Perşembe, Mayıs 31, 2007

Defteri dürü-lüüü

İlkokuldayken okumayı ve yazmayı en hızlı öğrenen iki kişiden biriydim.

Birol pek bir düzenli, tertipliydi. Benim defterimin kenarları kıvrılır, defter ataşlarla haşat olur, kenar süsü yamru yumru bir ucubeye benzerken üzülürdüm hep," Benim defterim de aynı" der, alt dudağım titrerdi. Onun davranış notlarında "Tertip" notu 5'ken, sınıf öğretmeninin torpiliyle aldığım 3 en büyük derdimdi.

O; temiz mendili güneşte parlar, kullanma mendili, asıl mendilin yedeği olacak kadar temiz yan cepte görev bekleyen kişiyken, ben, kolalı yakamı okul bahçesindeki erik ağacına tırmanırken yırtardım.

Erik lezzetliydi, yanımda tuz da getirirdim üstelik ama karneye bu yazılmazdı.

Aradan 25 yıl geçti. Görüşmüyoruz epeydir Birol'la. İlişkimiz tek yönlü, kendisi TRT spikeri, böylece görüyorum ara ara. Hala pak, düzenli, aydınlık.

Benim defterlerimin hala kenarları kıvrık, perforajları yırtık. Bir ateistin yazdığı karınca duası gibi özgüvensiz cümlelerle dolu. Kahve fincanı izi, sigara külü, parçası olmuş kağıt dokusunun, mürekkep gibi; seyrek olarak çerçeveye alınmış kelimelere, çöp adamlar, beceriksizce karalanmış desenler ve şarkı sözleri eşlik etmekte...

Belki müsveddeye, belki çağ dışı kalmış gibi görünen teksir kağıtlarına yazıyorsunuzdur; hatta düpedüz, "Kalem külfet, klavyeyle yazıyorum" diyorsunuzdur belki. Umarım öyle değildir; tanıştım öyle arkadaşlarla, ama anlayamadım hiç.

Ben deftere yazarım. Sayfaların birbiri üzerine kapanışı, birbirini yok edip, bir hareketle de var edişine inanırım. Bir el, onun kontrolündeymiş gibi aldatıcı bir izlenim veren kalem ve boş sayfa... Kalem ilkin tedirgince dokunur sayfaya.Bla bla.

Bla Bla!

Çünkü "defterim", "defterimiz" dediğimiz blogdan, yazı çıkarılmaya, tahammül kavramını dışarıdan dayatılmış, az sonra gidecek bir ataşmış gibi kullamaya başladık. Yazı sahibi ya da yönetici kaybetmiş o yazıyı fark eder mi? Beğenmesek o yazıyı hatta düpedüz zırva diye nitelesek de var olması gerektiğine inanmamaya başladık.

"Biz, hepimiz, koccaman egolara sahip reklam yazarları olarak, düşünür, taşınır öyle yazarız. İçimizde bir çatışma olursa da onu yok sayarız." mı defterimize karşı tavrımız?

Hiç bilmem Ankara'yı, tanımam kömeni, çömezi. Ama bir defter yıkanınca gerçekten çizgisiz mi olur yani?

Bir vakit, bir ustanın yazdığından aklımda kaldığı kadarını paylaşayım:
Silgi; silerken, parçalanır ufak ufak, yok olur.

Son dönemimize bir bakın: Neleri, kimleri kaybettik defterden? Bu akut duruma dur diyecek gönül zenginliğini, katılmadığımız fikirleri, oluş, olay, örgü, sorguları dışlayarak mı son vereceğiz?

Biz, temiz, pak bir defter peşinde miyiz?
Hiçbir defterim öyle olmadı benim.
Ortak defter ilk mi? Yoksa benim değil mi?
Hatta Birol'un mu bu defter bana ödünç verilmiş?

"Arkadan vermeyen var mı?"

'dedi gecen günkü minibüs şöförü. Ben de yazdım.

Minibüs denen makine enteresan bir ulaşım aracı. Minibüs şöförleri ise bambaşka bir alem. Hatta, kendilerine has bir dilleri bile var. Gayet dikatsiz oluşturulmuş, belki de kasti olarak rahatsız etmek amacıyla kurgulanmış, bu yaklaşık 300 üyelik kelime grubunda Türkçemiz'in tüm azizliklerini görmek hiç zor değil.
Bu yüzden olacak, ne zaman onlardan biriyle bir yerlere ulaşsam, kendimi adeta dilin içindeki defoların masaya yatırıldığı kalite kontrol laboratuarındaymışım gibi hissediyorum (itiraf ediyorum bende de bir sürü defo mevcut).
O kadar ki, bu defoların halk arasında da fark edilip bir sürü çeşitlemesi bile çıkartılmış. İnternette kısa bir aramayla gerekenden fazlasına ulaşabiliyorsunuz. Bunlara sohbetin çok olduğu yerlerde de kulak misafiri olmak işten bile değil. Zaten nereye baksanız bir kafe var (Eee Türkiye'nin en resmi ili Ankara bile kafeler şehri) Malum bizim Türkler Starbucks'taki sohbet ve kafeinin buluşması olayını yıllar önce keşfetmişler. Dilin tüm inceliklerini, kayda değer sayıda lehçeyi, kısaltmaları, laabları ve bilimum argoyu gözlemleyebileceğiniz bu yerin adı ise "Kıraathane" (ne ironiktirki eski Türkçe'de kitaplık anlamına geliyor ) ...

Devam edecek... Etmeye de bilir.

Çarşamba, Mayıs 30, 2007

Açık havada mayo reklamı

Sadece bir deneme

Sonunda suya dalacaksınız. Elindekiler ise bir işe yaramayacak. Ciğerlerinize dolan suyu içmeye başlayacaksın. Hidrojenleri böbreklerine, oksijenleri ciğerlerine gidecek. Zamanınızı harcadığınız her şey bir gün yok olacak. Onları kurtarmak için suyun üzerinde kalman gerekecek ama kalamayacaksınız. Kumlar arasındaki çift kanatlı anforalar gözüne çift kanatlı melek gibi görünecek. Size dogru gelecekler, senin ise onlardan kaçmanız gerekecek. Çünkü kaçtıkların geride kalanlarındı, sizin bıraktıklarınız ise suyun üzerinde. Suyun üzerine çıkmaya çalışacaksın ama damlaların sizi nasıl yukarıya çektiğini ciğerlerin görecek.
Evet, sonunda boğulacaksınız. Sen veya siz ne farkeder?


Not: Yukarıdaki yazının karamsar, kaotik, karışık ve mavi renkte olmasına rağmen oldukça siyah göründüğünün farkındayım. Sadece bir denemeydi. Başlığı dahi olmayan yeni bir anlatım tarzı denemesi...

Unabomber

Ya Dövüş Kulübü'nü özlediğimden ya da son zamanlarda Leviathan'ı tekrar okuduğumdan, sisteme tuhaf şekillerde karşı koymaya çalışan insanlar ilgimi çekti. Bunlardan biri de Unabomber olarak tanınan Theodore John Kaczynski. Kaczynski Harvard'da matematik profesörüyken, her şeyi bırakıp teknolojiden tamamen uzaklaşarak bir dağ evine yerleşiyor. Burada bombalar yapıyor, üniversitelere ve bir havayolu şirketine gönderiyor. Eylemleri sonucunda üç kişi ölüyor. "Mesajımızı halk üzerinde kalıcı bir etki yaratabilecek şekilde sunmak için bazı insanları öldürmek zorunda kaldık" diyor. Kaos Yayınları'ndan çıkan "Sanayi Toplumu ve Geleceği" isimli manifestosu yayınlanınca yakalanıyor. 1998 yılından beri hapiste.

Şimdi manifestoyu okuyorum. İlgimi çeken saptamalarından biri Maslow'un piramidiyle ilgili. Piramidin tepesine çıkıp kendimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz, temel ihtiyaçlarımız ise o kadar kolay karşılanıyor ki, bunları düşünmeye gerek duymuyoruz bile, diyor Kaczynski. Eğer bir yan uğraş bulup kendimizi gerçekleştirme aşamasına gelmezsek de canımız sıkılıyor, depresyona giriyoruz, intihar ediyoruz. Ardından da ev yapımı bombalarla medeniyeti ortadan kaldırmaya çalışıyor; daha doğrusu bir adım atıyor.

Dövüş Kulübü'nün yazarı Chuck Palahniuk'un çeşitli kitaplarında bu tavrı görüyoruz. "Sahip oldukların sana sahip olmaya başlar" diyor Palahniuk. Filmin sonunda da New York ekonomisinin kalelerini yıkıyor zaten. Film orada bitmese, reklam ajansları Tyler Durden'ın ikinci hedefi olabilirdi.

Kullanılan yöntemler konusunda doğru ya da yanlış şeklinde yorum yapmayacağım ama etkileyici oldukları su götürmez. Gündem bu kadar hızlı değişiyor olmasa ya da biz bu kadar çabuk unutmasak, etkileri de uzun süre devam edebilir.

Bu yazıyı kafamdakileri tam olarak toparlamadan yazdım ve nasıl bir sonuca varmaya çalıştığımı hatırlamıyorum. Yazılı düşündüğümü söyleyip üç nokta koyayım sonuna...

Bu arada, manifestoyu merak edenler orijinal metni ve çevirisini aşağıdaki adreslerde bulabilir:
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=404
http://www.soci.niu.edu/~critcrim/uni/uni.txt

Alıntılar

Sık sık, içimden en sevdiğim alıntıları karşılıklı konuşturmak geliyor. Örneğin, bana göre Aragorn’un şu ünlü sorusu “Ben sandıkları kim?”e, Cocteau’nun en az bunun kadar ünlü şu vecizesi gayet mantıklı bir cevap oluşturuyor: “Sende neyi kınıyorlarsa onu geliştir: o sensin.” Kıssadan hisse: başkalarına verdiğimiz berbat imaj her zaman gerçek olduğundan, endişelenmek gereksiz. İnsanın bildiğini okuması, hayatını akıntıya karşı kürek çekmekle geçirmesinden daha iyi. Aragon ve Cocteau hayattayken bu konuşmayı yaptılar mı? Bunun önemi yok. Şu anda, ölülerin arasında tartışıyorlar. Kütüphane dedikleri şey, kadavralar arasında bir diyalog mekanı değilse nedir? Tartışma uzun süre devam edebilirdi. Örneğin Kafka, şu kategorik aforizmasıyla Cocteau’dan daha ileriye gidiyor: "Dünya ile arandaki kavgada dünyaya yardım et.”

Pazartesi, Mayıs 28, 2007

Bir mega trend tespiti de benden: Rahatlık!

Son zamanlarda sinema salonunda evinin salonundaymış gibi rahat bir tonla sohbet eden, cep telefonunu kapatmadığı yetmezmiş gibi bir de çaldığında açıp laflayan tipler gördünüz mü? Tabii ki görmüşsünüzdür ama bunların sayısında bir artış gözlemediniz mi? Herhangi bir ortamda sırf fikir beyan etmiş olmak ve “medeni cesaretini” kanıtlamak için atom çekirdeğini doldurmayacak laflar ederek kendini var etmeye çalışan hanımefendilere beyefendilere rastladınız mı? Tabii ki rastlamışsınızdır ama bunların giderek daha fazla söze karıştığını fark etmediniz mi? Dersin ortasında tırnaklarına oje süren ve bunu yaparken hocanın suratına bakmadan soru sormayı normal bulan öğrenci modelini duydunuz mu? Tabii ki duymadınız, ben duydum. Büyük büyük davranmaya, abartılı rahatlıklar segilemeye çalışan ama bu tavırların üzerlerinde eğreti durduğunu fark etmeyen, onların adına sizin utandığınız arkadaşlarınız yok mu? Tabii ki vardır ama sayıları artmadı mı? Hiper rahat, kendine aşık Amerikan ergenini oynamaya çabalayan beyaz Türkler’in başını çektiği bu trendi siz de görüyor musunuz? İşte bir trend olarak rahatlık böyle bir şey- kendini bilmemenin verdiği rahatlık. Hemen söyleyeyim; hayatımın hiçbir döneminde muhafazakar bir insan olmadım. Sosyal değişimin kaçınılmaz olduğunu ve eski değerlerin yerine yenilerinin konmasının kaçınılmazdan öte gerekli olduğunu biliyorum. Ama bu acayip bir şey. Bir sosyolog olarak işin içinden çıkamadım. Rahatım bozuldu.

Hürriyet McKee ile konuştu

28.05.2007

Hürriyet, Cumartesi ekinde Mediacat’in 4-5-6 Haziran tarihlerinde İstanbul’da ağırlayacağı dünyanın 1 numaralı senaryo hocası Robert McKee ile yaptığı söyleşiye yer verdi. Ezgi Başaran’ın imzasını taşıyan söyleşide McKee, “İyi yazarlar genelde içe dönük, kapalı tiplerdir. Hayata karşı farklı hassasiyetleri, anlatacak çok hikayeleri vardır. Sadece bir iyi fikriniz varsa işiniz zor. Çünkü ilki, hayatınızdaki en kötü yazıdır” şeklinde konuştu. McKee ile yapılan “İyi yazarın renkli hayatı olmaz” başlıklı söyleşi şu şekilde:

O kim biliyor musunuz? Nicholas Cage’in başrolünü oynadığı Adaptation filminde, senaryo yazma dersleri veren, aksi karakter. Robert McKee, dünyayı dolaşıp "Story" başlıklı seminerler veriyor. Hikaye yazmayı öğretiyor. Filmdeki kadar aksi. İlk hikayesiyle şöhret, servet kazanmayı hayal edenlere çok kızıyor.

Hollywood’a muhalif. McKee, 4-5-6 Haziran’da efsane haline gelmiş seminerini İstanbul’da verecek. İyi hikaye nedir, kimler yazar, kimler yazamaz, o bu seminerlerde ne anlatıyor da öğrencileri en güzel filmleri ve dizileri yazar hale geliyor, McKee’ye sorduk.

Nasıl bu kadar ünlendiniz, Hollywood’da fenomene dönüştünüz?

- Kazara... Böyle bir hedefim yoktu. 1970’lerde Hollywood’da harıl harıl senaryo yazıyordum. Prestijli sinema okulu Sherwood Oaks’tan öğretmenlik önerdiler. Dustin Hoffman oyunculuk, Sydney Pollack yönetmenlik dersleri veriyordu. Kurslarım kulaktan kulağa yayıldı, iki ayda öğrenci sayım üçe katlandı. Fakat okul iflas etti. Ders vermek eğlenceliydi, gazeteye özel yazarlık dersi ilanı verdim. Ertesi gün sınıfta 200 kişi toplanmıştı. Story Seminerleri böyle başladı.

Yeteneksiz ama azimli birinden yazar yaratabilir misiniz?

- Yaratamam, yetenek öğretilmez. Sadece bu sanatın prensipleri öğretilir. Seminerde yazmanın, hikayeciliğin tarihini, geleceğini anlatırım. Katılımcıların zeki, hayatı kavrama, anlatma yeteneği olduğunu varsayarım. Anlattığımı anlayan, yetenekli olanlar gerçek bir hikaye yazabilir.

İyi bir fikir, hikayeye başlamak için yeterli mi?

- İyi yazarlar genelde içe dönük, kapalı tiplerdir. Hayata karşı farklı hassasiyetleri, anlatacak çok hikayeleri vardır. Sadece bir iyi fikriniz varsa işiniz zor. Çünkü ilki, hayatınızdaki en kötü yazıdır. Her yeni fikir ve gayret kişiyi geliştirir. İşin ustası olmak, 10 yıl sürer. 10 kitap, 10 senaryo, 10 tiyatro oyunu demektir bu. 10 yıl tek fikirle geçmez!

Ama mesela Orhan Pamuk’un en iyi romanının ilk romanı olduğu söylenir. Bu nasıl oluyor?

- Elbette istisnalar var. Anlık ilham ve tutkuyla masaya oturup, ilk denemede basılmaya değer eser yazabilen çok azdır. Kim bilir, Pamuk’un çekmecesinde o kitaptan önce günışığına çıkmamış kaç deneme, kaç bin sayfa saklıydı? Yazmak ciddi iştir, azim ve çalışma olmadan iyi sonuç alamazsınız. Tek eserle şöhret hayaliyle yaşayan çok. Hayallerle ilgilenmiyorum.

Bir hikayenin en basit hali şu mudur: Kahramanın normal bir hayatı vardır, bir şey olur ve hayatının dengesi bozulur...

- Bu başlangıç. Kahraman hayatını tekrar dengeye oturtmak için gerekenleri belirler. Fiziksel, ruhsal koşulları, arkadaşlarını, patronunu, sevgilisini, karısını, komşularını, şehrini gözden geçirir. Bu, hikayenin ortası. Sonra dengeyi bozan engellerle savaşır. Kazanır ya da kaybeder. Bu da hikayenin sonu. Hayatının dengesini ya bir kaza ya da bir karar değiştirir. Örneğin bir yakınını kazada kaybeder. Yeni bir hayat için hayatını kendi bozar. Bazen de başkalarının kararıyla hayatı altüst olur. Aşık olabilir. Yani topu topu birkaç ihtimal var, hayat o kadar karmaşık değil!

Kişinin hayatını belirleyen temel ilişki nedir?

- Hayatın seyrine göre değişir. Hastaysanız en önemli ilişki vücudunuzla. Temelde en önemli ilişki kendimizle.

Filmlerde baş karakterin hep çocukluğuna dönülür ya, bütün iyiliklerin ve kötülüklerin derininde anne baba yatar...

- Son 25 yılın filmlerinde gördüğüm en beter, rezil klişe işte bu: Çocukluk travması. Elbette kişinin karakterinde bu travmaların payı vardır. Ama cinsel tacize uğramış kardeşlerden biri fahişe diğeri rahibe olabilir. Önemli olan kişinin olaya verdiği tepki. Bazen kimliği bu belirler. İç hesaplaşmayı karakterin çocukluğuna dönmeden, izleyicinin gözüne sokmadan, ima ile resmetmek çok çok zordur.

İç hesaplaşmayı iyi anlatan birkaç film örneği verir misiniz?

- Jack Nicholson’ın oynadığı About Schmidt, Sofia Coppola’nın yönettiği Lost in Translation ve Paul Giamatti’nin oynadığı Sideways. Üçü de kişinin iç savaşını başarıyla, çok zarif anlatır.

İyi hikayeyi ilk cümlesinden anlar mısınız?

- Anlarım ama yorum yapmam. Hangi karakteri geliştirmeliyim, diye sorduklarında cevap vermem. Onları gereğinden fazla motive ya da demoralize edebilirim. O yüzden baştan, soru sormayın, derim.

Seminerlerinizde sert ve korkutucu olduğunuz söyleniyor?

- Doğrudur çünkü aptallığa hiç tahammülüm yok.

Bu tavır daha mı motive edici?

- Sertliğim, yazarlığı hobi sanan naif öğrencilerden kaynaklanıyor. Sarsmak ve yazmanın ciddiyetini anlatmak lazım. İyi yazarın renkli hayatı olamaz. En iyileri bile, yıllarca ekmek parası için taksi şoförlüğü, garsonluk, bakıcılık yapar. Orada burada dolaşan birinin yazmaya ve yaratıcılığa enerjisi kalmaz. Yani amaçları renkli bir hayatsa bunu yazarak yapamazlar.

Seminerinize katılıp, bomba gibi senaryo yazıp zengin olma hayali kuranlar çıkıyor mu?

- Onlara bütün yaratıcılıklarını alıp semineri terk etmelerini söylerim. Gidip bilgisayar oyunu filan yazsınlar, çok para kazanırlar.

Öğrencileriniz müthiş filmler, diziler çekti, ödüller aldı. Başarılarıyla gururlanıyor musunuz?

- Elbette. Ama onları ben yaratmadım. Hepsi çok yetenekliydi. Gerekli bilgiyi ben olmasam, başka kaynaktan bulurlardı.

Yazacak hikayesi olan İstanbullulara ne diyeceksiniz geldiğinizde?

- Ne kadar farklı kültürlerden gelirsek gelelim hepimiz aynı geminin yolcusuyuz. Hayatın anlamını bulmaya çalışıyoruz. Evrensel bir senaryo, kitap yazmak için herkesi ilgilendiren konular bulmalılar. Kültürel, dinsel farklılıklardan kurtulduğumuz anların öyküsünü yakalamak lazım.

”CEO’LAR ÇALIŞANLARINI İKNA ETMEK İÇİN BANA GELİR”

Holdingler ve CEO’lara da seminer veriyorum. Amaçları yazar olmak değil, çalışanları motive ve ikna etmek, liderliklerine inandırmak. Kişi iki yöntemle ikna edilir: Kanıtla veya hikayeyle. Örneğin Michael Moore bize Bush’un aptallığını yüzlerce kanıtla anlattı. Diğer yöntem bir kişinin hayatını hikayeleştirip bunu ikna için kullanmaktır. Firmalar çalışanlarını teknolojik şovla iş koşullarının iyiliğine ikna edemediğini anladı, hikaye anlatmayı öğrenmek istiyorlar.

”KOMEDYENLER CİDDİ VE SİNİRLİ TİPLERDİR”

Komedi çok ciddi bir iştir. Komedi yazarlarının çoğu ciddi ve asabidir. Komedinin Oscar’da yeri yok, çünkü sosyal dengelere, kurumlara saldırır, dalga geçer, küçük düşürür.


Kaynak: www.mediacatonline.com/tr/news/details.asp?ID=3731

Fazla yazıya gerek yok



Advertising Agency: Saatchi & Saatchi, Malaysia
Creative Directors: Steve Hough, Henry Yap
Art Directors: Lydia Lim, Gigi Lee
Copywriter: Primus Nair
Designer/Illustrator: Lydia Lim
Photographer: Yuk Hou Chong

Kaynak: www.adsoftheworld.com

Pazar, Mayıs 27, 2007

Herkese selam. Ben de Erhan.

Yaz geldi, yazdım. (renkli, resimsiz)

3 hafta oldu sigarayla kavgalıyım. Lost izlemeyen azınlıktan olmam ise arada sırada batmaya başladı. Kendimi anlatmaya çalışmayı bırakalı 20 mevsim olmuş ve Türkiye’nin en iyi çay yapan 10 bahçesinden birine sadece 500 metre uzakta oturuyorum. Merak edilecek bir tarafım yok. Sorulduğunda “reklam yazarı” diyen, Çengelköy’deki, Boğaz Köprüsü cepheli çınarın altında Sulhi Dölek’in paragraflarını (bkz. Super Baba, 2.Bahar) hatırlayan 72 kgluk bir 80'ler çocuğu.
900$+KDV’lik seminerler ((bkz. Robert Mckee Story) (kim gidebiliyor o da ayrı konu)) içinde kalan.
Mahaledeki “en büyuk asker bizim asker” naraları altında haftasonu normal insan olma çabasında.
Canım Turkiyem’deki reklam camiasının, bir sendikası bile olmayan çalışan kadrosunun, pazartesi yoklamalarında “burdaa”, müşterilerinden gelen taleplere “yuuh”, Aston Martin’lere “uff”, eski ve gövde metni uzun ilanlara “ahh” çeken.
İnternet çıktı çıkalı mektup kokusunu unutmuş. ilk gün zarfından bi haber çıtırların ( maalesef tabir böyle) Türk aksanlı ingilizce diyaloglari arasından kendini vapura zor atan bir üc isimli.
En, benzersız, sıradışı, olağanüstü, farklı, üstün, avantajlı, kaçırılmaz ve bilimum bonuslu paragrafların, artık kimsede bir algıda seçicilik yaratmadığını farkedemeyen eski kafalı yenileri, uzaktan sırıta sırıta seyreden ve egosunun götürdüğü yere giden sıradan bir deli. İtiraf ediyorum Kara Murat benim.

Herkese iyi haftalar.

Erhan Ali Yılmaz

Birkaç fotoğraf

Meriç Koloğlu'nun albümünden.


Repro -1982 Meriç Koloğlu, Füsun Gençsü, Charles....


Admar ekibi Kristal Elma gecesinde- 1992
Özbek Ekerman, Levent Bekata, Meriç Koloğlu, Deniz Barlas, Haydar Ergülen


Admar-ÇBS "Belmura boya" lansman, basın toplantısı 1991
Meriç Koloğlu, Aydın Boysan, Muammer Öztat,...., Şule Hacıalioğlu


Paksoy lansman,"Paksoy Çiçek" lansman,basın toplantısı-1990
Muammer Öztat,Uğur Paksoy, Meriç Koloğlu


Paksoy lansman

Perşembe, Mayıs 24, 2007

Register :)




Bu fotoğrafı Beyoğlu Belediyesi yakınlarında çektim ve hemen paylaşayım dedim.

Çarşamba, Mayıs 23, 2007

ESİR

esir sana kayıp zamanlarım esir
bakışlarımdaki mana esir anlam esir
gündüz esir gece esir
kıpırdayan her dal sana esir
aşkına yer esir gök esir
eser bilmediğim uzaklardan kokun
bütün duyularım sana esir aşkına esir

10.05.07
03:50

eNSTaNTaNeLeR*

* İşim-İlet-İşim

* Telsim sana söylüyorum, Vodafone sen anla!

* www.gittigidiyoryaraliyuregim.com

* Sayın Prof. Dr. Pimapen,

* Markasız köyden mi geldin be reklamveren!

* e-alırım, e-satarım, ustam batmış ben-satarım...

* Bu duvarı pazarlamalı mı, pazarlamamalı mı?

* Markanı söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.

* Şerbetimize uygun nabız aranıyor!

* Teknolojide son üç nokta...

* Ben bilmem, bey(n)im bilir!

* Burdayım FM

Pazartesi, Mayıs 21, 2007

İlk.

Haftanın tandan önce gelişini kutladım bugün... Çok erken kalktım!
"Ortak Defter'e bugün yazmalıyım," diyerek... Yazıyorum işte, herkese merhaba!
Kendimi tanıtacaktım sözde (yazıda) ama heyecan işte, klavyem q’dan f’ye kaçıp duruyor.

Yeni bir pazartesi,
Var mı ötesi!

İyi haftalar diliyorum. Bu arada, uyanmam ve yazmam arasında saatler var belirtmek isterim.
:)

Serhan Turgut
dwt l mandalina

Çarşamba, Mayıs 16, 2007

Avea Acil Çıkış Hattı

Böyle bir şey çıkmış, az önce radyo reklamını duydum. Diyelim ki olmak istemediğiniz bir ortamdasınız ve oradan çıkmak için bahaneye ihtiyacınız var. Avea 9898'i arıyorsunuz. Sizi bir dakika sonra arıyorlar. Siz de 'Tüüüh! Öyle mi hemen geliyorum.' deyip oradan kolayca sıvışıyorsunuz.

Marifet sanki. Acaba Avea bana bir bahane de söylüyor mu ordan çıkmak için? E nasılsa bir soran olacak ne olmuş diye. Ayrıca doğruyu söylemek varken ya da bulunmak istemediğimiz bir ortama hiç gitmemek varken neden sahtekarlık yapıyorum ve neden Avea buna ortak oluyor anlayamadım. Bu GSM Operatörlerinin olmasa da olacak bir sürü hizmetini gördük ama bu kadarına da pes!

Pazar, Mayıs 13, 2007

Robert McKee. 4-5-6 Haziran. İstanbul.

Neden olduğunu bilmiyordum ama son zamanlarda kendimi sık sık Amazon’da hikaye ve “yazma” üzerine kitaplarla ilgilenirken buluyordum. Her birini, bir gün almak üzere not edip ulaşabildiklerimi satın alırken “bu konu üzerine ne kadar da çok kitap yazılmış meğerse” deyip duruyordum. [Hepsini okuyup üzerinde düşünüp bunların da yardımıyla birçok şey üretmeye ömür yeter mi bilmiyorum.]

Geçtiğimiz günlerde bu kitaplardan birinin nasıl da dikkatimden kaçtığına kızdım. (Bildiğim kadarıyla henüz Türkçe’ye kazandırılmamış olan) Robert McKee’nin Story isimli kitabı. İşin tersi Charlie Kaufman’ın Adaptation’ını da seyretmiştim ve filmde adı (ve kendisi) geçen senaryo hocasının gerçek olup olmadığını araştırmamıştım. Meğerse gerçekmiş (ben kendimi yeterince dövdüm, siz vurmayın) ve Robert McKee’nin ta kendisiymiş. (Buraya “kurgu ile gerçeğin çakışması” diyebilir miyiz? Genelde “kurgudur, kurgu” diyerek üzerinde durmadan geçebiliriz. Hani kurmaca ile gerçek arasında fazla ilişki aramamak için. Niyeyse..)

McKee, dünyaca ünlü story seminerinin Türkiye ayağı için Haziran’da İstanbul'a geliyormuş ve duyduğuma göre (diğer gurular gibi değil yani) tekrar gelme ihtimali neredeyse sıfırmış!

Bendeki dürtü, meğersem "bir işaret"miş. Üç vakte kadar bir ziyaretçimiz olacakmış! İsmi R ile başlayıp, soyadı da E ile bitecekmiş.

Kaçmaz, değil mi?

Daha fazla bilgi Mediacat Online'daki banner'da.

Perşembe, Mayıs 10, 2007

En son ne zaman şiir okudunuz?*

Bir ay kadar önce, Yazı Atölyesi dersimize** gelen Haydar Ergülen’le bu konuyu konuşmuştuk. "Şiir okuma ihtiyacı duyuyor muyuz?, Ne zamanlar duyuyoruz?" Bir ara her gün bir şiir okumaya çalışıyordum. Damıtılmış kelimeler, zengin anlamlar, derin düşünceler... Utanarak itiraf ediyorum, mesleki kaygı da vardı bunun arkasında bir yerlerde. Keyif olduğu kadar, daha anlamlı, daha düzgün cümleler kurmayı otomatik hale getirmek istiyor(d)um. Neyse, aslında 14-21 Mayıs tarihleri arasında Beyoğlu Şiir Festivali varmış diyecektim size. Ayrıntılı bilgi için http://www.siirfestivali.com/index.php. İyi şiirler herkese!

* En son dün, Gülten Akın’ın İlkyaz şiirini okudum bu arada;) http://siirgen.org/siir/g/gulten_akin/ilkyaz.htm

** Bilgi Üniversitesi AdSchool Reklam Tasarımı Yüksek Lisans Programı

Cuma, Mayıs 04, 2007

Dünyanın 7eni Harikası

Dünyanın yedi harikası (ya da Antik dönemin yedi harikası), ilk olarak M.Ö. 5. yüzyılda tarihçi Heredot tarafından ortaya atılan bir fikirdir ve M.Ö. 4. yüzyılda Sidon'lu Antipatros tarafından ilk olarak "Dünya'nın yedi harikası üzerine" adlı eserle oluşturulmuştur. Günümüzde geçerli kabul ettiğimiz 7 harika listesi, M.Ö. 2. yüzyılda son şeklini almıştır. Bunlar Keops Piramidi, Babil'in Asma Bahçeleri, Zeus Heykeli, Artemis Tapınağı, Rodos Heykeli, İskenderiye Feneri ve Mausoleum'dur.


Dünyanın yeni yedi harikası seçiliyor. Listeye göz atmak, oy kullanmak ve tarihe yardımcı olmak için işte size bir fırsat! Ayasofya'nın da adaylar arasında olduğu yeni seçimin sonuçlanmasına sadece 63 gün 11 saat kaldı...
Haberiniz olsun, tarihe yardımınız dokunsun!



Çarşamba, Mayıs 02, 2007

Reklam filmlerinin zıpçıktı kardeşleri; viral videolar

Pazarlama iletişiminde yeni mecra olarak adlandırılan siber alemin gücü, önüne geçilemeyen bir hızda, ivmelenerek artıyor. Vaktimizin büyük bir bölümünü bilgisayar ekranı karşısında geçirmeye alıştık. İş, eğlence, sosyalleşme; radyasyon yemek için birçok mazeret mevcut.

Değerli arkadaşım Barış Erkol'un kişisel blog sitesinde de belirttiği gibi, aklı başında olan ve vizyon sahibi markalar duruma uyanmaya başladılar. Yeni ve benzersiz bir nitelik olarak "karşılıklı" iletişime olanak veren sanal alemde, binbir takla atmak mümkün. Advergame'ler, microsite'lar, dahiyane banner'lar ve elbette ki viral videolar. Reklam filmlerinin ışıltılı ve ulaşılmaz yapısından uzak, hayatın içinden ve son derece eğlenceli görüntüler.

Video paylaşım sitelerindeki patlama ve özellikle Youtube vakasından sonra tüm dünyada ani bir atağa geçen "bulaşıcı" anlayış, ülkemizde de hızlı bir tırmanışta. Öyle ki, televizyonlarda dönen reklam filmlerinin yapısına bile ilham kaynağı olmaya başladı bu filmcikler. Taze örnekler mevcut ama konu açılmışken, affınıza sığınarak kendi kalemimden çıkan bir projeyi sunmak istiyorum.

http://www.youtube.com/watch?v=-uedEZMTYXQ

Değerli vaktinizi ayırıp izlemeniz, gülümsemeniz ve dostlarınıza da bulaştırmanız dileğiyle.

Salı, Mayıs 01, 2007

Pes doğrusu...


Eminim, Sokollu Paşa dönemindeki Türkçe bundan iyi idi.

(Hürriyet Gazetesi, 01.05.2007 Salı)
Emek veren ve alanlara,
emeğin farkında olanlara,
bunun değerini bilenlere,
hâlâ varlığını sürdüren kulağı kesiklere,
yarın ile ilgili endişe duyabilen hassas ruhlara,
farkındalığı yüksek, aportta bekleyenlere,
her şeye karşın içindeki umudu yitirmeyenlere,
ve yaşama
teşekkür ederim.

Gününüz kutlu olsun!