Cuma, Haziran 29, 2007

Usul hakkında

Aynı konu hakkında yeni başlıklar açmak yerine, var olan başlıkların altında yazsak daha iyi olur:)

Perşembe, Haziran 28, 2007

Dün gece.

Havalar sıcak. Çok sıcak. Ve yüksek ihtimalle ömrümüzün kalan kısmının en soğuk yazını yaşıyoruz. Birkaç yüzyıl daha sürebilirse neslimiz, artık kadınların epilasyon derdi falan kalmayacak. Evrim Abi'yle Tabiat Anne elele verecek, çift sarılı köy yumurtası misali cillop gibi pırıl pırıl dolaşacağız ortalıkta. Kılla ve yünle ilgili pekçok endüstri tarihe karışacak.

Bu havada kapalı ortam yıldırır diye düşünülmüş olacak ki, Kristal Elma töreni açık havadaydı dün gece. Parkorman'da toplaştı reklam insanları. Allah bağışlasın dedirten hanımlardan gözümü alabildiğim anlarda tanıdıklar girdi kadraja. Sohbet, muhabbet, "nedir oğlum bu takım elbise, düğüne mi gidiyoruz?" monologları aldı yürüdü. Hakkı Mısırlıoğlu'nun her zamanki kendinden emin tok sesi bir kulağımdan giriyor, Ahırkapı Orkestrası'ndan yükselen tınılar öbüründen çıkıyor. Pekçoğunun yarım bırakılacağı tabakların dolduğu açık büfe kuyrukları, şıkırdayan rakı kadehleri derken ödül töreni başladı.

Sunucu Murat Serezli'nin sunuma başlarken yaptığı atraksiyonun tepki alamaması beni üzdü ama açıkçası pek şaşırtmadı. Çünkü aynısını daha bir hafta önce barda mikrofona saldırıp ben de yapmıştım ve aldığım tepki beklentimin çok altında kalmıştı. Eski reklam filmlerinden oluşan bir demet kitleyi aldı götürdü. Seksenlerden doksanlara vurdu. Ve bazı işlerin ne kadar başarılı ve akılda kalıcı olduğunu bir kez daha ispatladı. Açılış konuşmasını yapan jüri başkanı Cem Topçuoğlu'nun "elmaları afiyetle yiyiniz" dileklerini takiben açıldı elma toplama mevsimi.

Ödüller hakkında daha çok konuşulup yazılacak çizilecek diye düşünüyorum, o yüzden çok fazla detaya girmeyeceğim. Ama müsaadenizle bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

1.) Galiba reklam yazmanın anlamı biraz değişmiş durumda. Törenin başında yapılan tarihe yolculuk, ister istemez eski işleri yenileriyle kıyaslama güdüsüne yol açtı. Dillere yapışmış sözler, beyinlere kazınmış müzikler, alaturka karakterler. Çoğu eski tarz ama son derece başarılı kampanya filmleri. Çağdaşlaşmak adına, bu değerlerden biraz fazla uzaklaşmışız galiba. Kimse kusura bakmasın ama bazı işler kelimenin tam anlamıyla çakma Batı fikirleriydi. Ama şunu da belirtmek lazım, uygulama ve temizlik anlamında çok cici işler de vardı arada.

2.) Göbek atmaya son derece meyilli bir millet olduğumuz bir kez daha ispatlandı. Sonuçlar açıklanınca etrafa yayılan cık cık'lar, Goran Bregovic'in sahneye çıkmasıyla uçtu gitti. Tören boyunca kös kös somurtan insanların, Balkan ezgileriyle zıplaşmaya, kolkola girip halay çekmeye başlamasından bahsediyorum. Sıcağa kafa tutmak için bol buzlu içilen kadeh kadeh rakıların da katkısı var bu işte elbet.

3.) Ve kendi adıma yaptığım en büyük çıkarım: Kristal Elma Ödülü'nü kazanmak için, işimin aday listesinde yer almasına gerek yokmuş meğer. İşlerimden birinin iddialı olduğuna inandığım bir kategoride, ödülü listede bile yer almayan bir işin kazanması sonucu öğrendim bunu. Kral TV Video Müzik Ödülleri'nde, Yılın En İyi Çıkış Yapan Arabesk Sanatçısı Ödülü'nü benim kazanmam gibi bir durum yaşandı dün akşam. Eminim kazanan işin sahipleri de duruma en az benim kadar şaşırmıştır. (Düzelti: "Eminim" kelimesini "Umarım"la değiştirmek istiyorum.)

Sıcağıyla, rakısıyla, elmasıyla bir gece böyle geçti. Ödüllü olsun olmasın, bütün işlerin sahiplerine tebrikler.

Yüz, geç.

Paranın iki yüzü var, tamam. Peki, biz hangi yüzüne bakacağız? Peki, o bizim yüzümüze nasıl bakacak? Biz müşterimize bakarken onun yüzünü görmüyoruz ama müşterimiz bize bakarken ne yazık ki paranın yüzünü görüyor. Bazen bu bakışmalar uzun ve sıkıcı sessizliklerle sonuçlanabiliyor. Diyorum ki bu bir işse, karşılığı para işte, ne yapalım...

Cuma, Haziran 22, 2007

19. Kristal Elma... Reklamlarını kim yaptı?

Kesin sen yapmışsındır 19. Elma işlerini. Helal valla! Hem gururunu okşadın meslektaşlarının tatlı bir nostalji ile hem de kıskançlıktan çatır çatır çatlatıp şaka yoldan beddualarını aldın... Biliyorum senin yaptığını, şu an bu satırları okuyan kişi, sana diyorum sana, senden bahsediyorum! Biliyorum, hatta herkes biliyor senin yaptığını, bilmeyenlerde şimdi öğrendiler bu yazdıklarımla! Çatlaa, gizleyemezsinnn!!! Gizlenemezsin!!!

Özgürlük

Ya bir şeylerin eksik olmayacak,
ya da o eksiklikler sana fazla gelmeyecek şu dünyada...

Ahkam kesen ben ise, olmazsa olmazları mümkün mertebe çıkarıyor hayatından bir, bir.

Şimdi, bir deniz kaldı onda, bir de sen.


erhanali

Salı, Haziran 19, 2007

Otel Odaları

Bir merhamettir yanan, daracık odaların,
İsli lâmbalarında, isli lâmbalarında.

Gelip geçen her yüzden gizli bir akis kalmış,
Küflü aynalarında, küflü aynalarında.

Atılan elbiseler, boğazlanmış bir adam,
Kırık masalarında, kırık masalarında.

Bir sırrı sürüklüyor, terlikler tıpır
tıpır,İzbe sofalarında, izbe sofalarında.

Atıyor sızıların, çıplak duvarda nabzı,
çivi yaralarında, çivi yaralarında.

Kulak verin ki, zaman, tahtayı kemiriyor,
tavan aralarında, tavan aralarında.

Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,
Otel odalarında, otel odalarında...

Necip Fazıl Kısakürek

Cuma, Haziran 15, 2007

4 milyar kişinin bildiği "sır" değildir!

Sikrıt'ı diyorum... Bunun neresi Sikrıt ben bilemedim. Gazetelerde bi' ton yazı çıktı, DVD’si çıktı. Diyor ki çekim yasası diye bir şey var ve son derece bilimsel. Özetle pozitif düşünür, yeterince istersek elde edemeyeceğimiz şey yok şu hayatta. Bir milyon dolar, süper bir kariyer, mükemmel bir eş, barış ve sevgi dolu bir dünya, sonsuz mutluluk... Hele bir olumsuz düşünmeyi bırakalım her şey tam süper olacak!

 İşte ben de bunlara diyorum, nesi Sikrıt diye?? Neredeyse bütün dinler aynı şeyi söylemiyor mu? Budizm, Karma, Mevlana... Yüzyıllardır bilinen şeyler bunlar. Hadi onları geç, yaklaşık on yıl önce "Yüzde Yüz Düşünce Gücü" vardı, sonra Simyacı var. "Bir şeyi gerçekten çok istersen, bütün evren dileğini yerine getirmek için harekete geçer" diyen. Tüm dinlerdeki, hatta filmlerdeki mucizeler, inanmakla, istemekle, ve bunun için çok çalışmakla ilgili değil mi? Yani kaba bir tahminle bu sırrı bir şekilde bilen, duymuş olan 4 milyar kadar insan vardır. E bunun nesi sır yahu?

Çarşamba, Haziran 13, 2007

Bir reklam yazarının ömrü ne kadardır?

Bilim adamları araştırsa acaba ortalama yaşama süremiz ne kadardır? Bu saatte nereden aklına geldi derseniz, 3 gündür geç saatlere kadar mesai yapıyorum. Bilirsiniz nasıl bir duygu olduğunu...

Yazma heyecanın verdiği coşkudan çok, aldığınız kafeinden ötürü kalbiniz çarpar. Gözleriniz yanar, içiniz çekilir, içtiğiniz sigaralar da kar etmez. Bittiğinizi, aklınızın düzgün işlemediğini hissedersiniz, ama birileri sizden hala 'yaratıcılık' bekler utanmadan...

Kendinize vakit ayırdığınızı hayal edip, güzel bir duşun düşüyle yazmaya devam ederken, kirlendiğinizi ve artık bunun bir duşla alakası olmadığını keşfedersiniz. Çıkıp hava almak, erik ağaçlarının yanından geçerken o mayhoş kokuyu içinize çekmek ve aslında yaşamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu düşünürsünüz. Sonra da kendinize ve ruhunuza ne kadar zarar verdiğinizi...

Yaptığınız işlerle kısa sevinçler yaşayıp yeni bir brife gömülürken tazelendiğinizi ve Ümit Burnu'nu yeniden keşfetmiş gibi farklı bir harita çizersiniz hayatınıza... Aslında hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiğiniz... Bu arada birileri sizden hala 'yaratıcılık' bekler, insan olduğunuzu hatırlamadan...

Bazen düşünüyorum da sadece Boğaz'ın havasıyla ve erik ağaçlarıyla yaşasaydım, gelene geçene oturak olduğum bir taş misali...

Pardon, pardon! İnsan olduğumu zaten unutmamış mıydım?

:(

Pazartesi, Haziran 11, 2007

Sizin hastaneniz var mı?

Dün evdeyim, uykumu bir güzel almışım, hava misssss... Aldım elime kitabımı oturdum köşeme, kahvemi de yaptım, benden mutlusu yok.

:)

İçeriden televizyon sesi geliyor. Bir dizi olduğu ilk sözlerden belli zaten. Neyse aldırmıyorum, benim keyfim yerinde... Tam kitabın en güzel yerinde şöyle bir replik duyuyorum:

a: 'Ne oldu, neredesiniz?'
b: 'Bizim hastanedeyiz!'

Ambulans sesleri, inlemeler, bağırışlar, çığlıklar, feryatlar...

:(

Aldırmak istemiyorum duruma, okumaya devam...

2 saat geçiyor aradan. Bu sefer başka bir dizi başlıyor. Müziğinden belli kasvet söz konusu, 110 dk. eziyet...

Ben yine kitabıma gömülmüşüm. Şöyle bir replik daha duyuyorum!

a: 'Ne oldu, neredesiniz?'
b: 'Bizim hastanedeyiz!'

:) :(

(Anlamıyorum, birisi ölmek üzereyken illa sizin hastaneye mi götürürsünüz ya da her dizinin hastanesi mi var?)

Bıraktım kitabımı köşeye, okuma mabedimden çıkıp salona doğru yürüdüm. Baktım, televizyon kendi kendine çalışıyor. Anneme seslendim, ses bahçeden geliyor...

'Efendim?'
'Sen izlemiyor musun televizyonu?'
'Hayır kızım ben gazete okuyorum!!!!!'
'Anneeee senin bana kastın mı varrrrrrr!!!'

Herkesin bir hastanesi olduğu dizileri kapatıp, kitabıma tekrar gömülüyorum...

Şimdi burada üç önemli nokta var.

1-Küresel ısınmaya bizim evin de katkısı var.
2-Annemin bana kastı var.
3-Her dizide birilerinin hastanesi var.

-SON-

"El alem" İstanbul'da!



1993’te Ankara’da kurdukları Atölye Çamurdan’ın seramik tasarımlarıyla yurtiçi ve yurtdışında pek çok ödülün sahibi olan Funda Özkan ve Tuğba Ülker, “El Alem” adını verdikleri seramik sergileriyle İstanbullularla buluşuyor.

Ellerinin çamuruyla “güzelliğin galerilere, işlevin fabrikalara hapsedilmesine” karşı olduklarını söyleyen Özkan ve Ülker, tüm çabalarının, “fonksiyonu olsun ya da olmasın, herkesin görmekten, dokunmaktan, kullanmaktan keyif alacağı ürünler” tasarlayıp üretmek olduğunu ekliyorlar.

İstanbul’daki ilk sergileri için uzun bir hazırlık döneminden geçen iki Ankaralı sanatçı, sergilerini birkaç cümleyle şöyle özetliyorlar:
“Toprak ve sudan mamül yeryüzünü, yine toprak ve sudan mamül seramikle yeniden şekillendiriyoruz. Ellerimizle kendimize yeni bir yeryüzü, yeni bir alem yaratıyoruz. Ve bunun beni, seni, onu, bizi bir araya getireceğine; iki yabancı arasındaki sınırı kaldıracağına inanıyoruz. Bu yüzden sergimize ‘el alem’ dedik.
Elalemi bir araya getiren, ellerimizle yarattğımız bir alem...”

Darphane-i Amire 4.1
(Gülhane Parkı kapısından girince, sağdaki yokuştan, ilerde.)

Cumartesi, Haziran 09, 2007

Kılçıksız

Türkiye saatiyle sabah 04.00 da biter Lost.

Çarşambadır orda, burada Perşembe, ne gam!

05.00’da hazırdır internette.

İzleme alışkanlıkları değişiyor, diziyi elde çiğdem beklemiyoruz.

Pıt!

İndirip nasıl istersek izliyoruz. Kılçıksız, pardon reklamsız.

Sanırım start OZ ile verildi. Cine5’te yayınlanırken önemsememiştim. Ülke yelken gibi dalgalandı, nasibimi aldım. Gidip bi militarize oldum.

Köşe yazılarından okudum 24’ü. Geçecek bir öksürüp mualemesi yapıp devam ettim.

Anemlere gittim arada “Prison Break” vaktiymiş,

"ne dedin okan?" cümlesini sevmedim.

KAHROL cnbc-E.

Zaman, ne güzel boşluklar bırakıyor bize. Pespaye HEROES cd’si düştü elime, bir haftasonu izledim 12 bölüm birden. Ben burasını şöyle yazardım filan diyerek.

Çocukluğumun dizisi MacGyver dahil hepsi internette. Biberden bomba yapasım yok ama gazını öğreniyoruz mayısın birinde.

LOST yayınlandıktan sonra 3.000 tık alıyor download için iki saatte. Biz reklamcılar ya izleyici olacağız ya da pardon kılçıksız.

Cuma, Haziran 08, 2007

Tanıdık Geliyor mu?

Çarşamba, Haziran 06, 2007

IAA 10.Üniversitelerarası Reklam Yarışması Ödül Töreni



Davetlisiniz.

Ender Emiroğlu
IAA Uluslararası Reklamcılık Derneği Genç Profesyoneller Ekibi

Salı, Haziran 05, 2007

Söyleşme Psi psi

Nietzsche sadece düşünürlerin ve vahşi hayvanların yalnız yaşadığını söylemişti... Fazla düşünenlere ya hakaret eder, ya onları yalnız bırakır ya da 'kafese' koyarlar. Ne dersin, düşünce vahşi mi? İnsan, yani özellikle insan, düşünce ile vahşet arasında bir ilişki varsa bunun ancak vahşeti bırakmak, ondan kopmak olabileceğini düşünüyor tabii. Ama nasıl bir kopma bu? Düşünce vahşeti bırakıyor mu? Bir de, hiç düşünülmeyen yönden yanaşırsak, peki ya vahşet düşüncesiz mi?

Mahmut Mutman- Zafer Aracagök

Siyahi/ Sayı 8

Cuma, Haziran 01, 2007

Yazar sevgilim

elinde ucu açık zamanlı kaleminle
yazar sevgilimdin
salıncakla kalmıştım
dökülmüş birkaç tel saçınla
ahşap masanda
yalnızlığımı yazdığın son zamanlarımda
ateşten kağıtlara
gecenin aydınlığıyla

Güneş kardeş

Evrenin birisinde bir güneş yaşarmış…
Milyarlarca yıldır sabah doğar, akşam ise batarmış.
Varlığından da, yokluğundan da zevk alınırmış bu güneşin.
Derken bir gün, güneş bir sabah tekrar doğmuş.
Öyle bir doğmuş ki o sabah, ruhlar o sabah başka aydınlanmış.
Canlılar canlı olduklarına teşekkür etmişler.
Güneş kardeş ise o sabah her zamankinden daha mutlu olmuş.



Bu güzel, güpgüneşli bahar gününde tüm Ortak Defter
yazarlarının güzel bir gün geçirmesini dilerim.

:)