Milliyet'in Paneli
Bugünkü (19 Şubat 2005) Milliyet'in Ekonomi - Reklamcılık sayfasında 'Yerel mi küresel mi ?' başlıklı yazı, 18 Şubat Cuma günü katıldığım Cannes paneliyle ilgili. Katılmayanların bilgilenmesi ve bazı gerçeklerin kayda geçmesi için, yazıya ve panele ilişkin söyleyeceklerim var.
- Paul McMillen panele ve konuya hakim olabilseydi, dinlemeye gelenlerin zamanına bu kadar yazık olmayacaktı : Ne konu belirginleşti, ne panelistlerin ne dediği anlaşıldı. John Hunt'ın sunumu Milliyetin söz konusu yazısında ileri sürüldüğü gibi 'Fikirlere Karşı Reklamlar' değil, daha çok 'Fikirler, Reklamlar değil' veya bilemediniz 'Fikir mi Reklam mı' diye çevrilebilecek bir bakış getiriyordu. Panel ise Türk reklamları Cannes'da ödül kazanabilir mi kazanamaz mı gibi bir yöne saplandı gitti. Konuşmamın başında söylediğim 'yaratıcılık denen şeyin altında, reklamverenin işine yarayacak, işine değer katacak fikirlerin yatması gerektiği, reklamda hesap verebilmenin buna dayanması gerektiği' arada kaynadı. Son turda zar zor ilişilen yaratıcılık, reklamverenin Cannes'a son birkaç yılda niçin önem verdiği, hesap verebilme, John Hunt'ın dediklerime katılan bir iki cümle söylemesine olanak verdi.
- Yazıda geçen 'Mesci de reklamda Türkiye'nin, İspanya ve Brezilya türünde bir ekol olmasının zor olduğu; bunun da nedenleri arasında Türkçe'yi ve reklamverenlerin tutumunu örnek gösterdi' komedinin dik âlâsı ! Bu tür toplantılarda not tutamayan veya tuttuğu notu anlamayan, dolayısıyla da yanlış yazıya geçirenler çok gördüm ama, kendi organizasyonunda söylenenleri kaydetmeyen, anlamayan veya yanlış anlayan Milliyet ekonomi servisini yadırgadım. Ayıpladığımı da söylemeliyim. (Organizasyon için didinen, ev sahibi Sevgili Viki Habif'in üzüleceğini biliyorum ama onun kabahati değil.)
Benim söylediğim şuydu : Türkiye'nin festivalde, zamanında İspanya'nın veya Brezilya'nın başardığı gibi, büyük ödüller kazanıp bir ekol veya bir dalga haline gelebilmesi güç. Bunun nedenleri arasında Türkçe'nin anlaşılması tabii ki var ama hakim reklam anlayışımız da önemli. Çünkü Türkiye'deki reklamları birkaç gruba ayırmak mümkün : John Hunt'ın geleneksel reklam dediği alışılmış reklamlar, batı tarzına öykünenler ve tamamen yerel hatta etnik olanlar (örneğin Ali Taran'ın reklamları böyle reklamlar. Tadını bizim çıkarabileceğimiz, tamamen bizden ve bize göre şeyler.) Dikkat ederseniz, ödül kazanan işlerimiz, içerdikleri fikirde bir ilginçlik olmasının yanı sıra, biçimsel bakımdan batının bildiği-tanıdığı reklam-uygulama tarzındaki şeyler. Daha büyücek ödül kazandığımız işler, medya satınalma, stratejik planlama gibi daha evrensel dildeki dolayısıyla jürilerin daha kolay anlayabildiği dallarda. Bizim öncelikle, reklam ajansıyla, reklamvereniyle, medyasıyla, reklam akademisyeniyle oturup, yaratıcılıktan ne anladığımızı çözmemiz ve bir fikir birliğine varmamız gerek. Bırakın Cannes'ı, Kristal Elma yarışmasında bile anlaşamıyoruz.
Gördüğünüz gibi, 'reklamveren' lafını ettim ama Milliyetin ileri sürdüğü bağlamda asla değil ! Neyse... Gazetelerimiz, kimin ne dediğini, anlamasalar bile doğru nakletseler çok iyi olacak.
- Paul McMillen panele ve konuya hakim olabilseydi, dinlemeye gelenlerin zamanına bu kadar yazık olmayacaktı : Ne konu belirginleşti, ne panelistlerin ne dediği anlaşıldı. John Hunt'ın sunumu Milliyetin söz konusu yazısında ileri sürüldüğü gibi 'Fikirlere Karşı Reklamlar' değil, daha çok 'Fikirler, Reklamlar değil' veya bilemediniz 'Fikir mi Reklam mı' diye çevrilebilecek bir bakış getiriyordu. Panel ise Türk reklamları Cannes'da ödül kazanabilir mi kazanamaz mı gibi bir yöne saplandı gitti. Konuşmamın başında söylediğim 'yaratıcılık denen şeyin altında, reklamverenin işine yarayacak, işine değer katacak fikirlerin yatması gerektiği, reklamda hesap verebilmenin buna dayanması gerektiği' arada kaynadı. Son turda zar zor ilişilen yaratıcılık, reklamverenin Cannes'a son birkaç yılda niçin önem verdiği, hesap verebilme, John Hunt'ın dediklerime katılan bir iki cümle söylemesine olanak verdi.
- Yazıda geçen 'Mesci de reklamda Türkiye'nin, İspanya ve Brezilya türünde bir ekol olmasının zor olduğu; bunun da nedenleri arasında Türkçe'yi ve reklamverenlerin tutumunu örnek gösterdi' komedinin dik âlâsı ! Bu tür toplantılarda not tutamayan veya tuttuğu notu anlamayan, dolayısıyla da yanlış yazıya geçirenler çok gördüm ama, kendi organizasyonunda söylenenleri kaydetmeyen, anlamayan veya yanlış anlayan Milliyet ekonomi servisini yadırgadım. Ayıpladığımı da söylemeliyim. (Organizasyon için didinen, ev sahibi Sevgili Viki Habif'in üzüleceğini biliyorum ama onun kabahati değil.)
Benim söylediğim şuydu : Türkiye'nin festivalde, zamanında İspanya'nın veya Brezilya'nın başardığı gibi, büyük ödüller kazanıp bir ekol veya bir dalga haline gelebilmesi güç. Bunun nedenleri arasında Türkçe'nin anlaşılması tabii ki var ama hakim reklam anlayışımız da önemli. Çünkü Türkiye'deki reklamları birkaç gruba ayırmak mümkün : John Hunt'ın geleneksel reklam dediği alışılmış reklamlar, batı tarzına öykünenler ve tamamen yerel hatta etnik olanlar (örneğin Ali Taran'ın reklamları böyle reklamlar. Tadını bizim çıkarabileceğimiz, tamamen bizden ve bize göre şeyler.) Dikkat ederseniz, ödül kazanan işlerimiz, içerdikleri fikirde bir ilginçlik olmasının yanı sıra, biçimsel bakımdan batının bildiği-tanıdığı reklam-uygulama tarzındaki şeyler. Daha büyücek ödül kazandığımız işler, medya satınalma, stratejik planlama gibi daha evrensel dildeki dolayısıyla jürilerin daha kolay anlayabildiği dallarda. Bizim öncelikle, reklam ajansıyla, reklamvereniyle, medyasıyla, reklam akademisyeniyle oturup, yaratıcılıktan ne anladığımızı çözmemiz ve bir fikir birliğine varmamız gerek. Bırakın Cannes'ı, Kristal Elma yarışmasında bile anlaşamıyoruz.
Gördüğünüz gibi, 'reklamveren' lafını ettim ama Milliyetin ileri sürdüğü bağlamda asla değil ! Neyse... Gazetelerimiz, kimin ne dediğini, anlamasalar bile doğru nakletseler çok iyi olacak.
1 Comments:
Ben oradaydım. Sahneye yakın bir yerde. Çok şey duydum, çok şey gördüm. Anlatması uzun. Bir gazeteci gibi toparlamaya çalışayım, yalan yanlış yorumlar katarak.
John Hunt'ın sunumu teknik olarak aksamadı. Hakkı bilgisayarını önceden hazırlayıp sahnede bırakmış fakat kimsenin açıklayamadığı aksaklık, işte tam burada Cannes ve Kristal Elma gibi "karşı yaka" , "öte yaka" farkını bir kez daha göstermişti. Neyse ki konuşmalar sırasında Hakkı boş durmadı ve bilgisayarı tekrar açıp kapayarak bize Cannes'dan toparladığı basın ilanlarını gösterdi. Uçarak. Hızla. Bizler algılayamadan. Sıkılmıştı belli ki o da, çarçabuk geçti ilanları, belki de çoğumuzun bildiğini, incelediğini düşünerek.
John Hunt gibi değerli bir yaratıcıyı dinlerken düşünmeden edemedim, yurt dışından gelen yaratıcılar neden belli bir harita çizgisini geçtiklerinde hepimize Cibutili, Tanzanyalı, Türkiyeli, Hindistanlı muamelesi yapıyor anlamıyorum. John Hunt'ın anlattıklarını görmedik mi, izlemedik mi, bilmiyor muyuz? Hele o şapkalar neydi yani! Fakat belli ki, otele yerleşiyor ve televizyonu açıyor bu adamlar, kanallara, programlara, reklam kuşaklarına bakıyorlar ve yaftayı yapıştırıyorlar. Haklı değiller mi? Sonra Hakkı'nın söylediği: Türkiye'de (dünyada da olduğu gibi) yayındaki reklamların %80'i kötü, %20'si iyi.
Bence Türkiye'de kötü reklam yapmak durumunda kalan çoğunluk dahil bütün yaratıcılar, hepsi okumuş çocuklar, hepsi akıllı ve yaratıcı. Dünyada olup biteni çok iyi anlıyorlar fakat "ne işe yarıyor"! Bir fıkra vardır, her duruma uyar: Bavyeralı iki adam duvara yaslanarak takılırken, bir araba durur önlerinde, arabadaki adam İngilizce bir adres sorar, bizimkilerden çıt çıkmaz, Almanca sorar yine çıt yok, adam sekiz ayrı dilde sorar adresi, bizimkilerden yine bir yanıt alamayınca basıp gider. On dakika sonra Bavyeralılardan biri diğerine dönüp "Gördün mü, adam tam sekiz dil biliyor" der. Diğer Bavyeralı cevap verir "Gördüm. Ne işe yaradı?!"
Bay Paul'un durumu da zordu. Türkçe İngilizce karmaşası da eğlenceli olmaktan öte, üzücüydü. Bir ara John Hunt kulaklığını habire çıkarıp takarken, Bay Paul Türkçe konuşurken acaba İngilizceye nasıl çeviriyorlar diye de düşünmeden edemedim.
Ali Abi her zamanki gibiydi. Olduğu gibi. Salon ona inat boşalmadı aslında, meraktan bekledi çoğumuz. Oturduğu andan itibaren takıldı, söylendi, ters çaktı, tatlı tatlı döktürdü. Ben Coca-Cola işinde, üst üste dizili kasaların gölgesinde uyuyan adamın olduğu ilanda "İçme de yanında yat, diyor adam" sözüyle dayanamadım, makaraları koyverdim.
Sanırım sahnedeki ustaların garip durumu, tutukluğu, kullandığım deyim n'olur yanlış anlaşılmasın hepsini ayrı ayrı çok severim "deli deliyi görünce sopasını saklar" sendromuydu. Kimse derdini tam olarak anlatamadan konuşmalar bitti, herkes gitti. Olmadı yani. Reklamveren faktörünü dile getiren de sadece Haluk Mesci'ydi. Onu da yanlış aktardı Milliyet. Her şeyi toparlar ya gazeteciler, böyle toparlamışlardı işte. Ben de gazeteciler gibi yaptım. İşin magazin yanını aktardım. Çünkü konu çok derin(!)
Bu arada güne en iyi hazırlanan kişi ise, kuşkusuz sunucu hanımdı. Harika bir artikülasyonla, ajans isimlerini de önceden çalışıp öğrenerek çok güzel birer açılış ve kapanış konuşması yaptı. Kendisini buradan sekiz ayrı dilde tebrik ederim.
Yorum Gönder
<< Home