Cuma, Mart 30, 2007

Google bize logo yapsana!

Yıllar önce Vitamin Grubu’ nun söylediği (ki o zamanlar ortaokul yıllarımızın popüler grubuydu) komik şarkılardan biriyle merhaba demek ilginç bir tercih gibi gelebilir ancak başlangıçta fonda çalınacak daha uygun bir parça aklımıza gelmedi. (kimse duymasa da fonda hep birşeyler çalar)
Google’ı seviyoruz, kullanıyoruz, kullanmaya teşvik ediyoruz. Kısacası Google’cım senin hoşuna gidecek herşeyi yapıyoruz ama bu son zamanlarda iyice artan kıskançlığımızı engellemiyor. Google Türkiye olduğun günden bugüne kadar bizim için, bize özel bir logo yapmadın. Diğer ülkeler için boy boy, değişik değişik logo yapıyorsun ama fonda çalan parçada da dediği gibi “Ellere var da bize yok mu ? “
Bizim tarihimiz, büyük adamlarımız, Dünyaya yön veren günlerimiz yok mu? Var, hem de hiç bir ulusta olmadığı kadar çok var. Fondaki parça hücum marşına dönüşmeden elini çabuk tutsan iyi edersin. Biz de “bize” özel logo istiyoruz.
Google.com.tr ‘ye tıkladığımızda karşımızda Atatürk’ün olduğu, 23 Nisan’ın kutlandığı, Eurovision birinciliğimizi hatırlayan, 17 Ağustos’ta saygıyla siyahlara bürünen, Galatasaray’ın UEFA kupasını kaldırdığı güne özel, Fenerbahçe’nin 100. yılını kutlayan logolar istiyoruz.

Google bize logo yapsana !!!

İşte bize özel logolar. Bunlar bizim hazırladığımız logolar. Google.com.tr sitesinde bize özel logo görmek hayal değil. Harekete geçersek, sizin yardımlarınızla, Google’ı harekete geçirmek zor değil.

Siz de kendi tasarımlarınızı bize gönderebilirsiniz.

bizelogoyapsana@gmail.com ya da www.googlebizelogoyapsana.com

Fikir çok ama çok güzel. Sanırım bizim de desteklememiz gerekiyor...

Kirlenmek gerçekten güzel midir?

KİRLENMEK GÜZELDİR sloganını hiçbir zaman sevemedim.
Birkaç arkadaşım görüşümü paylaşmayınca da üzerinde durmadım.

Ta ki…

Yanlış buluyorum bu sloganı…
Ya da ne bileyim, eksik, doğru ifade edilmemiş, ıskalamış…

“Terlemek güzeldir” gibi bir şey mi olmalıydı diye düşündüm…
Çalışıp çabalamayı, uğraşmayı terlemekle ifade ederiz, kirlenmekle değil…
Ama ter, Omo için kirlenmek kadar doğru durmuyor…

Ama KİRLENMEK GÜZELDİR!?


Yıllar önce, hangi su reklamıydı, sloganı şuydu:
İYİLİK ONUN ÖZÜNDE VAR!! (Ünlemler benim)

İYİ SU dediğimizde oluyordu da
böyle “İyilik onun özünde var” dediğimizde
şunu demiş oluyorduk:
BU SU AHLAKLIDIR!

Buradaki gibi bir şeydi KİRLENMEK GÜZELDİR’deki sorun,
ama buradaki kadar isabetli bulamıyor, açıklayamıyordum yanlışını…

Ama şimdi buldum, son reklam filmi için Omo’ya teşekkür ederim:)

Biliyorsunuz, çocuklar maç yapmak için karları temizleyip kendilerine saha açıyorlar ve filmin sonunda şöyle deniyor:

HİÇBİR BEYAZ BİZİ DURDURAMAZ! (Ünlem benim)

Laf filmle çok iyi bağdaşıyor; “beyaz” derken karı, kışı, engelleri kastediyor ama cümleye bağımsız baktığınızda amacı beyazlatmak olan bir deterjan markasının söyleyeceği laf mı!

Sanki altına atılan imza Omo’nunki olmamalı!

HİÇBİR BEYAZ BİZİ DURDURAMAZ!
İMZA: KİR(LER)

Bir de şöyle okuyun:
HİÇBİR BEYAZ BİZİ DURDURAMAZ
KİRLENMEK GÜZELDİR!!!!

Eyvah!
Anti-beyaz tim gibi bir şey algılıyorum ben:)


NOT:
Kitaplık dergisi, Mart sayısında bir kitapçık eki verdi.
Eser Gürson un yazdığı bir İlhan Berk kitabı…
Adı şu:
İLHAN BERK’İ DERLEYİP TOPLAMA DENEMESİ! (Ünlem benim)

Sanırım şunu söylemek istemiş Eser Gürson:
İLHAN BERK’İ KENDİMCE DERLEYİP TOPLAMA DENEMESİ
Ya da
İLHAN BERK’İ ZİHNİMDE DERLEYİP TOPLAMA DENEMESİ

İlhan Berk fark etmiş midir acaba…

Salı, Mart 27, 2007

English Time'ın İletişim Zerafeti.

Keşke buraya daha güzel şeyler yazabilsek:)
Ama hayat işte, bize her gün yeni bir şey öğretiyor, yeni bir şey gösteriyor.

Efendim aslında hikaye şöyle başlıyor...

Geçtiğimiz haftanın sonunda English Time’ın Kurumsal Departmanı’ndan Nilüfer Dönmez ajansımızı aramış ve "iletişim sorunlarımız var, acil çözümlere ihtiyacimiz var, en kısa sürede sizinle gorüşmek istiyoruz- demiş.

Biz de en uygun zamanlamayla bugün ( 27-03-2007) kendilerini ziyarete gittik. Tam zamanında. Gittiğimizde Nilüfer Hanım toplantıda dediler, bizi beklememiz için, Nilüfer Hanım’ın odasının tam önündeki bir salona aldılar. Salonla Nilüfer Hanım’ın odasını cam bir paravan ayırıyordu. Toplantının yapıldığı odanın camı da örtülü değildi. Doğal olarak bizim bulunduğumuz yerden, Nilüfer Hanım’ın odası son derece açık bir şekilde görünüyordu.

Nilüfer Hanım gerçekten bir toplantıdaydı. İçeride, sektörden tanıdığımız bir reklam ajansı vardı. Doğal olarak, hem kendi durumumuza, hem de içeride toplantıda olan ajansın durumuna üzüldük.

Bir iki dakika sonra, Nilüfer Hanım bu durumdan hiç rahatsız olmamış bir şekilde odasından çıktı ve hoş geldiniz, sizi biraz bekleteceğim dedi. Biz de kendisine bu işin bu kadar aleni, bu kadar nezaketsiz yapılmaması gerektiğini, bir mesleki etiğin, bir mesleki onurun varlığını, pazardan amele seçer gibi reklam ajansı seçilmemesi gerektiğini uygun bir dille anlattık. Üstelik bir de bu uyarılarımıza alındı ve isterseniz hiç görüşmeyelim deme cürretini de gösterdi. Biz de zaten böyle bir kurumla çalışamayacağımızı söyledik ve English Time’ı terkettik.

Şimdi bu durumun okumasını sektöre bırakıyorum. Bizim sektörümüz bu kafalarla, bu nezaketle, bu zerafetle, bu haysiyetle
2 milyar USD reklam harcamasını geçse ne olur, geçmese ne olur?

Tanrı sektörümüzü, Nilüfen Hanım gibi reklamverenlerden korusun:)

Sevgiler

Kağan İşmen

Pazartesi, Mart 26, 2007

Başıma gelenler

8 gün önce girdiğim küçük bir ajanstan sebebsiz yere cuma günü çıkartılıyorum.
Üstelik beni, geldiğimi kutlamak için yemeğe çıkartan ajans patronu ve ortağı olan bir kadın tarafından!
Bu arada 8 günde daha önce hiç yazılmamış olan ajansın kataloğunu, iki ilan, bir internet sitesinin tüm metinlerini, iki basın bülteni yazıyorum.

Sigortamın girdikten sonra yapılmadığını öğreniyorum.
Bugün ajansa hakkım olanı almaya gittiğimde ise kaba kuvvet ve küfürle karşılaşıyorum.
Yazdığım metinlerin, patronun bir edebiyatçıya akşamları okuttuğunu öğreniyorum. Üstelik kendi ağzından!

Hakkım olanı alamıyorum.
Gördüğüm bu davranışlar karşısında şaşkınım.
İlk aklıma gelen buraya yazmak oldu.
Dava açacağım ama elimde orada 8 gün çalıştığıma dair en ufak bir belge yok!
Nasıl insanların, nasıl ajansların olduğunu öğreniyorum böylece.
Bu ajansın hangi ajans olduğunu öğrenmek isteyenlere söylemeye hazırım. Bilinsin ki, başkaları da bugün benim yaşadıklarımı yaşamasın.

Cuma, Mart 23, 2007

Bir bavuldan çıkanlar...

Orhan Pamuk'un Nobel konuşmasını topladığı "Babamın Bavulu"nu okuyorum. Şöyle diyor; "Otuz yıldır yazıyorum... Otuz yıldır aşağı yukarı her gün on saatten az olmamak üzere bir odada, masamda yazıyorum. Ortaya çıkarabildiğim, yayımlayabildiğim miktar, bu otuz yılda ortalama her gün yarım sayfadan da az. Üstelik büyük ihtimalle benim "iyi" dediğim ölçüden de biraz eksik. İşte size mutsuz olabilmek için iki büyük neden..."

Bu satırları okurken hem aferin dedim hem de kendi adıma utandım. Onun adına ise şunları yorumladım; adam işini ciddiye alıyor ve mesaisini tam veriyor. Adam üretiyor, beğensin ya da beğenmesin sonunda süzülmüşlerden iyi birer kitap çıkıyor. Onun beğendiğinden daha fazlasını da okurları beğeniyor.

Sonra da kendime baktım; kadın işini ciddiye almıyor, mesaisinden eskiden olduğundan daha fazla kaytarıyor. Üretiyor, evet, iki adet bitmemiş romanı, bir adet tam irdelemediği şiir dosyası, iki adet yarım kalmış sahne oyunu, yeniden elden geçirilip kitaplaşması gereken radyo çocuk oyunları bir de milyar tane reklam metni var. Sonuç; ayıp olacak biraz affedin ama bi bok yok!

Kendime şunu söyledim; sayın ağustos böceği, hiç çalışmadan, bu kadar tembellik yapıp yaşamaya daha çok zaman ayırırsan, tabii ki senin bir nobel ödülün olamaz (!).

Politikayı ve başarılı bulduğum kişisel reklamı bir yana bırakırsak, adam çalışkan yahu. Eğer dedikleri doğruysa - ki niye yalan söylesin - adam feci çalışkan. Eh çalışanın elması kızarıyor.

Çok önemli not: Yine de bir eleştirim var! Biri Orhan Pamuk'a "ya da" ile "ve" bağlaçlarının önüne ya da arkasında virgül gelmeyeceğini söylesin tanrı aşkına. Taktım mı takıyorum işte...

Çarşamba, Mart 21, 2007

Şiir gibi 'Je t'aime'

Fransız Kültür Merkezi'nin duvarında asılı duran bu ilanı anlamakta zorlandım. Ne demek istediğini tam olarak çözemedim. Şiir gibi FRANSIZCAM nasıl denir? Je t'aime ne alâkâ! Arka plandaki şiire hiç girmiyorum... Bu ilanı yapanlar ve/veya yaptıranlar Fransızca öğrenmek isteyen hedef kitle hakkında araştırma yapmışlar mıdır? Hiç sanmıyorum.

Peki bir Amerikan öpücüğü ya da İngiliz öpücüğünü hiç duydunuz mu?
FRANSIZCA ÖĞRENİN.

Pazartesi, Mart 19, 2007

Stephen King - Yazma Sanatı


Çıkmış. Ayrıntılı bilgi için kapağa tıklayabilirsiniz. İlk sayfasını zevk olsun diye çevirmiştim. İyi ki devam etmemişim yoksa "Pişti Olmak" isimli bir şeyler yazma zorunluluğu doğabilirdi.

Perşembe, Mart 15, 2007

la vache qui rit geri döndüüüü!

Gördüğümüzde inanamadık. Sözlerini hâlâ ezbere biliyormuşuz meğer. Reklam bitince hepimiz alkışladık. Tekrar çıksın diye sabırsızlıkla bekliyoruz.

Ne olursan ol yine gel!


16 Mart Cuma gecesi herkesi Eski Canbaz'a bekliyoruz. Olur ya iş çıkışı maske bulamadınız, hiç sorun değil. Kapıda maskeler ücretsiz veriliyor. Gelmek isteyenler, Eski Canbaz'ın yerini öğrenmek isteyenler bana ileti yollayabilir. Eğer yeri biliyorsanız saat 21:00'da bekliyoruz.
Not: Giriş de, çıkış da ücretsizdir. Ama beleşe içki yok!

Çarşamba, Mart 14, 2007

Ben geldiiiim!

Herkese merhabalar!

Yeni katılanların kısaca kendilerini tanıtması adettenmiş herhalde... buyrun öyleyse.

Ankaralıyım. 29 yaşındayım. HÜ Sosyoloji mezunuyum. (Jean Baudrillard'ın ölümüyle ilgili hislerim karışık anlayacağınız.) Lisansın ardından sosyal psikoloji yüksek lisansında biraz oyalandım. Şu anda da Bilgi Üniversitesi'nde (Adschool) Reklam Tasarımı Bölümü'nde yüksek lisans yapıyorum. Bunu bitiririm ama... Kesin!

Nokta'yla sınıf arkadaşıyız. O beni bu defterden haberdar etti ve davet etti. İtiraf etmem gerek, hayatını yazarak kazananların ortak defterine bir şeyler yazma fikri önceleri beni tedirgin etti. Ama sonra "dur yahu ben de öyleyim" dedim. Bundan sonra vakit buldukça yazmaya çalışacağım. Cümleten hoş bulduk!

Salı, Mart 13, 2007

Benim güzel manyaklarım...

Sabah Tomris Uyar'ın Gündökümü'nü okumaya başladım. İki gün daha bekleseymişim onun yazmaya başladığı güne denk getirecekmişim. Varlığından yıllar önce haberim olsaymış böyle eksik kalmış hissetmeyecekmişim. Zararın neresinden dönsem kârdır diyorum şimdi, bir de teşekkür ediyorum "bak, böyle bir şey de var" diyen güzel insana.

Aslında, kurşun kalemle bile olsa, satırların altını çizmeyi sevmiyorum. Temcit pilavı gibi dönüp dolaşıp yeniden okuduğum bir kitabı ciddi ciddi karalamıştım; her okuyuşumda yeni çizgiler ve yeni notlarla doldurmuştum. Çok utandım sonra kendimden, kitaba saygısızlık yapmışım gibi hissettim. Tamam, yaşanmışlık var bir yerde. Diğer yandan da, zarar görmesin diye kapağını bile belli bir açıyla açtığım kitap bambaşka bir şeye dönüşüyor. Bilemiyorum ki, çok mu duygusal davranıyorum acaba?

Gündökümü diyordum... Sabah zor tuttum kendimi çantadan kalemi çıkarmamak için. Kafamda işaretledim bazı yerleri, ajansta birkaç kişiye okudum. Bazen paylaşmadan olmuyormuş gerçekten. Yazmasa çatlayacak yazarları anlamak hiç zor değil. Ama insan korkuyor da bir yandan. Yazdığında, konuştuğunda, herhangi bir fikrini ufacık bir hareketinle belirttiğinde kimi, nasıl etkileyeceğini bilemiyorsun.* Ne yazarlar heba oluyor böyle düşününce...** Yazma cesareti, hatta daha çok, düşünme cesaretini göstermek gerek. Hatta sanırım biraz "manyak" olmak gerek.

Düşünebilen, konuşabilen, yazabilen, kötü örnek olmaya aldırmadan yaşayabilen, kötü bakışları üzerinden bir çırpıda silkip atabilen, kulaklarını duymak istemediklerine değil de duyulmayı haketmeyenlere kapatabilen güzel manyaklarım...


* Korktuğumdan yazmıyor değilim, yanlış anlaşılmasın. Benimki sadece üşengeçlik.
** Bazı yazarların heba olmasını sevinçle karşılarım. Mesela bir söz yazarı olarak Ajdar Anık heba olsa hiç üzülmezdim şahsen.

Pazar, Mart 11, 2007

Yorumsuz...

Hürriyet İK 1. sayfa, 11.03.2007 Pazar

Hürriyet İK son sayfa, 11.03.2007 Pazar

Cuma, Mart 09, 2007

Jules Verne meraklılarına duyurulur

Jules Verne'in İthaki Yayınları'ndan çıkan tüm kitapları şu sıralar NetKitap'ta 4,90 YTL'ye satılıyor. Bilginize:)

http://www.netkitap.com/kampanya_goster.asp?ID=127&sayfa=1

Çarşamba, Mart 07, 2007

Baudrillard veda etti!





“Bugün artık sadece şu duyguların çekim gücü kaldı: nefret, tiksinti, alerji, iğrenme, hayal kırıklığı, bulantı, antipati, bıkkınlık. Artık insanlar neyi istediklerini bilmiyor. neyi istemediklerinden daha eminler. Günümüzün süreçleri red, soğukluk, sevgisizlik, alerji duygusu. Nefret de bu tepkisel boşalmaya, içindekini dışa atmaya yönelik paradigmanın bir parçası: Reddediyorum, istemiyorum, uzlaşmıyorum”



Baudrillard veda etti!
Yaşayan en büyük filozoflardan Jean Baudrillard, dün 77 yaşında öldü. Uzun süredir kanser tedavisi gören filozofun Paris'teki evinde hayata gözlerini yumduğu açıklandı. Baudrillard 'simülasyon' kuramıyla başta sosyoloji ve medya incelemeleri olmak üzere tüm düşünce dünyası üzerinde etkili olmuş, günümüz dünyasını algılamaya yönelik önemli kapılar açmıştı. 'Simülakrlar ve Simülasyon' adlı ünlü kitabının ardından modern toplumun yapısına yönelik yepyeni bir yaklaşımı ortaya atmış, hatta sanatta da karşılığını bulan bir düşünsel dünyanın öncü ismi olmuştu. Fransa'nın 20. yüzyıldaki büyük filozoflar geleneğinin yaşayan son temsilcilerinden biri kabul edilen Baudrillard, kimilerine göre postmodern durumun en önemli düşünürüydü. 60'larda sosyoloji çalışmalarıyla başladığı çalışmalarını imza attığı 50 civarında kitapla uluslararası düzeye taşımıştı. Özellikle 90'larda, Körfez Savaşı'nın televizyonlardan naklen yayımlandığı dönemde, 'simülasyon' kuramıyla olan biteni anlamaya çalışan dünyanın ilgisini çekmişti. Baudrillard, 11 Eylül'ün ardından dünya düzenine yönelik eleştirileriyle de biliniyordu. Jean Baudrillard, 1929 yılında doğdu, önce Almanca öğretmenliği yaptı, 1966 yılında Nanterre Üniversitesi'nde çalışmaya başladı. Burada sosyoloji dersleri veren Baudrillard, 'profesörlük' unvanını ancak 1990 yılında alabildi. Baudrillard simülasyon, yığınların zihniyeti, 'öteki', baştan çıkarma gibi konuları kitaplarında ele aldı. Çağımızda tüketicinin, reklam, medya ve tüm diğer görsel bombardımanla aldatılmasını göz boyayıcı bir oyun olarak niteledi. Baudrillard, medyayı kullanan dünya düzenine yönelik eleştirilerinin çarpıcılığıyla 'belki de olmadı' dediği 1991'deki Körfez Savaşı'nın ardından uluslararası bir medya yıldızına dönüşmüştü. En son 2004 yılında Türkiye'ye gelip İstanbul Bilgi ve İzmir Dokuz Eylül üniversitelerinde iki konferans veren düşünürün Türkçeye çevrilmiş yirminin üzerinde kitabı var.

Pazartesi, Mart 05, 2007

Hayata dönüş

Sevgili dostlar,

Sevgili Selim Tuncer’in “ACİL BİR DURUM” alarmıyla başlayan serüven, “ACI BİR KAYIP” duyurusuna dönüşmeden, şimdilik mutlu sona dönüşüyor. Biliyorum ki bu duyuru ilerde bir gün, herkes gibi benim için de şu ya da bu biçimde mutlaka yapılacak. Ama kim bilir ne zaman?..

Herkes de öyle mi, bilmiyorum ama ben, yaşadığım son gelişmeleri hiç beklemiyordum ve hiç de üzerime alınmıyordum. Üstelik bunu da adeta efelenerek çevreme yansıtmaktan keyif alıyordum. Yaşımı söylediğimde karşılaştığım şaşkın bakışlar bu keyfi daha daha da artırıyor ve adeta kendimi ayrıcalıklı biri gibi görmeme neden oluyordu. Bu mutluluğu az yaşamadım, ama kazın ayağının öyle olmadığını da, 13 Şubat Salı günü beni sakin sakin sorgulayıp muayene eden hekimin elektrokardiyografi sonucunu gördükten sonra yüzünde oluşan tatsız ifade beynime çivi gibi çakılınca anladım.

Kalbimin alt yarısı üst yarısından gelen uyarıların ancak üçte birine uyum sağlayabiliyor ve sonuçta kalbim, normalin üçte biri hızda atıyordu. Üstelik bu hız her geçen gün daha da düşüyordu. Yani kalbimin yarısı bloke olmuştu ve çalışmıyordu.

Hekim, bunun önemli bir sorun olmadığını, ritmi düzenleyici bir pille kalp atışının normale dönüştürülebileceğini ve iki gün içinde taburcu olabileceğimi, ancak beni bu durumda bırakma sorumluluğunu üstlenemeyeceğini ve derhal bir anjiyografi çekilmesi gerektiğini söyledi. Serüven çok hızlı başlamıştı.

Aynı gün çekilen anjiyografi, ikinci ve büyük şoku beraberinde getirdi. Kalp damarlarımdan birisi tıkalıydı, diğer üçünde ise yer yer daralmalar vardı. Sonuçta sıra bana da gelmişti ve “bypass” kaçınılmazdı.

Bir anda sihirli bir elin devreye giridiğini ve inanılmaz bir mekanizmanın saat gibi çalışmaya başladığını gördüm. Hastane sizi, düğmesine basılmış bir otomatın çarkları arasın alıveriyor, akla gelmeyen gereksinimler umulmadık biçimde hızla karşılanıyor, tanıdık tanımadık kan vermek isteyenler sıraya giriyor, haberleşme trafiği inanılmaz bir hızda ve boyutta sürüyor... Bu evrede ben sadece sorulanları yanıtlayan ve söylenenleri yerine getiren bir robotum.

Peşpeşe gerçekleştirilen iki zorlu ameliyattan sonra yoğun bakımda sanal bir ortam... Vücudumun her bir yanından çıkan ince plastik hortumlar, tepemdeki monitörden gelen bip bip sesleri, birbiri ardı sıra girip çıkan hekimler, elinde hep bir aletle yaklaşan, ya kan alan ya serum takan mavi önlüklü hemşireler, kaçamak ziyaretçilerle uykuyla uyanıklık arasında yapılan birbirinin aynı konuşmalar...

Ve, 27 Şubat’ta hayata dönüş için evin kapısından içeri dikkatle atılan ilk adım...

Sevgili dostlarım,

Bu kısa süren hayati serüvenin zihnime çivi gibi çaktığı iki hayati uyarıda bulunmaktan kendimi alamıyorum:

Lütfen sigarayı derhal bırakın ve çevrenizdekilere de bıraktırın. Ben, dört buçuk yıl önce bırakmamış olsam, büyük olasılıkla bugün bu satırları yazamıyor olacaktım.

Lütfen, önemsizdir deyip geçiştirmeyin ve duyduğunuz rahatsızlıklarda mutlaka hekime başvurun. Ben yıllardır, mecbur kalmadıkça hekime başvurmama aymazlığının yol açtığı maliyeti, bugün belki de hayatımla ödemiş olacaktım.

Herkese teşekkür borçluyum.

Çok iyi bir sağlık kurumu Memorial Hastanesi’nde, çok değerli bir hekim Prof. Dr. Bingür Sönmez ve ekibinin tedavisi ile yaşama döndüm ve iyileşme sürecine girdim. Teşekkür ederim.

Başta sevgili dostum Selim Tuncer ve ailesi olmak üzere büyük bir ilgi ve sevgi halesi oluşturan tüm dostlarıma, yakınlarıma ve aileme yürek dolusu teşekkür ederim.

Huysuz intiyar yine aranızda... Bakalım gelişme onda neleri değiştirmiş, birlikte göreceğiz.

Bu Haftadan Beklentilerim...

- Daha az uyumak ama buna rağmen dinç olabilmek,
- Okumak istediklerimi (sıradan giderek ama) okuyabilmek,
- İzlemek istediklerimi (sıradan giderek ama) izleyebilmek,
- Cumaya kadar ne işim varsa bitirip (nerdeee)
her cuma yaşanan h.sonu önü krizini az daha rahat yaşamak,
- En az 10 tane fikir bulabilmek (günlük)
- Sitelerde orada ya da burada kaliteli/kıskanılacak işler görebilmek,
- Sanat yönetmenimle yoğun tartışmalara girip, sağlam fikirlerle çıkabilmek,
- Böyle "sağlam fikirler, hayat, aşk vb." içerikli geyik geyik yazılar yazmamak,
- Bir daha ömrü hayatım boyunca şu DÜRÜMCÜ ilanını görmemek,
- Hatta mümkünse onu tarihe gömmek, unutmak,
- Küresel ısınmamak,
- M. Ali Erbil'i sadece bir günlüğüne de olsa TV'de görmemek,
- İstediğim bazı oyuncakların siparişini (pişman olacağımı bile bile) verebilmek,
- Buzda dans edebilmek (çok cool ya bu aralar) :)
- Sabahları kaşarlı tost ya da Değirmen'den börek, harici bir alternatif bulabilmek,
- Büyüklerimi saymak, küçüklerimi sevmek, yaşıtlarımla didişmek
- Diyalektiğin esaslarını öğrenebilmek,
- Ebru kurslarını araştırmak,
- Vazgeçtim, NEY kurslarını araştırmak,
- Sevgi, saygı ve de barış dolu bir dünya için oturduk yerden düşünmeye devam etmek....

(bu yazıyı okuyup 10 kişiye yollayın da bakın nasıl 10 ayrı yerden kulaklarınız çınlıyor:)

iyi haftalarrRrr...