Perşembe, Temmuz 28, 2005

Reklam ajanslarının birbirinden oyuncu (ç)alması

Bir önerim var: Aynen genç futbolcuların ilk transferinde olduğu gibi, oyuncuyu yetiştiren camiaya, yetiştirme bedeli olarak
bir bonservis ödenmesi söz konusu olsun.

Böylece, 1) Transferler legalize olur, düzene girer. 2) İnsan yetiştiren kuruluşların emekleri karşılıksız kalmaz. 3) İnsan yetiştirmeye daha ciddi yaklaşılır. 4) Giderek, insan özvarlığı, ajansların bilançolarında yer alabilir.

Yetiştirme, yetiştiren kurum, bonservis düzeni, bonservis bedellerinde kademeler, ödemeler, muhasebe vs. ilkeleri ve standartları ortak çabayla belirlenip yayınlanabilir.

7 Comments:

Anonymous Adsız said...

Nasıl olsa sen burada yetişiyorsun denilerek, aylarca ya çok cüzii meblağalara ya da çoğunlukla sırf yemek fişine karşılık çalıştırılma -sömürülme- durumuna son verecekse neden olmasın?

28 Temmuz, 2005 16:24  
Blogger Tunç Balaban said...

Reklam ajansları çalışanlarını yıllarca sömürüyor ve bu sömürüyle geçen yıllarda o insan yetişiyor, bir de ajanslar yıllar boyu süren sömürünün üstüne para kazanıyorlar. Ajans sahipleri için güzel bir fikir...

28 Temmuz, 2005 17:08  
Blogger Haluk Mesci said...

'Reklam ajansları çalışanlarını sömürüyor, ajans sahipleri için iyi fikir' söylemini bu çağa ve bu deftere hiç yakıştıramadım.

Genelleme yapılıp bütün ajanslara çamur atılamaz, bu bir.

İki, naftalin kokan bu mantıkla hiçbir yere varılamaz.

28 Temmuz, 2005 17:21  
Blogger Tunç Balaban said...

Haluk Bey yapmayın.

Ben bu işi yapıyorum ve yaşıyorum bu söylediklerimi. Ben yanlışım peki çevremdeki herkes de mi yanlış, onların çevresindekiler...

ben mesleğe yeni başlamış insanları kastetmiyorum sadece, tanıdığım "senior" insanlar bile, "yaptığım bir tek işin ajansa getirisi şu kadar, benim kazancım bu kadar" diyorlar. Ben buna sömürü diyorum kusura bakmayın, hatta hiç kimse kusura bakmasın.

sizin naftalin kokuyo dediğiniz mantık bu dünyanın gerçeği. Görmek veya görmemek insanların elinde.
Gören insanlar belli, görmeyenler ise şu an yeni müşteri peşinde koşuyorlar...

evet yaptığım genelleme yanlış, %10'luk kısma haksızlık etmek istemem...

görüşlerimizi yazmak, hissettiklerimizi paylaşmak değil miydi ortak defterin amacı. Neden yakışmadığını anlamadım???

29 Temmuz, 2005 11:48  
Blogger Haluk Mesci said...

Yakışmayan, hızla genellemek ve kestirip atmak.
Dikkatle düşünüp doluya boşa koyup kaldırmadan 'Patronlar çalışanı sömürüyor' türünden klişeleri tekrarlamak.

Somut olarak yaşanan şeyleri, reklam yazarı zekasına ve ifade becerisine yakışan bir biçimde paylaşmak daha aydınlatıcı ve paylaşımcı olurdu.

29 Temmuz, 2005 12:06  
Blogger Emrah Akay said...

Sanıyorum sert tartışmaların yaşanabileceği bir alan olmuş bu başlığın altı. Oysa çalışanlar tarafında da patronlar tarafında da kızgınlık (tepkiler diyelim) yaratacak kadar önemli bir konu değil bu.
Bir kere ajanslar ne kazanıyor? Konuya buradan başlamalı. Doğru dürüst kâr eden kaç ajans var? Yirmi mi, yirmibeş mi, kaç? Bunların kaçı yerli, kaçı yabancı sermayeli? Ortaklık yapıları nasıl? Sektöre "insan" kazanımını hangi ajanslar/ustalar gerçekleştiriyor, hangileri bu kaynaklardan besleniyor? İnsan yetiştirmekten kasıt yazar mı, sanat yönetmeni mi, mt mi, stratejist mi, kreatif direktör mü, ne? Yetişen adamın hiç mi kendi iştahı yoktur yetişmesinin payında? (Hani hoca Şems-i Tebrizi, öğrencisi Mevlana gibi...)
Sorular çoğaltılabilir ve bonservis meselesinin ne kadar gerçekçi olup olmadığını ortaya çıkarabilir.
Adam yetiştirmekten gurur ve onur duyan da çıkar, yok ben hakkımı isterim diyen de çıkar, benim payım ne olacak diye soran yetişmiş adam da çıkar, ben para vermem diyen ajans da çıkar. Erman Toroğlu gibi söylersek çıkaroğluçıkar!
Hepsi muhtemeldir.
Yine de böyle düşüncelerin ortaya atılıp, tartışılması çok faydalı. Mesleğimiz bize sürekli olarak çok boyutlu düşünmemizi söylüyor çünkü.
Benim düşüncem şu:
Bizler yaratıcılar olarak, işlerimize odaklanalım. Önemli olan budur. Bizim değerimizi artıracak olan yegane unsur, iyi işlere imza atmaktan başka bir şey olamaz.

Onun dışında zaten şunu söylemek lazım: Dünya yıkılıyor gözlerimizin önünde ve henüz tam olarak algılayamadığımız çok farklı bir dünya kuruluyor. Ve ben bu kurulanın iyi bir dünya olduğuna bir türlü akıl erdiremiyorum (Bush'u sevecek değilim). Türkiye mesela, her alanda kendi egemenliğini başka güçlerin eline terk ediyor; ekonomisini, siyasetini, hukuğunu, hatta ordusunu... Kimse şikayetçi değil, herkes mutlu!
Bu nasıl oluyor?

Bana kalırsa acilen, yerli markalarımız için bir küresel sermayeyle rekabet ve direniş planı, artı, güçlü markalarımızla bir "dünyayı işgal" planı hazırlamalıyız.
Batıdaki marka gurularının kendi markalarına 50 yıldır söyledikleri bu olsa gerek. Çünkü dediklerini yaptılar da. Bu işe Japonya en önce uyandı, sonra Güney Kore, şimdi fasoncu da olsa Çin geliyor... Rusya hala uyanamadı mesela, Türkiye yolun çok başında, işi çok zor...

Var mısınız?
Ey bu işin generalleri! (Haluk abi, sen en yüksek rütbelerdesin ona göre)
Alın size kurmay!
Alın size bir kurultay konusu!
Fazla hayalci, milliyetçi bulan olabilir.
Olsun. Ne var?
Yaratıcılık nedir, nasıl olmalıdır diye tartışacağımıza herkes yaratıcılığını konuştursun. Belki bu konuda bulunacak çözümleri bir deklerasyonla yayımlarız. Belki bir kitap haline getiririz... vesarie vesarire...

01 Ağustos, 2005 00:00  
Blogger Emrah Akay said...

vesaire'ler tapaj hatası, düzeltemedim sonradan. pardon :)

01 Ağustos, 2005 00:04  

Yorum Gönder

<< Home