Perşembe, Kasım 25, 2010

Tüketimin Kentlerdeki Durumu


Tüketimin Kentlerdeki Durumu

Tüketimin bir serbest zaman etkinliği haline gelmesi, kentlerdeki alışveriş merkezleri, müzeler, bianeller, çarşılar gibi tüketim deneyimlerinin artmasına neden olur. Bu gibi mekânların mimarisi, tüketimin gösteri ve teşhir yönüne vurgu yapar; bunlar hep tüketim göstergeleridir. Konulu parklar, alışveriş merkezleri, hep karnavalesk ve zevke içkin durumları örnekler. Bu tür mekânlar, ürün ve hizmetleri içinde ya da aracılıklarıyla aldığımız yeni ortamlara göndermeler yapar. Bu tür mekânlar, fantastik ortamlarıyla tüketmeye olanak sağlayan, hatta bir anlamda buna zorlayan yerlerdir.

Özellikle, kent kültürünün simüle edilmiş, gösterge bolluğu, dolayısıyla anlam bolluğu ile çevrili yapısının, tüketim kültürünün referansları ile oluşturulduğu-en azından tüketim kültüründen derin olarak etkilendiğini- düşünürsek, Chambers, bu gibi kentlerde yaşayan insanların da bir çok açıdan bu yapay ortamlardaki gösterge bolluğunu emen karmaşık bir göstergeler oyunuyla iştigal ettiklerinin düşünülmesi gerektiğini söyler (Chambers, 1987: 1-2). Ritzer içinse kentin her yerinde olan tüketim katedralleri olarak nitelediği alışveriş merkezleri, eğlence parkları... fast food restoranları, kumarhaneler, vb., mekanlar, kentin tüketim kültürüyle olan ilişkisinin göstergeleridir.

Ritzer’in tüketim katedralleri, faydacı ekonominin unsurlarıdır. Kent kültürüyle yeniden tasarlanmış ve özellikle kentlerin endüstrilerden arındırılıp birer tüketim merkezine dönüştürdükçe 70’li ve 80’li yıllardan başlayıp, 90’lı yıllarda baskın olan eğilimlerden biri, iç mekanın mimari düzenlemelerinde ve simüle edilmiş çevrelerinde postmodernizmin bir çok özelliğini bünyelerine dâhil eden alışveriş merkezleri, yayılma ve değişikliğe uğramıştır (Featherstone, 1996: 171). Bu değişimlerin en önde gelen unsuru, bu mekanların günümüzde artık ‘alıp-verme’ eylemi dışında, insanların boş zaman etkinliklerine yerine getirebildiği sosyal paylaşım alanlarına dönüşmesidir.

Biten bir kitabın ardından: Reklamın Dili

Uğur Batı'nın Alfa Yayınları'ndan çıkan kitabını dün geç saatlerde bitirdim. Ardından da kitap hakkında nacizane fikrimi belirtmeyi düşündüm. Şimdi de uygulamaya geçiyorum.

Ülkemizde malum, reklam yazarlığına yönelik kitaplar oldukça az. Benim gibi "yeni nesil" reklam yazarlarının başvuracağı kaynak sayısı 2 elin parmaklarını geçmez. Bu yüzden Uğur Batı'nın kitabını sindire sindire okudum. Kitapta en fazla beğenip altını çizdiğim cümleler, geçmişten yapılan reklam örnekleri ve şöhreti kıtaları aşmış reklamcılardan alıntılar oldu. Yaş 25 olunca, 15 sene önceki reklamları değil, atari oyun kasetlerini hatırlıyorsunuz elbette. Bu yüzden kitap benim için çok değerli oldu.

Uğur Batı reklam yazarken; anlambilim, sözbilim, sesbilim, dilbilim, göstergebilim ile ilişki kurulmasını, yazarın tabiri caizse "paldır küldür" yazmamasını öneriyor. Kitapta, reklam dilinde sosyo-psikolojik, korku, cinsellik gibi duygusal biçimlerin de kullanımının nasıl olması gerektiğine dair detaylı analizler ve örnekler mevcut.

Kısacası bu kitap reklam dilinin temel repertuvarının tüm inceliklerini akıcı ve keyifli bir üslupla okuyanlarına sunuyor. Bu vesileyle Uğur Batı'ya da teşekkürlerimi sunuyorum.

Etiketler: ,

Salı, Kasım 16, 2010

Eski Lezzetler/13: Kitarımla sana bir ses verebilseydim eğer...


(Bülent Şentay arşivi: Hafta dergisi, Sayı: 38, 23 Eylül 1955)

Pazartesi, Kasım 15, 2010

Eski Lezzetler/12: Mesut bir izdivaç için Mental'i seçin!


(Bülent Şentay arşivi: Hafta dergisi, Sayı: 37, 16 Eylül 1955)

Perşembe, Kasım 11, 2010

"Direction yok, demotive oluyoruz, wording bozuk"

Hepsini reklam ajanslarında duyduğumuz bu kelimelerden genç yaşta soğumak, bu sektörün ne menem bir sektör olduğunu ortaya koyuyor aslında. "Direction yok" yerine, "Bizi kimse yönlendirmiyor" demek çok zor çünkü. "Demotive oluyoruz" yerine "Motivasyon kaybediyoruz" yada "motive olamıyoruz" demek de çok zor. "Wording bozuk" lafına ise hiç geçmek istemiyorum. Artık standartlaşmış çünkü. Ben demiyorum, öyle diyorlar. Bazı kelimeler havada standartlaşarak "import oluyor" dilimize. Ne kadar "amazing" öyle değil mi? Vah ki ne vah. Dilimize sahip çıkalım diye kurulan web sayfalarını yaratan ajanslar, aslında dile en çok zarar veren kurumlar.

Pek narin, pek güzel dilimiz, sen de demotive oluyormusun bize karşı acaba..

Not: Ortak Defter'e yeni katıldım. Gazeteci bir babanın yazmaya meraklı, 25 yaşında bir evladıyım. Şimdiye dek 2 farklı ajansta çalıştım. İlki dijital işlere dayalı bir ajansken, şu sıralar çalışmakta olduğum ajans daha çok basılı işler üretmekte. Ülkemizin en çok okunan futbol ve tarih içerikli bloglarından ikisinin sahibiyim. Mike Hughes'un paylaşmış olduğum şu sözüne katılan bir metin yazarıyım. Görselden çok, metinin gücüne inanıyorum. Aranıza katılmaktan dolayı da çok mutluyum.

Etiketler: , ,

Çarşamba, Kasım 10, 2010

Eski Lezzetler/11: Daima en iyisini mübayaa edebilen nadir kısmetliler için!


(Bülent Şentay arşivi: Hafta dergisi, Sayı: 26, 1 Temmuz 1955)

Pazartesi, Kasım 08, 2010

Nerde hata yapıyoruz!

Bir bankacı, Nikaragua’nın küçük bir köyünde, güneşin batışını seyretmektedir. Bir balıkçının, teknesiyle sahile yanaştığını görür.
Teknede birkaç büyük tuna balığı vardır. Balıkçıyı övgülere boğar ve sorar; “Bunları tutmak ne kadar zamanınızı aldı?”
“Çok az bir zaman” der balıkçı. Bankacı, neden daha fazla zaman harcayıp, daha çok balık tutmadığını sorar hemen. “Bu tuttuklarım ailemi doyurmaya ve arkadaşlarımla paylaşmaya yeter de artar bile!” der balıkçı.
“Peki...” der bankacı, “Geri kalan zamanında ne yaparsın?”
“Geç saate kadar uyurum, biraz balık tutarım, çocuklarımla oynarım, karımla siesta yapar, akşama doğru köye iner, biraz şarap içip arkadaşlarımla gitar çalarım.
Çok meşgul bir adamım ben senyor! Hayatım doludur.”
Bankacı güler. “Ben bir Harvard mezunuyum ve sana yardım edebilirim. Eğer balık tutmaya daha fazla zaman ayırırsan, daha büyük bir tekne alırsın. O büyük tekneden elde edeceğin gelirle, birkaç tekne daha alırsın. Bir süre sonra, küçük bir balıkçı filon olur. Araya kimseyi sokmadan, pazara direkt kendin girer ve büyük satıcılardan biri olursun. Üretim, dağıtım her şey tamamen senin kontrolünde olur. Bu küçük kasabadan çıkıp, Managua’ya taşınırsın.
Hatta en sonunda, tüm bu işleri New York merkezinden kontrol edersin.”
“Ama senyor, bu dediğinizin olması ne kadar zaman alır?”
“15-20 yıl” der bankacı.
“Peki ya sonra, senyor?”
Bankacı gülerek: “İşte işin en güzel kısmı orda! Doğru zamanda, şirketini satar ya da hisselerini halka açar ve çok zengin olursun. Milyonların olur!”
“Milyonlarım ha senyor! Peki sonra?”
“Sonra, emekli olursun. Küçük bir balıkçı kasabasına yerleşir, geç saate kadar uyur, biraz balık tutar, çocuklarınla oynar, karınla siesta yapar, akşamları köye inip biraz şarap eşliğinde arkadaşlarınla gitar çalarsın' der bankacı.