Perşembe, Eylül 28, 2006

türkçemi? oda ne?

Uzun zamandır kafamı kurcalayan, canımı sıkan bir konuydu. Bugün ajansta metinlerini elden geçirmem için elime tutuşturulan bir katalog ateşledi fitili. Kendimi serzenişte bulunurken bulunca anladım yazmam gerektiğini. Endüstride bulunan herkesin bildiği bir şeyden bahsedeceğim, yeni bir konu değil.

Önce katalogdan bahsedeyim. Genç olmasına rağmen sektörce adı bilinen bir ajansta çalışıyorum. Ama bugün bana emanet edilen işi görünce en yalın ifadeyle nutkum tutuldu. 16 sayfalık ve çoğu görsellerle dolu bir kitapçık. Üşenmedim saydım, o kısacık metinlerde 50’den fazla yazım hatası var. Kocaman başlıklarda yanlış yazılan kelimeler. İfadelerdeki anlam bozukluklarını, cümle düşüklüklerini saymıyorum bile. İmla hatası yapmak biz yazarların en doğal hakkı. Kimi zaman hata gibi görünen yaklaşımlarda yaratıyoruz en vurucu esprilerimizi. Ama elimdeki metin gerçek bir Türkçe katliamıydı. Sorumlusu da yakın zamanda ajans çatısı altına alınan bir reklam yazarıydı, yüksek ihtimalle bir yazar adayı. Hatta bu örnek için aday adayı demek bile yetersiz. İşte zurnanın zırt dediği yer de burası zaten.

Varmak istediğim noktaya gelecek olursak. Bu sektörün emekçileri olarak hemen hemen hepimiz ciddi anlamda çömezlik dönemlerinden geçtik ve geçiyoruz. Hayal gücümüzü dizginlemeyi, Türkçe’nin dilinden anlayıp, onu kuşanabilmeyi öğreniyoruz. Bir ömür boyu sona ermeyecek olan bir süreç bu. Hiçbirimiz birer dil uzmanı olarak girmiyoruz bu işe, zamanla gelişiyor yetenekler. Ama bu kadar da olmaz, olamaz. Olmamalı da. Bizim işimiz yazmak, okutmak üzerine kurulu. Zayıf bir Türkçe’yle ve sokak ağzıyla “ben çok yaratıcıyım” diye ajans kapılarını tırmalayan zihniyete mi kızmalıyım yoksa sırf ucuz, hatta bedava işgücü diye onlara iş emanet eden ajans yöneticilerine mi bilmiyorum. Bu blogda gezinenlerin az çok görmüş geçirmiş kişiler olduğunu biliyorum ama yüksek müsaadenizle, haddimi aşarak ufak bir nutuk çekmek istiyorum.

Arkadaşlar. Eğitiminiz ne olursa olsun, reklamcılık sektöründe şansınız denemek elbette hepinizin hakkı. İşletme eğitimi almış ama yolunu bu yönde çizmeye karar vermiş, daha yolun çok başında bir reklam yazarı olarak ahkam kesmek bana düşmez ama birçoğunuzla yaşıt ve hatta daha küçük olduğumu düşünerek aynı dilden konuşabileceğimizi düşünüyorum. Çevreme ve arkadaşlarıma bakıyorum da, özellikle iletişim fakültelerinden mezun olan 100 kişiden 110’u reklam yazarı olma hevesiyle yanıp tutuşuyor. Dışarıdan harikalar diyarı gibi görünen bu mesleğin, sizi bir haftada caydırabilecek çalışma koşullarından bahsetmeyeceğim bile. Bir şekilde sektöre adım atabilirseniz ne demek istediğimi zaten anlayacaksınız. Çevreniz sizi çok yaratıcı birisi olarak görüyor olabilir. Siz de kendinizi. İçinizde gerçek bir cevher bile yatıyor olabilir. Ama arkadaşlar şunu unutmayın ki, bu mesleğin adı “yazarlık”. Yazmanız gerekiyor sevgili dostlar, yazmanız. İşin daha da zorlayıcı kısmı bu yazdıklarınızla insanları ikna etmeniz gerekiyor. Elbette önce kendinizi ikna etmelisiniz ama bu yeterli değil.

Haluk Mesci’nin, farkında mısınız bilemiyorum ama büyük bir kıyak yaparak sektörle ilgili soruları cevapladığı “derdimvar” blogundaki bazı yazışmaları hayretten ağzım bir karış açık okuyorum. Ne kadar da yaratıcı olduklarını ama kendilerine fırsat verilmediğini berbat bir Türkçe’yle ifade etmeye çalışarak ego tatmini yapanlardan tutun da, iki cümleyi bir araya getirememesine rağmen stajyerlik yapmaya ihtiyacı olmadığını çünkü gerçek bir yaratıcı olduğunu belirten ve sektöre nasıl adım atması gerektiği konusunda akıl danışanlara kadar her cins insan mevcut. Cin olmadan adam çarpmaya yelteniyorlar. Bir şekilde sektöre girebildikleri zaman da çoğunluğu işin başında vazgeçmek zorunda kalıyor. Geriye de düzeltilmek zorunda kalan işler ve en önemlisi üç aylık reklamcılık kariyerine sahip insanların bolluğu yüzünden düşük ücretlerle kendini ispatlamak için yıllarca, olmadık koşullarda çalışmaya mahkum reklamcı adayları kalıyor. Kendi deneyimlerime ve etrafımda gördüklerime dayanarak söylüyorum; süzgeçten dökülenler başka alanlarda yoluna devam ediyor ama içeride kalanlar yıllarca sallanmaktan ciddi anlamda yıpranıyor. Uzun lafın kısası, bu işe adım atmadan önce kendinizi inceden inceye ölçüp biçin. Altyapınızın yeterli olup olmadığını iyice sorgulayın. Çünkü bu sektörde bir yerlere gelebilmek ciddi anlamda birikim, emek ve sabır gerektiriyor. Öbür türlü hem kendinize hem de endüstriye zararınız dokunur. Dellenmiş, celallenmiş çırak yazarların işini gücünü bırakıp böyle uzun yazılar yazmasına izin vermeyelim.

Herkese iyi fikirler diliyorum.

10 Comments:

Anonymous Adsız said...

Sabah bu yazıyı okuduğum andan itibaren en az üç kere yorum yazmak üzere “comment” penceresini açtım ve her seferinde bir iki cümle yazdıktan sonra “bu da çok sert oluyor” diyerek yazdıklarımı sildim.

Bu konuda bazen (gerektiğinden fazla) şiddetli tepki gösteriyorum. Daha anlaşılır yazayım. Tepemin tası atıyor!

Lütfen yanlış anlamayın ama, 15 yılı aşkın bir süredir “Reklam Yazarı” olarak çalışıyorum. Hâlâ ben “Reklamcıyım”, “Reklam Yazarıyım” derken şöyle bir destur çekip konuşuyorum. Haddimi bilmeye daima özen gösterdim.
Fakat sektöre yeni girmeye hevesli genç arkadaşların söylediklerini duydukça inanamıyorum. Onlarla genelde fikir ayrılıklarımız, hatta zaman zaman çatışmalarımız oluyor. Ben anlatmaya çalıştıkça, onlar anlamıyor, onlar anlamadıkça ben “eski kafalı, yaşlı, dinozor yazar” oluyorum. Bu arada ben henüz 35 yaşındayım. ☺

Bana öyle geliyor ki, bu yeni arkadaşlarımız “Reklam Yazarı” değil “Reklam Fikri Üreticisi” olmak istiyorlar sadece. Daha da kısacası “Reklamcıyım” diyerek yırtma(!) peşindeler.
E haliyle, bu sektöre kafayı sokmanın en kolay yolunun da dışarıdan göründüğü şekliyle “Reklam Yazarlığı” olduğunu düşünüyorlar.
Öyle ya... Yazmaya gereç gerekmez. Ne olacak ben de yazarım...
Oysa reklam fikri üretmek sadece “Reklam Yazarı”nın tekelinde olmadığı gibi, “Reklam Yazarı”nın asıl meselesi olan “yazma” işini hakkıyla yapması gerek. Adam gibi, doğru dürüst yazması...

Bunun için de öncelikle "çok çok iyi derecede" Türkçe bilmesi, Türk Dili ve Edebiyatı’nı yalayıp yutmuş olması, düzenli olarak okuması, öğrenmesi gerek.
Fakat ne yazıktır ki, güzide(!) ajanslarımız bile, bir önceki postada görüldüğü gibi yarı Türkçe yarı İngilizce hilkat garibesi ilanlarla “Reklamwriter” arıyor.

Aslında o ilanla ilgili herhangi bir yorumda bulunmamak üzere kendi kendime söz vermiştim. Ne de olsa bu sektörde hepimizin bazı sabıkaları var...
Ancak en azından şunu söyleyebilirim (bu yorumumu Türkiye Reklam Forumu’nda da aynı şekilde dile getirdim.):
Türkiye'de Türklere Türkçe reklam yapan Türk bir ajansın eleman ilanı, hele ki Reklam Yazarı ilanı İngilizce olamaz.


İşte bu yüzden ajanslar, çok iyi derecede İngilizce bilen ama Türkçe'den tamamen habersiz "cin olmadan adam çarpmaya çalışan", "uyanık" ve "küstah" yeni yetmelerle dolup taşıyor.

Ben gittikçe sinirleniyorum. Biraz daha yazarsam, işin tadı kaçacak.

29 Eylül, 2006 10:34  
Anonymous Adsız said...

Bu arada sevgili Can Yücel, ironi olsun diye mi postanın başlığına "türkçemi" kelimesini böyle yazdın? Yoksa gerçekten gözden mi kaçırdın? İroni bile olsa, böyle ciddi bir konuda yazılmış postanın başlığında "Türkçe mi" şeklinde doğru yazımın kullanılmasını tercih ederdim.

29 Eylül, 2006 10:39  
Blogger Ender Emiroğlu said...

Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

29 Eylül, 2006 10:42  
Blogger Haluk Mesci said...

Haluk Mesci said...

Bu arada sevgili Ayşe Tüzel, ironi olsun diye mi postanın başlığındaki 'oda' kelimesine takılmadın ?

Bizi kafaya mı alıyorsunuz ?

: )

29 Eylül, 2006 10:42  
Anonymous Adsız said...

Öfkeyle kalkan zararla oturur. Kafaya almak mı, estağfurullah... Onu da yazacaktım. Lakin kopmuş gitmişim...

Kızdım, kızdım, çok kızdım.
Affola.

29 Eylül, 2006 10:59  
Blogger Bülent Şentay said...

Oda ne, salon ne bilmiyorum ama Can Yücel Metin'e 500 kere "Bak bu da Buda, bu da Buda, bu da Buda!"yazma cezası verelim derim :)

29 Eylül, 2006 11:36  
Blogger Can Yücel Metin said...

Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?
(Hamlet'i çeviren Can Yücel)

Bir ihtimal daha var, oda ironiyi öldürmek mi dersin?
(Omleti çeviren Can Yücel)

29 Eylül, 2006 11:55  
Blogger Nokta Çelik said...

Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

29 Eylül, 2006 13:07  
Blogger Maksude Kılınç said...

Anlatamıyorsun hiç Nokta, anlatamıyorsun.

Ya bizim becerimizde azalma var ya da gelen nesilde arıza var.

Usta-çırak ilişkisi iyice bittiğinden ve hortlata hortlata ajans yapılanması oluşturulduğundan beri bu böyle.

Çılgın fikir bulmak, dikkatli yazmaktan çok daha önemli olduğundan beri bu böyle.

29 Eylül, 2006 14:33  
Blogger Nokta Çelik said...

Dün Can Yücel'in yazısını okuduğum anda, Gülten Akın'ın şu iki dizesi geldi aklıma, belki de romantik bir günümdeydim:) "Ah, kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya"

Ben de Ayşe Tüzel gibi birkaç kez yorum yazmak için girişimde bulundum. Neyse çarçabuk anlatmış benim de dertlerimi sağ olsun.

Reklamcılığı, ayakları masaya uzatıp sadece kampanya düşünmek sananların sayısı artıyor. Oysa bir yazar için yazarak çalışmak, yazarak düşünmek önemlidir. Bazı fikirler yazarken çıkar.

En çok sinirlendiğim şeylerden biri de, gerektiğinde inceltme işareti koyacak yere "o hoo şapkalar kalktı" diye kestirip atmaları. Kim-ne zaman kaldırdı, kime sordular, bizden habersiz ikinci şapka devrimi mi yapıldı? Bilen yok. Sorduğunuz zaman hemen yalan-yanlış genellemelere sığınıyorlar.

Ah, nasıl anlatırsınız ince şeyleri bu arkadaşlara?

29 Eylül, 2006 17:07  

Yorum Gönder

<< Home