Siz de benim kadar öfkelenecek bir şeyler bulabiliyor musunuz, yoksa ben mi bu konuda çok mahirim?

Bilirsiniz, öfke baldan tatlıdır, ama öfkeyle kalkan da zararla oturur. Aslında bütün sorun, öfkenin ölçüsünü ayarlayabilmekte. Ama gelin görün ki, bu da pek kolay değil. Şu Atlasjet’in geçen hafta sayfa sayfa yayımlanan ilanını önünüze alın da, mesleğiniz adına öfkelenmemeye ya da öfkenizin ölçüsünü ayarlamaya çalışın. O pornografik başlığa verilecek yanıt çok açık ama, ne bu sitenin ne de benim terbiyem buna izin vermez.

Peki, marka adının da, alt marka adının da Türkçe’yle hiçbir ilgisi olmayan bir tıraş bıçağı reklamında, toplumun son günlerde iyiden iyiye hassaslaşan duygularıyla alay edercesine oynanmasına, bu da yetmiyormuş gibi bir de bayrak sergilenmesine hiç mi öfkelenmediniz? Yoksa alay etmekle mi yetindiniz? Ben, tam öfkem kabarırken birkaç kez yutkundum, öfkemin ölçüsünü ayarladım ve dişlerimin arasından ıslık gibi çıkan bir sesle, "Dinime küfreden Müslüman olsa…" diye söylenmekle yetindim.

Sevgili dostlar, öfkelenecek daha çok şey var. Ama biz gene de bardağın dolu tarafını görmeye çalışalım. Susuzluğumuzu giderecek olan orası…

Pazartesi, Şubat 13, 2006

14 Şubat Dünya Öykü Günü kutlu olsun!

http://www.infist.org/programme/programme.htm adresinden:

Fransız Kültür Merkezi ve İmge Öykü dergisi işbirliğiyle Dünya Uluslararası Öykü Günü kutlanacak. Bu çerçevede, 2006 yılında yüzüncü yıldönümleri kutlanan Sait Faik ve Samuel Beckett anılacak. Ayrıca öykücü Nezihe Meriç de bu etkinlikte yer alacak.

14 Şubat Salı,
19:00
İstanbul Fransız Kültür Merkezi

---

Ayrıca şöyle bir adres daha var:

http://www.worldshortstoryday.org/tr/

Yorumsuz!

Hep bizim başımıza mı gelir bunlar?

http://mapage.noos.fr/joelapompe2/

Reklam yazarı ve diploması

Reklam yazarının daha iyi bir reklam yazarı olması için hangi hangi fakülteden, hangi bölümden diploması olması gerekir?

Bu soruyu uzun zamandır etrafımdaki yazarlara bakıp cevaplamaya çalışıyorum. Bulabildiğim yanıt hangi okuldan mezun olması üzerine değil ama hangi okuldan mezun olmaması üzerine oldu: Ben, yetkili konumda olsam sanırım iletişim fakültesinden mezun adaylar üzerinde ya da en azından onları üniversite mezunu olarak nitelendirmek üzerinde iki defa düşünürdüm. Bu ülkedeki en iyi iki üç iletişim fakültesindeki eğitimi görüp inceleyen biri olarak teknik konulara çok yüzeysel şekilde değinen, teorik olarak belli bir görüş açısına sıkışmış, uzmanlalığın yakınından geçemeyen, sosyal bilimler formasyonu zayıf bir müfredatla karşılaştım. Dolayısıyla kendisi özel çaba göstermemiş mezunların da hep bu seviyede kaldığını gördüm.

Bu doğrultuda lisans eğitimini baflka bir sosyal bilim üzerinde yapmış kişilerin bilgi birikimi bak›m›ndan reklam yazarlığına daha yatkın olabilecekleri sonucunu çıkardım. Naçizane görüşüm budur yani...

(P.s. Bendeniz neredeyse hiç derse gitmeden Marmara Üniv. İletişim Fakültesi’nden mezun oldum.)

Bu kadar olur...

Hepimiz biliyoruz ki aslında yaptığımız iş eğlenceli, zevkli olduğu kadar da stresli, yorucu. Türlü türlü zorlukları var. Şikayet etmek yerine baş etmeye üstesinden gelmeye, karanlığa küfretmek yerine mumlar yakmaya çalışıyoruz. Buraya kadar eyvallah. Peki çalıştığınız ajansla aynı binada bir sinema varsa ve bu sinemanın yöneticileri boya badana yapmaktaysa, ortalık ölümüne tiner, boya vs kokmaktaysa, üstelik siz zemin katta penceresi bile olmayan bir odada çalıyorsanız işte o zaman vay halinize.. Hepsinin üzerine tuz biber ekiyor vallahi bu durum. Belki de ortak deftere yazılacak kadar mühim bir konu değil ama insan kendi kendine şunu diyor: Sıkıntımız, stresimiz, işlerin yoğunluğu yetmiyordu bir de bu koku çıktı başımıza. Allahım bunu hak edecek bir kötülük mü yaptık acaba? Bu kadar mı kadersiz, talihsiz insanlarız biz? Ahh ah!

Pazar, Şubat 12, 2006

www. seslendirme.org

Yazılışları aynı anlamları farklı sözcükler
http://www.seslendirme.org/turkce7/

Doğrusu-yanlışı
http://www.seslendirme.org/dogruyanlis.htm

Yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar
http://www.seslendirme.org/kelime1.htm

Seslendirme sözlüğü
http://www.seslendirme.org/sozluk.htm

Perşembe, Şubat 09, 2006

Yazar, ne yazar, ne yazamaz

Başlık, slogan, ilan, metin, senaryo, radyo spotu, cıngıl, diyalog, mektup, şarkı sözü, radyo oyunu, katalog, broşür, etiket, ambalaj, duvar yazısı, billboard, afiş, fikir, kullanma kılavuzu, albüm kapağı, haber, advertorial, el ilanı, bez afiş, tabela, rozet, çıkartma, faaliyet raporu, interaktif cd, web sitesi içeriği, kartpostal, önsöz, bulmaca, mâni, şiir, rehber, bayi listesi, poşet, masal, öykü, roman, satış kiti, yer çıkartması, yaka kartı, bülten, eleman ilanı, tv bandı, davetiye, istifa dilekçesi, kitap ayracı, düşünce balonu, mousepad, sinopsis, rasyonel, radyo programı, tv programı, vefat ilanı, plaket, eleştiri, yorum, banner, anket, form, anı, anons, soru-cevap, yemek tarifi yazar.

Çarşamba, Şubat 08, 2006

Ortak Defter 367 günlük oldu

Bugün 8 Şubat 2006. Ortak Defter 1. yılını doldurdu da 2. yaşından 2 gün aldı bile. Nice yıllara diyorum.

Türk reklamcılığında 'Deja Vu Klasikleri' dizisi devam ediyor 2


Yorumsuz...

Şahin Tekgündüz'den...



"1971 yılına ait 2 gazete ilanı gönderiyorum. Bu ilanlar, o yıllarda Ankara'daki reklam ajansımca yapılan, Türkiye'nin ilk halka arz kampanyasından parçalar. İlanlardaki fotoğraflardan birisi de, ünlü aktör Tamer Karadağlı'nın babasıdır. Selam ve sevgiler. Şahin Tekgündüz."

Salı, Şubat 07, 2006

RYD Kuruluyor


1990’lı yılların başlarında Cumhuriyet gazetesi “Reklam Dünyası” adlı küçük bir köşe yayınlıyordu. (Aynı şekilde Hürriyet’te de şimdi Radikal gazetesini yöneten İsmet Berkan’ın hazırladığı bir köşe vardı.)

Cumhuriyet’teki köşede 1990 yılı içinde yer alan bazı kısa haberler aracılığıyla, bir dönem benim de yönetim kurulu üyesi olduğum RYD’nin kuruluş öyküsünü izlemek mümkün olabiliyor.

İşte o günlerden birkaç haber:

REKLAM YAZARLARI DERNEĞİ TÜZÜĞÜ YAYINLANDI

Geçen yaz aylarından bu yana yoğun çalışmalar ve toplantılar sonucunda 2 Ekim 1989 tarihinde resmi kuruluşunu tamamlayan Reklam Yazarları Derneği’nin tüzüğü de yayınlandı. En geç 1990 yılının Nisan ayı başında ilk olağan genel kurulunu yapacak olan dernek halen Güven Turan, Figen İsbir, Raşit Çavaş, Oğuzhan Akay ve Işıl Işın’dan oluşan geçici yönetim kurulunun önderliğinde faaliyetlerini sürdürüyor. (RYD, Altunizade, Veysipaşa Sok. Site 62. 18/4 81190 Koşuyolu-İstanbul)

xxx

YARATICILAR BİRLEŞİN!

Eylül ayı içinde kuruluş çalışmalarına başlayan Reklam Yazarları Derneği (RYD) gerekli hukuki ve örgütsel faaliyetlerini tamamlayıp 17 Mart Cumartesi günü saat 11:00’de Kuruçeşme’deki Mülkiyeliler Birliği salonunda birinci olağan genel kurulunu toplayacak.

2 Mart 1990 tarihine kadar derneğe üye olan reklam yazarlarının oy kullanabilecekleri genel kurul toplantısı tüm reklam yazarlarına açık. 2 Ekim 1989 tarihinde resmen kurulmuş olan RYD’nin bu ilk genel kurulunda iki yıllık faaliyet programı oluşturulacak, ayrıca yönetim, denetim ve onur kurulları belirlenecek.

RYD geçici Yönetim Kurulu Başkanı Güven Turan, genel kurul öncesi sorularımızı yanıtladı:

-RYD hangi ihtiyaca cevap vermek üzere kuruldu? Kuruluşu neden bu kadar gecikti?

G. TURAN: RYD, toplumun ve bireylerin yaşamında bunca etkin bir sektörün en yaratıcı kesimini bir araya getirmek üzere kuruldu. “Ben reklam yazarıyım” diyen herkese açığız. Daha önce de reklam yazarlarını iki kez bir çatı altında toplayacak bir dernek kurma çabası olmuştur. Bu kez sanırım zamanı da gelmiş olmalı, “Haydi artık bir araya gelelim” dedikten aşağı yukarı altı-yedi ay sonra resmen kuruldu RYD. Bu sürenin bir bölümü de resmi yükümlülükleri yerine getirmek için çaba harcamakla geçti zaten.

-RYD’nin reklamcılık sektöründeki diğer örgütlerle (RD, IAA, GMK, RFD...vs.) ilişkileri nasıl olacak?

G. TURAN: RYD, kuruluş amacı olarak reklamcılık sektörünün önemine uygun bir saygınlık kazanmasını da hedefledi. Bunun için sektörün öteki kuruluşlarıyla işbirliği içinde olmayı önemsiyoruz. Birlikte eğitim çalışmaları, seminerler, dahası kamu yararına kampanyalar yapmak istiyoruz. RYD, kuruluşundan bu yana geçen süre içinde ağırlıklı olarak üye toplamak için çaba harcadı. Ancak genel kuruldan sonra geçici değil, gerçek yönetim kurulunu seçtikten sonra kendini gösterecektir.

xxx

RYD 1. GENEL KURULU

Reklam Yazarları Derneği’nin Birinci Genel Kurulu 17 Mart (1990) Cumartesi günü gerçekleşti. 2 Ekim 1989 tarihinde resmileşen derneğin bu ilk genel kuruluna dernek üyelerinin yanı sıra yeni üye adayları da izleyici olarak katıldı.

Genel kurul, yapılan seçim sonucunda dernek yönetimine 2 yıl süreyle şu isimleri getirdi: Başkan Figen İsbir, Genel Sekreter Oğuzhan Akay, Sayman Raşit Çavaş, üyeler Vural Sözer ve Güven Turan.

xxx

19 Kasım 1990 tarihli Cumhuriyet’ten:

REKLAM YAZARLARI DERNEĞİ BÜYÜYOR

Reklam Yazarları Derneği (RYD) geçen pazar günü Korukent Cazbar’da düzenlediği “brunch” la, üyeleri arasında dayanışmayı güçlendirirken yeni dönemde faaliyetlerini artırmak için çabalarını sürdürüyor. Derneğin haberleşme bülteni “Mektup”un ikinci sayısı hazırlanıyor. Bu arada derneğin lokal ihtiyacı henüz karşılanamadı. Üye sayısının 100’e yaklaştığı bildirilirken eğitim, iletişim, yayın gibi faaliyetler alt komiteler tarafından yürütülüyor.

xxx

24 Aralık 1990 tarihli Cumhuriyet’ten:

REKLAM YAZARLARI DERNEĞİ 1991 ATILIMINA HAZIRLANIYOR

Reklam Yazarları Derneği son toplantısında dağıttığı anket formlarının değerlendirmesini tamamlamak üzere. Dernek Başkanı Figen İsbir’in verdiği bilgiye göre Ocak ayından itibaren RYD Etkinlik Grupları belirlenen program çerçevesinde faaliyetlere başlayacak. Şimdiye kadar bir lokal arayışını “umutsuzca ama yılmadan” sürdüren RYD yöneticileri, artık “Lokalden ilk elde vazgeçtik, acil olarak bir ofis arıyoruz” mesajını verdiler.

Bülent Şentay'ın arşivinden : Reklam Yazarları Derneği toplantısı, bir başka açıdan...



Bülent Şentay'ın notu :

RYD Yemeği.
18 Mayıs 1990,
Yeniköy, İskele Restoran

Cumartesi, Şubat 04, 2006

Türk reklamcılığında 'Deja Vu Klasikleri' dizisi devam ediyor...

M.A.R.K.A. Türk reklamcılığının dünya reklamcılığıyla dikişsiz entegrasyonu misyonu doğrultusunda bir eser daha katıyor tarihi galeriye... Ekonomist veya Economist. Zemin renklerindeki, karakter seçimindeki farkı vb bir yana bırakırsak, pekala olmuş işte. Tüm zamanların en iyi poster'i seçilmeye aday gösterilmiş Economist işi, şimdi Türkçede...Türkiye'de.

Biri bana 'Bu Ekonomist zaten o Economist, onun Türkiye yayını' diyecek mi bakalım. (Ekonomist dergisinin Doğan Yayıncılık grubuna ait olması üzücü. Reklam, basın reklamı konusunda bu kadar titizlenen bir grubun böyle yapmaması, yaptırmaması gerekir.)

------
Not 1 : Ekonomist ilanının altında logo, ürün görüntüsü, slogan vb de var ama, üst tarafın yanında lafı mı olur ?

Not 2 : İlgili ajansta çalışan yaratıcı arkadaşların Internet veya kitaplar üzerinden ulaşamadığı Economist ilanı vs varsa, haber etsinler. Hepsi, (tv filmi dahil) vaka incelemesiyle birlikte hazırda var, yollarız.