paylaşım...
sevgili ortak defter,
ilk yazımda seni günlük gibi kullanmamdan rahatsız olmazsın umarım... sadece biraz umutsuz hissediyorum ve haluk bey yazabildiğim zaman yazmamı önerdi... reklama bulaşmadan önce daha çok yazardım biliyor musun? sanki daha çok zamanım vardı... belki şimdiki kadar hızlı düşünemiyordum ama o zaman daha çok fikrim vardı sanki... her şey “çok acil” olunca yerlerinden çıkmak istemiyor afacanlar...
günde kaç kez umutsuzluğa kapılırsın sen? koskoca deftersin, elbette ara sıra böyle hissedeceksin... sonra kafandan kovalayacaksın tüm kötü düşünceleri, çünkü karamsarlık fikirlerini daha çabuk öldürür, biliyorsun... ama günde kaç kere oynuyorsun kovalamacayı? pek tanımadığım halde “güzel insan” demekten çekinmeyeceğim bir adam karanlıktan beslenmememi söylemişti... kendimle saklambaç oynarken “sobe” yerine kullanıyorum bunu, sana da tavsiye ederim... odayı güneşle doldurmasa da dudakların kenarlarına biraz hareket kazandırıyor...
“hah!” dediğin anlar oluyor senin de, fikir bulmaya çalışan herkesin olur... sonra da, bin tane arasından en sıkıcı bulduğun fikri seçerken ampul gibi parlayana bakmıyorlar bile... bir süre sonra “demek ki o kadar parlak değilmiş” demeye başlıyorsun... doğum sancıları çekiyorsun oysa onun için... sen de parlayamıyorsun o zaman... hiç yabancı gelmemeli sana... fikri aldıktan sonra aslıyla ilgisiz bir şeye dönüştürmeleri ve onunla ilgilenmemeleri arasında büyük fark yok... birinde bebek ölü doğuyor, diğerinde doğduktan birkaç saat sonra ölüyor...
“bu kadar umutsuzsan neden / nasıl devam ediyorsun?” diye sormazlar mı sonra adama? sorarlar... verecek cevap bulamadığın oldu mu hiç? hiç şikayet ettiğini duymadıkları halde ailen ve arkadaşların sana “değer mi” dedi mi? değdiğini söylediğinde bunu mantık çerçevesine oturtamadığın oldu mu? kendini başka bir iş yaparken düşünemediğini söyleyebildin mi onlara; sana akıl vermelerini önemsemeden?
karanlıktan beslenme!
daha başında anlattılar karşıma çıkacak duvarları... yaptığımın, içime sinse de bir nefeslik ömrünün olduğunu söylediler... kaşındım, kaşınmaya da devam ediyorum... buzdağının tepesini bile yeteri kadar arşınlamamış biri olarak buna da “çömez karamsarlığı” diyorum...
sonra “yine de iyi ki öğretmen olmadım” diye düşünüyorum...
ilk yazımda seni günlük gibi kullanmamdan rahatsız olmazsın umarım... sadece biraz umutsuz hissediyorum ve haluk bey yazabildiğim zaman yazmamı önerdi... reklama bulaşmadan önce daha çok yazardım biliyor musun? sanki daha çok zamanım vardı... belki şimdiki kadar hızlı düşünemiyordum ama o zaman daha çok fikrim vardı sanki... her şey “çok acil” olunca yerlerinden çıkmak istemiyor afacanlar...
günde kaç kez umutsuzluğa kapılırsın sen? koskoca deftersin, elbette ara sıra böyle hissedeceksin... sonra kafandan kovalayacaksın tüm kötü düşünceleri, çünkü karamsarlık fikirlerini daha çabuk öldürür, biliyorsun... ama günde kaç kere oynuyorsun kovalamacayı? pek tanımadığım halde “güzel insan” demekten çekinmeyeceğim bir adam karanlıktan beslenmememi söylemişti... kendimle saklambaç oynarken “sobe” yerine kullanıyorum bunu, sana da tavsiye ederim... odayı güneşle doldurmasa da dudakların kenarlarına biraz hareket kazandırıyor...
“hah!” dediğin anlar oluyor senin de, fikir bulmaya çalışan herkesin olur... sonra da, bin tane arasından en sıkıcı bulduğun fikri seçerken ampul gibi parlayana bakmıyorlar bile... bir süre sonra “demek ki o kadar parlak değilmiş” demeye başlıyorsun... doğum sancıları çekiyorsun oysa onun için... sen de parlayamıyorsun o zaman... hiç yabancı gelmemeli sana... fikri aldıktan sonra aslıyla ilgisiz bir şeye dönüştürmeleri ve onunla ilgilenmemeleri arasında büyük fark yok... birinde bebek ölü doğuyor, diğerinde doğduktan birkaç saat sonra ölüyor...
“bu kadar umutsuzsan neden / nasıl devam ediyorsun?” diye sormazlar mı sonra adama? sorarlar... verecek cevap bulamadığın oldu mu hiç? hiç şikayet ettiğini duymadıkları halde ailen ve arkadaşların sana “değer mi” dedi mi? değdiğini söylediğinde bunu mantık çerçevesine oturtamadığın oldu mu? kendini başka bir iş yaparken düşünemediğini söyleyebildin mi onlara; sana akıl vermelerini önemsemeden?
karanlıktan beslenme!
daha başında anlattılar karşıma çıkacak duvarları... yaptığımın, içime sinse de bir nefeslik ömrünün olduğunu söylediler... kaşındım, kaşınmaya da devam ediyorum... buzdağının tepesini bile yeteri kadar arşınlamamış biri olarak buna da “çömez karamsarlığı” diyorum...
sonra “yine de iyi ki öğretmen olmadım” diye düşünüyorum...
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home